Turgay Gönenç ile tanışıklığımız YELKEN Dergisi çalışmalarımız sırasında oldu. 1960 kuşağının, hep çocuk kalan, aykırı olan, ikinci yeni akımına en yakın duran Yelken şairiydi. Geçen hafta içinde onu kaybettik.  Şiirleriyle yaşamasını dilerken 2016 yılında yapılan söyleşiyi yayınlamak istedik. Tüm ailesine ve arkadaşlarına başsağlığı dileriz.

NEYYA 
Papirüs 17, Mayıs-Haziran 2016

Ayşenur TURAN

BİSİKLET VE UÇURTMALAR; TURGAY GÖNENÇ

İzmir’de yaşadığı için telefonla görüşebildiğimiz Turgay Gönenç bizleri kırmayarak sorularımızı yanıtlama nezaketini gösterdiği için minnettarım. Neredeyse çocukluk yıllarından beri şiirle, resimle uğraşan ve birbirinden değerli eserler veren Turgay Bey ile sadece kelimeler, boyalar, notalar ve rakamlardan değil annesi Sırriye Hanım’ a olan sevgisinden, halen İzmir sokaklarını keşfetmeye devam ettiği bisikletinden, uçurtmalardan ve çocukluğundan söz ettik. Peşinden koşarak lokma uzatan küçük kızı bile önemseyen zarif şairimize bir şiirle teşekkür etmek istedim…

SIRRiYE HANIM

Her sabah güneşe çıkarır

menekşelerini ve beni

bu dünyada en çok sevdiklerini

Pencerenin önünde saksılar arasında

güneşe karşı pineklemek

-aman ne hoş!

Bisikletli adam geçer yine göz kırparak

tepede durur inmez

Dalların arasında güneş

uçurtma uçurur

pırıltıları gözlerimi kamaştırır

Mutfaktan lokma kokusu gelir

halka halka bileklerime takarlar

bilezikleri yemek

-aman ne hoş!

Bisikletli adamın peşinden koşar

Halkalarımın birini ona uzatırım

Bisiklet selesine koyar beni

kokuların peşi sıra

Lokmalar halka halka takılı bileklerime

İzmir sokaklarında

avare gezmek

-aman ne hoş!

Ayşenur Turan

Sayın Turgay Gönenç, sizinle şiir üzerine konuşacağız fakat sizin yazar, ressam, eleştirmen, öğretmen ve matematikçi olduğunuzu biliyoruz. Bunların hepsi nerede birleşiyor? Nurullah Ataç’ın “matematik bilmeyen şair olamaz” sözünü siz “matematik bilmeyen sanatçı olamaz” olarak düzeltiyorsunuz. Sanat ile matematik üzerine ilişki hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Turgay Gönenç– O söz yalnız bize ait değil, batılı düşünürlere baktığımız zaman da sanat hakkındaki konuşmalarında veya yazılarında bu ve buna benzer söylemlerin çok fazla geçtiğini görüyoruz. Aslında buradaki matematik bilmek ile matematiksel düşünceyi birbirinden ayırmak gerekir. Siz matematik öğrenirken veya matematik üzerine yıllarınızı verirken bir şey kazanıyorsunuz. Matematiğin getirdiği temel düşünce sistemini kavrıyorsunuz. Önünüzde bir hipotez var ve bu hipotezden bir hükme gidiliyor. Siz bu hükme gitmek için matematiğin o güne kadar getirdiği bilgilerden yararlanarak aralarındaki ilişkiyi kurarak bir sonuca varıyorsunuz. Bu ise, en kısa, en kestirme ve dolaysız düşüncenin temelini oluşturuyor. Bu açıdan bakacak olursak sanatçı da aynı şeyi yapıyor. Sanatçı, analitik düşünceye sahip olduğu sürece gerçek anlamda amacına ulaşabiliyor. Çünkü onun da elindeki temel araç; sanatının birimleridir. Hangi birimler; müzik ise ses, resim ise çizgi, renk, leke, biçim dediğimiz öğeler. Eğer matematik düşünceye sahip olunmasaydı; analitik kübizm de sentetik kübizm de olmazdı. Bunun gibi Rönesans dönemine ve Rönesans atölyelerine bakınca sadece sanat atölyeleri değil aynı zamanda bir okul olduğunu görüyoruz. Bu atölyelerde her türlü bilime açık bir yapı var. Matematik ile birlikte biyolojiden fizyolojiye kadar her şey orada inceleniyor. O açıdan matematiksel düşünce sanatçının temel düşünce sistemidir diyorum. Karıştırmayan, işleri bulandırmayan, belli bir programı belli bir süreci izleyen düşünce sistemidir.

