Müdür Dilaver, burnundan soluyor; hop oturup hop kalkıyor; odasında bir aşağı bir yukarı dolaşıyor; parmaklarının kenarındaki etleri yoluyordu. Aslında yolmak istediği saçı başıydı.

Sabahtan beri onlarca kez aradığı belediye başkanının sekreterini bir kez daha aradı. “Ayşe kızım, başkanımızın toplantısı bitti mi?” diye sordu yalvarırcasına. Ayşe de telaşlı ve şaşkındı fakat elden ne gelirdi? Başkanın pazarcılar birliği ile hararetli toplantısı uzadıkça uzuyor araya girip de Dilaver Bey’in meramını anlatamıyordu.

Müdür Dilaver, telefon görüşmesinden sonra odasından hışımla çıktı. Sekreteri Leyla, her zaman sürdüğü kırmızı rujunu bugün sürmeye cesaret edememiş, aylardır karmakarışık duran masasının çekmecelerini düzenliyordu, Leyla’nın niyeti o çekmecelerden birine gizlenmekti.
Dilaver Bey, alt kata inerken merdivenlerde az daha Rıza’nın temizlik kovasına çarpacaktı. Rıza, ani bir manevra ile hem kendisini hem de kovasını müdürden kurtardı. Her zaman kaşla göz arasında temizliğini bitirip lak-lak etmeye çay ocağına kaçan Rıza, katları üçer kez paspaslamış, dördüncüye dönüyordu.

İçlerinde en iyi durumda olan çaycı Fikrîye Hanım’dı. Müdür Dilaver’in her sabah kahvaltı için aldırdığı ve ilk kez bugün yemediği su böreğini yiyor, yeni demlenmiş çayını içiyordu. Müdür Bey bırakın çayı bugün ağzına bir damla su bile sürmemişti.

Bir de güvenlikçi Şakir vardı. Her zaman cep telefonundan bahis oynayarak günlerini kulübesinde geçiren Şakir şimdi oraya girmeye cesaret edememiş, bahçede turluyordu, eli ayağı buz kesmişti.

Kendi kendine söylene söylene bahçeye çıkan Müdür, Şakir ile burun buruna geldi.

– Çekil ayağımın altından! Ne dolanıp duruyorsun burada!

– Heykeli arıyordum efendim, belki bahçeye atmışlardır.

– Bir heykele sahip çıkamadın! Ne biçim güvenlikçisin sen!

– Vallahi billahi müdürüm, on dakikalığına şu köşedeki büfeye gitmiştim belki o zaman…

– Sus! Cevap verme bana! Git ara! Sokaktakilere sor, esnafa sor, bir gören olmamış mı? Nereye gider koskoca Avanak Avni!

– Gel benimle!

Müdür önde Şakir arkada Karikatür Evi’nin karşı köşesindeki parka gittiler. Oğuz Aral’ın heykeli duruyordu fakat Avanak Avni’nin yerinde yeller esiyordu.

Şakir, esnafa sorma bahanesi ile sıvıştı. Parkta yalnız kalan Dilaver Bey, Avanak Avni’den geriye kalan ayaklara acıyarak baktı. “Heykeltıraş malzemeden mi çalmıştı yoksa para az gelmiş ancak bu kadarını mı yapabilmişti? Nasıl da heykel ayaklarından kolayca kopup gidivermişti?”

Leyla Hanım, elinde cep telefonu koşarak geldi. “Başkan arıyor, müdürüm, pardon, başkan bey, şey müdür bey.”

Müdür Dilaver, saçmalayan Leyla’ya dikkat bile etmedi. Süt dökmüş kedi gibi telefonu aldı. Başkan’a durumu nasıl açıklayacağını düşünüyordu.

– Başkanım hürmetler efendim. Nasılsınız efendim?

– Dilaver, nedir bu rezalet? Avanak Avni kayıpmış. Doğru mu?

– Efendim biz de çok şaşkınız.

– Sordun mu? Nasıl kaybederler koca heykeli uçmadı ya! Çektin mi hizaya adamlarını?

– Çektim efendim.

– Bir daha çek! Olmaz. Hiç olur mu böyle şey? Uyuyor musunuz siz?

– Gece olmuş sanırım efendim.