Zor çocukluk yıllarınızda, annenizin anlattığı öyküler, masallar; birlikte radyodan dinlediğiniz piyesler; okuduğunuz kitaplar ile anneniz hep yanınızda yer almış. Bir söyleşinizde “yaşamımdaki acıları sanat yapıtlarıyla eşliyorum” demişsiniz. Bunu biraz açıklar mısınız?

Turgay Gönenç– Acıya dayanıklı olmak demek; o acıyı, karşınızda sizden bağımsız ve bir başka gözle bakabileceğiniz şekilde yeniden yaratmanız demektir. Bir acıyı yaşarsınız ama bunu bir biçime döktüğünüz zaman resim yaparsınız, şiir yazarsınız veya müzik olarak dile getirirsiniz. Örneğin şöyle bir olayı size anımsatayım; Picasso, Alman ordularının Guernica kasabasını bombalamasını anlatan Guernica adlı eserinin sergisi sırasında kendisine, “Bu resmi siz mi yaptınız?” diye soran bir Alman generaline, “Hayır, siz yaptınız” cevabını vermiştir. Burada Picasso, büyük Guernica acısının karşılığını eşliyor. Bir insan, bir acıyı duyarsa onu silebilir ama bir sanatçı bunu silmez. Bunu kendi sanat birimleri içinde bir yapıta dönüştürür. Ben de hep öyle yapmışımdır. Ve böylece bu acıyı karşıma alıp o acıya tutunmak, ondan yılmamak ve bir başka biçimde o acıdan kendime güç katmak yollarını açmışımdır diyebilirim.

İlkokul yıllarında verdiğiniz derslerden kazandığınız paraların hepsini kitaplara harcadığınızı söylüyorsunuz. O yıllardan kalma, sakladığınız özel kitaplar, dergiler var mı?

Turgay Gönenç– İlk aldıklarım polisiye romanlardı. Güven Yayınevi’nin ve Türk Yayınevi’nin kitaplarını alırdım. Kitaplığımda, o yıllardan kalan Arsen Lüpen’ler, Fantoma’lar, Gazetecinin Rultabi’nin Maceraları hala durur. Daha sonraları İzmir Kemeraltı’nda bir eczanede çalıştım. Eczanenin karşısı kitapçı, bir dükkân sonrası yine kitapçı, sağ tarafına giderseniz orada da iki kitapçı, yani bütün kitapçılar art arda sıralanmıştı. Onlar beni çok severlerdi ve depolarına çıkmama izin verirlerdi. Kemeraltı’ndaki dükkânların hepsi iki katlıdır ve üst katları depo olarak kullanılır. Artık gündemde olmayan eski kitapları ve ilk çıkan kitapları orada saklarlardı. Ben oraya çıkardım. Özellikle Hilmi Kitabevi’nin, Münif Fehim Özarman’ın kapaklarını yaptığı kitapları tercih ederdim. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın eserlerini toplamıştım. Annem daha önce eski yazı ile okumuştu ve çok severdi. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ı annemle birlikte okumuştuk. Onlarla birlikte elime geçen kitaplar içinde artık bugün bulunması olanaksız olan Halit Ziya Uşaklıgil’in yeni harflerle yazılmış ilk hikâye kitapları da vardır. Onlar da Hilmi Kitabevi’nden çıkmıştı. Bunları Kamuran Şipal’e elden gönderdim, okudu, bana tekrar gönderdi. Bunun yanı sıra çeviri kitaplar da vardır. Mesela, kapağı üzerine yazı yazdığım, Edgar Allen Poe’ nun İşitilmedik Hikâyeler adlı kitabı vardı. Orjinali ancak bu kadar güzel olabilir. İçindeki Altın Böcek Öyküsü üzerine yapılan kapağı Münif Fehim’e aitti. Hilmi Kitabevi’nin en çok ilgimi çeken yanı kapakları ve yazarlar hakkındaki bilgileriydi. Üç beş tane değil, koleksiyonumun içinde bu kitaplardan epey çok vardır. Ortaokul yıllarında ise verdiğim derslerden kazandıklarımla o depolardan Vakit Neşriyat’ın sol düşünceye ait kitaplarını alıyordum.

İlk şiirleriniz ne zaman yayınlandı?

Turgay Gönenç– İlk şiirlerim ortaokul yıllarında yayınlandı. Gece Postası’nda haftalık köşe yazılarım yayınlandı. Seçilmiş Hikâyeler’de bir hikâye veya şiirinin çıkması sahibinin artık iyi bir hikâyeci, şair olduğunu dile getirmeye yeterdi, bizim dönemimizde. Lise 2. Sınıfta iken Seçilmiş Hikâyeler’in ilk şiiri olarak Kesik Ayakların Şarkıları çıkmıştı. Müthiş sükse yapmıştı Baylan’da. Hatta o şiiri dinleyenlerden biri de Arif Damar’dır. “Bir daha okusana” diye yüz kere okutmuştur bana.

‘Kesik Ayakların Şarkıları’ şiiriniz Yelken dergisinde var.

Turgay Gönenç– Birincisi orada değildir. Yelken dergisindeki daha sonra yayınlanmıştır.

O yıllarda beğendiğiniz, sizi etkileyen şairler ve yazarlar kimlerdir?

Turgay Gönenç– Yakın zamanda bir dostum konuşurken şunu söylemişti: “Turgay’ın şiirlerini çok dikkatle okudum, yazılarını da. Müthiş bir şiir sevgisi olan insan, en yakınında Attila İlhan var fakat Attila İlhan’dan en ufak bir şey yok”. Benim şiirlerime dikkatle bakıldığı zaman büyük bir etki görülmez. Ben gelişen bir zincirin içinde bir halka olduğumu düşünüyorum. 1980 yılında Türk Dili dergisinin ilk şiiri olarak Eski Sokaklar adlı şiirim yayınlanmıştı. O sırada Türk Dil Kurultayı’nda, sevdiğim Cahit Kulebi ve Behçet Necatigil’e “bu şiirde siz de varsınız yani Cahit Kulebi de var, Behçet Necatigil de var. Yani benim sesim etkilenen ses değil kendi sesim ama Türk şiirinin sentezi olan bir sestir. Özgünlüğü koparak değil, geçmişten bugüne gelerek arayan bir sestir” diye yanıt vermiştim. Bu düşüncemin bugün de arkasındayım. Benim çok sevdiğim şairler her zaman vardır. Örneğin; Behçet Necatigil, Ahmet Muhip Dıranas, Sabahattin Kudret Aksal, saymakla bitmez. Çok genç insanlar da vardır bunun içinde Ankara’daki yıllarımdan en iyi dostum Turgut Uyar da vardır. Türk şiirinde iyi yazıp da beni etkilemeyen şair yoktur. Bu etki kişisel düşünce ve duygu açısından olmuştur. Fakat şiirimi doğrudan etkileyen ögeler hiçbir zaman olmamıştır.

Baylan Pastanesi’nin ayaklı kütüphanesi olarak tanınıyorsunuz, o günlerinizden söz eder misiniz? Orada tartıştığınız konulardan söz eder misiniz?