– Güvelik ne halt ediyor? Boşuna mı para döküyoruz? İşini yapmayacaksa yapacak olan sürüyle adam bekliyor kapımda.

– Köşedeki büfeye kadar gitmiş, on dakikalığına…

Başkan onu dinlemez ve sözünü keser.

– Dilaver Bey, aradınız mı polisi?

– Belki siz gelirsiniz diye şey ettim idi…

– Ben niye geliyorum? Sabahtan beri beni arayıp duracağına çağırsaydın ya emniyeti. Her şeyi ben mi akıl edeceğim?

Telefon görüşmesi bittiğinde Leyla Hanım göz ucu ile Dilaver Bey’e baktı. “Başkana veremediği cevapların hıncını kim bilir kimden çıkaracaktı?” Leyla Hanım, Dilaver Bey’in uzattığı telefonu kapar kapmaz, binanın basamaklarını üçer beşer atlayarak içeriye kaçtı. Onun hışmından öyle korktu ki elinden gelse kendisini ve arkadaşlarını binaya kilitlerdi. Dilaver Bey ile tam iki yıldır birlikte çalışıyordu ve bir kez bile sesini yükselttiğini duymamıştı. “Bu Avanak Avni de ne Avanak Avni imiş Allah aşkına. Ne olmuş çalındıysa, heykel değil mi bu? Yenisi yapılır.”

Fikrîye Hanım, Dilaver Bey belki içer de sakinleşir diye pişirdiği sade kahve ile çay ocağından çıkarken Leyla onu gerisin geri çay ocağına soktu. Kendisi de peşinden, olayın vahametini anında çakan Rıza elindeki paspası bırakmaya fırsat bulamadan ocağa sığınmaya kalksa da küçük olan odaya sığamadı. Çaresiz tekrar merdivenleri paspaslamaya devam etti, beşinci kez.

Polisler arandı, geldi-gitti; bir daha arandı, bir daha geldi-gitti, aranmadan da geldi-gitti. Bu geliş gidişler, telefon görüşmeleri, gazeteciler, röportajlar üç hafta devam etti.

Dilaver Bey, odasında bir aşağı bir yukarı dolaşıp durdu. Onun sabah böreklerini bir süre Fikrîye Hanım yedi. Sonunda müdürüne börek almaktan vazgeçti. Rıza paspas işinde kendini aşmıştı. Her yer jilet gibiydi, bal dök yala. Karikatür Evi’nin girişine ıslak havlu bez koymuş, ayakkabılarını oraya silmeyeni içeriye sokmuyordu. Bir tek Dilaver Bey’e sesini çıkaramıyordu. O da inadına çamurlu ayakkabılarını merdivenlere sürte sürte geçiyordu. Rıza, üç kez öğleden önce dört kez öğleden sonra tam yedi kez paspaslıyordu katları. Kendisini en erken toparlayan ve eski günlere dönen tek kişi Şakir’di. Nasılsa işten atılacaktı, o zamana kadar kulübesine kapanıp cepten bahis oynamaya devam etti. Belki zengin olurdu.

Oğuz Aral’ın da Avanak Avni’siz günleri geceleri pek zor geçiyordu. Dikilip durmak, bu gri, yığılmış ve yıkılmış, kalabalık, kaba saba şehre tek başına katlanmak yorucuydu. Gelen geçen, suratsız, mutsuz, kederli insanları seyretmek azap vericiydi.

Herkes bu işin sırrını çözmeye çalışıyordu. Kameralar inceleniyor, Şakir başta olmak üzere Rıza, Leyla, Fikrîye, etraftaki dükkân esnafı, yoldan geçen insanlar, otobüsün içindeki yolcular, şoförler, otobüsün kendisi, kısaca bütün kent sorguya çekiliyor, falcılara bile gidiliyordu fakat kimse akıl edip de Oğuz Aral’a sormuyordu. Sorsalar o söyleyecekti Avanak Avni’nin misafirliğe gittiğini. Hem izni de kendisi vermişti, millete ne oluyordu?

Misafirliğe gitmesine izin verdiği gece, Avanak Avni ile birlikte can sıkıntısından patlıyorlardı. Sallana sallana Yiğit gelmişti yanlarına, sarhoştu, önce Avanak Avni’yi fark etti.

– Vay Avanak! Naber ulen? Ne gülüp duruyon? Sevimli kerata.