Turgay Gönenç– Salah Birsel Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu kitabında Baylan Pastanesi’ni anlatırken benim için “canlı bir kitaplıktır” der. Hala daha öyledir. Çok güçlü bir belleğim olduğu söylenir. Neredeyse çocukluk denecek 16-17 yaşlarında Fethi Naci, Attila İlhan gibi kişilerle oturuyorsunuz ve bir takım tartışmalara katılıyorsunuz. Hemigway’in çok sevdiğim Paris Bir Şenliktir kitabı vardır. Kitapta anlatılan o dönemin Fransız sanatçılarının, baktığınız zaman bestecisi, ressamı, şairi, romancısı, düşünürü hep bir aradadır. Birbirlerine çok şey katmışlardır. Bu açıdan sanat dallarının keskin çizgilerle ayrıldığına değil, birbirleriyle iç içe girdiğine inanmışımdır. Baylan’da da bu vardı. Ressamı vardı, karikatürcüsü vardı. Baylan, benim için bir okul olmuştur, bense kulakları hep kirişte olan bir öğrenci olmuşumdur. Mesela, Demir Özlü bir kitaptan söz ediyor, okumamışsam hemen alır, okurdum. Ferid Edgü bir kitaptan söz ediyor, hemen o kitabı bulur okurdum. Okumama yön veren o konuşmalar olmuştur, dinlediklerim olmuştur. Orada, Baylan’da gerçek anlamda konuşulur kavga edilir. Sezer Tansuğ dünya tatlısı bir insandır. O kadar güzel kavgaları vardır ki onları unutamam.

Şükran Kurdakul ile lise yıllarında, dergilerdeki şiirleriniz yayınlandığı sırada mı tanıştınız? Sizi o mu buldu?

Turgay Gönenç– Baylan’da tanıştık, hapisten yeni çıkmıştı. Baylan’a gelmişti. Yanında A. Kadir de vardı. Şükran Abi öyle bir insandı ki birinin herhangi bir yerde bir yazısı çıkmışsa onu biliyordu, tanıyordu. “İzmir’i anlat bana, epeydir gitmedim” dedi. Kendisi Karşıyakalı idi. Sonra ben onun ilk kitaplarını Kovan dergisini çıkartan Besim Akımsar’dan buldum. Bir gün evime geldiğinde onları gösterdiğimde çok etkilenmişti. Daha sonraki yıllarda Ataç Kitabevini açmıştı. Hafta sonlarında Baylan’a giderken kitabevinin orada dolmuştan inerdim. Çoğu zaman oradaki sohbetlerimize Vedat Üretürk de katılırdı. Vedat, Ataç için çeviriler yapıyordu. O dönem pek çok çeviride Vedat Gülşen Üretürk’ün imzası vardır.

Şükran Bey’in isteğiyle John Osborne’un Look Back Ages (Öfke) oyununun çevirisini yapmışsınız.

Turgay Gönenç– Çok sonra, fakülte bitmişti o zaman. Şükran Abi “bir kitap var, o çevrilmeden Ataç’a son vermek istemiyorum” dedi. “Ne o” dedim. “Öfke” dedi. “Benim en sevdiğim oyunlardan biridir” dedim. “Çevirsene onu” dedi. İzmir’de Cevat Çapan’ın öğrencisi Ümit Tarakçı arkadaşımdı. Onunla beraber oturup çevirdik. Şükran Abi’ye “kitaplar çok hatalı çıkıyor, buna dikkat edelim” dedim. “Sen merak etme, tashihlerini (düzeltme) ben yapacağım” dedi. Öfke’ yi çevirip gönderdik. Fakat doksan küsur yanlış var. Ben de Öfke’yi şöyle imzalamıştım; “tashihlerini yaptım şimdi basabilirsin, öfkelerinle”. Evet, böyle bir hikâyesi vardır Öfke’nin.

Yelken dergisine ilk şiirinizi nasıl gönderdiniz? Şükran Bey mi sizden talep etti?

Turgay Gönenç- Şükran Abi, benden yazılar isterdi. Fakülteye girdiğim sene, 27 Mayıs döneminden hemen sonra Atatürk ve Din yazısını özellikle istedi. İlk kaynaklardan yazılmış, bugün için de geçerli ve çok sevdiğim bir yazıdır. Şairler hep bir üst sıradaki dergiye tırmanmak isterler. Ortaokulda yazdığım Pazar Postası’ndan, lisede Seçilmiş Hikâyeler’ e tırmanandım. Fakülteye gittiğim ilk yıl Erdal Öz, Değişim dergisi çıkaracaktı, “sen de varsın” dedi.

Orada ‘Balad’ isimli şiiriniz yayınlanmıştı, değil mi?

Turgay Gönenç– Evet, orada çıkmıştı. Değişim dergisinde ilk sayısından kapanıncaya kadar şiirlerim, çevirilerim ve yazılarım var. Balad, o dönemde çok beğenildi, özellikle Behçet Necatigil’in çok sevdiği bir şiirdir. Hala da çok severim.

Yelken’in sahibi Rüknettin Bey ile tanışmanızdan söz eder misiniz?

Turgay Gönenç– O dönemde lisedeyim. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Orhan Veli için bir anma gecesi düzenlemişti. Rüknettin Bey ile o edebiyat gecesinde tanıştık. “Tahir Kudsi Makal’dan memnun değilim, sen yapar mısın” dedi. O zaman ben öğrenciyim “yapamam, fakat size başka türlü yardımcı olurum” dedim. Daha sonra Baylan’da dergi çıkarma düşüncesinden söz eden Şükran Abi’ye bu konuyu ilettim. Rüknettin Bey ile buluştular ve Şükran Abi Yelken dergisinialıp dergi yaptı. Daha öncesi bir işe yaramazdı ama onun işe yaramaz döneminde benim Turhan Selçuk’un bir karikatüründen etkilenerek yazdığım Görüntü şiirim yayınlanmıştı. Karikatürde Amerikalı üç subay bir zenciyi linç ediyor ve daha sonra bir konserde zenci bir şarkıcıyı alkışlıyorlar. Bu karikatür beni çok etkilemişti. Şiir buradan yola çıkmadır. Her şeyden kendi dilinde başka şeyler yaratılacağına inanmışımdır. Karikatür, resim veya sinemadan yola çıkmışımdır. Ingmar Bergman’ın Yaban Çilekleri filmindeki bir sahne bana 12 Mart öncesi durumu yazdırtmıştır. Filmdeki imge yapısı ve görsellik şiire dönüşen bir başka biçimi oluşturmuştur. Ama temelinde o vardır. Bir dönüşüm yaşamıştır. O dönüşüm içinde o şiir oluşmuştur. Klee, Chagall, Orhan Peker, Nedim Günsür, Neşet Günal, Nuri İyem resimleri uzun şiirlere dönüşmüştür. Ama buradaki düşünce farklıdır. İlk şiirde verdikleri gibi değildir. Müzik dili de beni çok etkilemiştir. Modest Mussorgski ölen arkadaşı ressam Viktor Hartmann’ın sergisine gidiyor. O resimlerin teker teker çevresinde dolaşırken bunları görsel halinden müzik haline dönüştürüyor. Bir tarafta sergide resim var, görsel; diğerinde ses var. Mussorgski arkadaşının yapıtlarını seslerle yeniden çiziyor. Aynı şeyi ben şöyle düşünmüştüm. Peki, neden ben Türk ressamlarının resimlerini Mussorgski’ nin yaptığı gibi sergiden bağımsız, şiir olarak oluşturmayayım? Nedim Günsür, okuyan kişi onu bilmese de, o şiirden sonra onun artık bir Nedim Günsür’ü vardır. Şiir burada resmin alt yazısı, açıklaması değildir; resim dünyasının şiirsel olarak karşılığıdır.

Anneniz Sırriye Hanım size “Ne güzel Turgay, uymadın, benzemedin bu kalabalığa, aykırı bir insan kaldın, bir de hep çocuktun, gereksiz yere büyümedin” demiş. Halen çocukluk yıllarınızdaki gibi bisiklete biniyor musunuz?

Turgay Gönenç– Bisiklet benim en büyük tutkum. İzmir’de girip çıkmadığım tek sokak kalmamıştır. Ama araba ile siz kentin dışındasınızdır. Arabada bir zırh vardır, bisikletle sokakları, ağaçları, evleri, insanları başka türlü yaşarsınız. Arkamdan bir kızın koşturduğunu hiç unutmam. İzmir’de belli zamanlarda pişi yaparlar, hemen uzatıp pişi vermişti. Bazen bir ağaçtan sızan ışığı yakalarsınız. Mesela, Atatürk’ün kayınpederinin kabristanının yakınlarında öğleye yaklaşan saatlerde ağaçlardan sızan ışığı müthiş severdim ve sırf onu görmek için oraya giderdim. Bisiklet olmasaydı o ışığı göremezdim. Onu göremesem Cihat Burak’ın resimlerini bu kadar sevemezdim.