Karikatür Evi açıldı açılalı ilk kez biri gelip konuşmuştu onlarla.

Yiğit, Oğuz’u fark edince “Oooo Oğuz Abi de buradaymış. Ne güzel bir isimdir Oğuz. Oldum olası severim bu adı. Oğlum olsaydı adını Oğuz koyardım esasen. Avanak seni de çok severim, bozulma ama Avanak olmak zor bu devirde, uyanıklık ve tetikte kalmalı insan, yoksa benim gibi zortlar, tırlak bir ayyaş olur çıkarsın.”

Kollarını iki yana açıp kendi etrafında döndü. Önlerinde eğildi. “Yaa! Siz avanağa bakın esas avanak burada!” Ayakta zor duruyordu. Yere tam karşılarına oturmaya çalıştı; beceremedi devrildi; yerde bir süre debelenip durduktan sonra sırt üstü kalmayı becerebildi; konuşmasına devam etti.

“Eskiden tanırım sizi, Gırgır’dan bilirim, gençliğimden hatırlarım. Vay be kadere bak şimdi burada ayazda dikilip duruyorsunuz? Evinize gitsenize, benim gibi yolunuzu mu kaybettiniz? ‘Ne oldum dememeli ne olacağım demeli insan’ derdi. Kim? Kim? Neyse kimse kim canım. Haklıymış işte. Hey gidi günler. Lisedeyken Gırgır’ın müdavimiydim, cumaları iple çekerdim. Okuldan çıkar çıkmaz köşedeki bayiden alır, hemen çantama teperdim, kapağına bile bakmazdım heyecanım kaçmasın diye. Eve gelirdim, akşam yemeği falan filan saat tam 9.45 de pijamalarımı giymiş, başucumdaki masa lambamı yakmış, elimde Gırgır yatağa girmiş olurdum. Önce kapağını okurdum peşinden Avanak Avni’yi. En son sayfadaydın değil mi lan Avanak?”

Ayağa kalktı, üstündeki taşı toprağı silkeledi. “Didik didik ederdim. Sonra gözlerim kapanır, tatlı uykuya dalardım, masalsı diyarlara, rüyalara. Bütün rüyalarımı hatırlardım çünkü rengârenktiler. Şimdi hiç rüya görmüyorum. Sizce neden? Ertesi sabah cumartesi ya, ne okul var ne erken kalkmak. Annem 10 gibi odama dalar, perdeleri açardı. ‘Kalk gari, çok uyudun, kahvaltı sofrası ortada kaldı, kalk hadi’ derdi. ‘Anneee kapıyı kapat, uyuyacağım.’ deyince ‘Tamam, tamam yarım saat daha’ der kapıyı kapatırdı.

Uyanınca yataktan çıkmaz, bir daha okurdum Gırgır’ı sonra yine uyurdum. Annem ev işlerine dalar, beni unuturdu ya da kıyamazdı uyandırmaya. Öğlende kalkardım. Gırgır’ı yatağımın altındaki eski bavula, bir hafta önceki sayının üstüne özene bezene koyardım. Yıllar sonra orada biriken dergileri ciltledim biliyor musunuz? Çok güzel oldular o zaman Gırgır kapatılmıştı.

Sonra, sormayın sonrasını, ne kötü günler beklemiş beni pusuda. O dergileri ve bavulu gittiğim her eve taşıdım. Sürükleye sürükleye, en son kaldığım evde fareler kemirdi, oradan buradan, beni de hayat… Eh siz anlatın ne yapıyorsunuz burada böyle dikilmiş?”

Oğuz, işi şakaya vurdu.

– Avanak ile heykelcilik oynuyoruz.

Avanak Avni sevimli ve muzip gülümsüyordu.

– E, gelin biraz dolaşalım daha sabaha çok var, ayaz burası, üşürsünüz. Sen git. Biz biraz daha kalalım.

– Avanak buz gibi olmuş, bari onu alıp bize götüreyim, ısınır garibim. Hem bana arkadaşlık eder. Koca evde yapayalnız yaşıyorum.

Avanak Avni, izin ister gibi Oğuz Abisine baktı. Oğuz kıyamadı.

– Eh, al götür birkaç hafta sende kalsın, hem çok sıkıldı buralarda…

Ayşenur Baran Turan