Tekrar Yelken dergisine dönecek olursak, biliyorsunuz Yelken 1957 Şubat’ından 1970 ortalarına kadar devam ediyor. Biz inceleme çalışmamıza 1957-1964 dönemini aldık.

Turgay Gönenç– O dönem Pazar Postası, Seçilmiş Hikâyeler, Yeditepe, Yeni Dergi, Varlık dergileri kuşak yaratmıştır, Yelken için bunu söylemek zordur. Yelken dergisinde, başından sonuna kadar dergiye bağlı kalan yazar sayısı fazla değildir. Ama Türk Dili dergisi için aynı şeyi söyleyemezsiniz. Orada, ilk şiirinden başlayarak ölümüne yakın şiirleri çıkan birçok şair vardır. Edip Cansever, Turgut Uyar vardır. Fakat eski dergilerde bunlar hiçbir zaman yazmamışlardır. Burada şu oluyor. Edebiyatta özellikle dergicilikte bir dergiye belli bir düzeyin altında isimler girmeye başlarsa ustalar oradan artık silinmeye başlarlar. Bu kaçınılmazdır. Dergiler niye kapanır derseniz en çok bunun için kapanır. Parasızlıktan kapananlar ayrıdır. O yıllarda Yeditepe, yayınevi olarak da dergi olarak da böyle kapanmıştır.

Mesela, İzmir’de çıkan Kovan dergisi var. Çetin Altan’ın ilk şiiri orada çıkmıştır. Yaşar Kemal şiirlerini Sadık Kemal Göğceli adıyla oraya göndermiştir. Yine Behçet Necatigil’in ilk şiirleri de, Kapalıçarşı şiir kitabının en güzel şiirleri de Kovan’da çıkmıştır. Birkaç sayı çıkmıştır ama bir Kovan dergisi vardır. Hatta benim yazım da vardır. Ben o dergileri sürekli karıştırırım. Bir iki sayı çıkan bazı dergiler vardır. Mavi dergisi birkaç sayı çıkmıştır ama bir Mavi vardır. Bağırmasıyla çağırmasıyla yanlışı ile doğrusu ile bir Mavi vardır. Pazar Postası, Seçilmiş Hikâyeler, Dost dergileri vardır. Dost’un ilk sayıları ile son sayıları aynı değildir. Düşüş olmuştur. Ses getiren yeni bir dergi çıkınca kaybediyorsunuz. Bu da biraz vefasızlık oluyor, eski derginize…

Bir tırmanmadan söz ettiniz. Yelken’i özellikle Şükran Kurdakul döneminde dönemin dergileri arasında bir tırmanma dergisi olarak mı görüyorsunuz?

Turgay Gönenç– Şükran Kurdakul dönemi Yelken yazarlarına bakarsanız genç, daha adları henüz duyulmamış fakat aday isimlerdir. Şükran Abi’nin amacı da oydu zaten. Dergiciliği biliyordu. Yeditepe yazarını alıp oraya getirmeye gücü yetmezdi. Varlık, Türk Dili dergilerinden bir yazarı alıp getiremezsiniz. Ama gençlerden bir grup oluşturup bunu sürdürme düşüncesi ki doğru düşüncedir bu. Futbola benzetecek olursak; futbolda sporcu toplarsınız. Ama bir de futbol kulübünün çok küçük yaşlardan o kulübün içinde yetişen oyuncuları vardır ve ileride kulübün futbolcusu olurlar. Onlar daha başarılıdır. Şükran Abi’nin düşüncesi budur. Yani Yelken’den çıksın, bunlara ben yol açayım. Sohbetlerimizle, her şeyimizle düşünce alışverişi içinde olalım ve bir kuşak oluşturalım. 60 kuşağı ama 60 kuşağı yalnız Yelken içerisinde değil başka oluşumların içerisinde de var, başka dergiler de var o kuşağın içerisinde. 60 kuşağının bazıları Yelken’in içindedir. Tabii, 60 kuşağı deyince Yelken de hiç yazmamış bir yığın 60 kuşağı şair, yazar vardır.

Yelken şairleri içinde İkinci Yeni’ye en yakın olan sizsiniz.

Turgay Gönenç– Ben size başka bir anımı anlatayım; bir cumartesi günü Şükran Abi’ye uğramıştım. Vedat Gülşen Üretürk de oradaydı. Şükran Abi A dergisinden coşku ile Edip Cansever’in Beyaz Atlar Sulara adlı şiirini okuyordu. Oturdum dinledim. Şükran Abi İkinci Yeni şairi Edip Cansever’in şiirinin o kadar muazzam bir övgüsünü yapıyordu ki hayretler içerisinde kalırdınız. Şükran Abi İkinci Yeni’nin kalacak şiirlerini, şairlerini görmüştür. Şükran Kurdakul şiire ekol olarak bakmazdı. Şiir kendi anlayışı içinde şiir mi değil mi? Ben de ona bakarım. Bence, çok farklı şiir anlayışları içinde şiir olan da vardır, şiir olmayan da vardır. İkinci Yeni’yi anlamdan uzaklaştıracak şairlerin şiirden uzaklaşacağını ben o yıllar söylemiştim. İkinci Yeni’nin giderek daha açık, duru, yalın bir dile dönüşeceğini yazmıştım. Onların hepsi oldu.

Yelken dergisinin bazı sayılarında bu tartışmalar var. Hatta İkinci Yeni’ye ilişkin açık oturumlar düzenliyorlar. Ama bugün İkinci Yeni şairlerinin kalıcı olduğunu Gezi Parkı eylemlerinde bile görüyoruz.

Turgay Gönenç– Gayet tabii. Bu sırf Gezi Parkı eylemlerinde değil ki, 555k’ yı düşünün, 27 Mayıs öncesini, o zaman ki gençlik olaylarını düşünün, hep İkinci Yeni şairleri. Hatta İkinci Yeni’nin bugün etkilemediği Türk şairi yok aşağı yukarı.

Sokakta hala devam ediyor İkinci Yeni.

Turgay Gönenç– Gayet tabi. İkinci Yeni bir şiir akımı olmaktan çok şuydu, bunun altını çizerek söylüyorum; şiir bir üst dil olarak var mıydı, yok muydu? Ahmet Haşim Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar konulu yazısında bunu harika anlatmıştır. İkinci Yeni’nin temelini orada görürüm.

Benim şiirime Mehmed Kemal Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde “Ahmet Haşim şiirini günümüzde en uygun yaşatan İkinci Yeni şairidir” diye yazmıştı. Şiir hakkında bazı münazaralarda İkinci Yeni’de benim savım şuydu. Kitabımda da vardır. Bir sözcük anlam taşıyıncaya kadar iki evre geçirir. Biri fiziksel evre, öbürü psikolojik evredir. Öğrenmeye çocukluktan başlıyoruz. Portakala bakıyorsunuz; şekli, rengi, tadı, kokusu her şeyi ile bir ‘portakal’ sözcüğünü beynimiz kaydediyor. Portakal dediğiniz zaman hemen onu uzayda lokalize ediyorsunuz. Ama o artık soyut bir portakaldır. Yafa portakalı ya da Washington portakalı değildir. İkinci aşamaya geldiğiniz zaman kulaktaki titreşimler beyne ulaştırır ve beyinde bu görüntüler, sesler, kokular, tatlar birleşir anlam kazanır. Anlam ikinci aşamada var. Mesela bir kıza “senin suratın ne güzel” demeyiz. Suratımıza tokadı atar, aklı başında bir kızsa. “Senin yüzün ne güzel” deriz. Psikolojik evreleri farklı mı bu sözcüklerin, değil. Neden seçiyoruz öyleyse? Psikolojik evrede ayrım, fark olmadığına göre buradaki fark fiziksel evreden kaynaklanıyor. Sözcük öncesi anlamı, ses olarak, anlamında yerini buluyor. Sözcük kavramına bakınca bunun fiziksel evresini hiç unutmamak gerekir. Kuram olarak ortaya atılmadan önce bile bunu çok iyi kullanan ozanlarımız vardı. Ahmet Haşim, Dıranas bunlardan biridir.

Müzikle ilgili bir söz vardır. Schumann, Bach’ ı anlatırken şunu söyler: “Bach ikiyüzlü bir aynadır. Aynanın bir yüzü geçmişe, öbür yüzü geleceğe bakar. Bach kendi zamanına kadar olan müziği, her şeyi ile incelemiş ayıklamış ve oradan alınabilecek her şeyi seçmiştir. Ve ondan sonra bunu gelecek zamanlara aktaracak hale getirmiştir.” Bach hayranı olmayan Batılı şair, ressam, sinemacı neredeyse yoktur. Picasso’nun resimlerine bakın; analitik kübizm, sentetik kübizm dönemi resimlerinde yazılar koyar, hepsinde bir isim geçer; Bach. Mesela Ingmar Bergman’ın hiçbir filmi yoktur ki bu filmler içinde bir yerde Bach adı ya da etkisi geçmesin. Bunun için müzik tarihçilerinin yanında bütün estetikçilerin de söylediği bir şey vardır. Özellikle Bach’tan sonra yeni bir koral müzik yapılamaz. Çünkü öylesine geçmişi toparlayıp geleceğe aktarmıştır ki gelecektekilere iş bırakmamıştır. Şimdi şair için de bu aynı şeydir. Hani başta size söylemiştim, kişilerden etkilenmem diye, buydu işte benim söylemek istediğim. Dıranas da vardır, Tevik Fikret de vardır, Akif de vardır. Okuduğum kadarı ile şairlerin hepsinden bir şeyler almaya kalkmışımdır. Bu aldığım şey nedir? Şairin tadıdır. Şiirin zaman dışı olup kalabilme şansını aramışımdır.

Çok teşekkür ederiz, şiir üzerine düşüncelerinizi de almış olduk. Tüm şairlerimize sorduğumuz bir soruyla bitirelim istiyoruz. Sizin için Yelken Dergisi ne ifade ediyor?

Turgay Gönenç– Yelken dergisi Şükran Abi döneminde genç kuşağa öncelik tanımıştır. Daha doğrusu kendine özgü sağlam bir genç kuşak yetiştirmeye yöneliktir. Diğer dergilerdeki gibi genç kuşaktan bir iki kişi sığdırmaya çalışmamıştır. Temeli sağlam, tutarlı, sanata çok yönlü yaklaşabilen; resmi, müziği, sineması, romanı, hikâyesi, şiiri ile bir kuşak. Sanatçılar kendi içinde de çok yönlü olmaları yönünden hep uyarılmıştır. İşte, Şükran Abi bu kuşağa önem verdiği için; ben de o ilk gençlik çağlarımda onun yüzünde birebir bunu okuduğum ve gördüğüm için bende çok saygın bir yeri vardır. Rüknettin Resuloğlu’nun da en önemli özelliği bir tek gün dahi Şükran Abi’ye ve dergisinin işlerine karışmamış olmasıdır.

Sohbetiniz çok değerliydi bizim için, çok teşekkür ederiz.

GÖRÜNTÜ

-Cemal Süreya’ya-

KENTİN SABAH GÖRÜNTÜSÜ:

Siyahlığın bitiminde dönen gözlerde seni andım patrimoine

“Büyük kentlerin kuytu köşelerine sıkıştırılmış

Siyahlığın bitiminde dönen gözlerde.”

Elleri nasıl da hırsla kalkmıştı uygar bir yaşantı çocuklarının

Duyar gibi oluyorum kırmızı etli dudaklarından çıkan soluğu

Kırmızı etli dudaklarında zati izgileri yok ki mutlu bir düzen üzre

Dönen gözlerinde buğulu düşü bir kentin

Sıcak soluğu üstlerine eğilen yüzlerde

KENTİN AKŞAM GÖRÜNTÜSÜ:

Sabahlığın bitiminde dönen gözlerde seni andım patrimoine

Seslerini duyuyorum bir ezgi için çırpınan ellerin

Büyük bir kentin uygar çocuklarından şarkıcı zencilere

Yelken, 1958-14.sayı