Ahşap evlerin sıralandığı dar sokaklarda başıboş yürüyorum, evlerin pencerelerine güneş vurmuş, camların üzerinde aydınlanan parlak ışıklardan süzülüp geçiyorum. İşte önümde bir kapı, üzerindeki tokmakla üç kez vuruyorum. Kapıyı anneannem açıyor, çığlık atıp hemen ona sarılıyorum. “Tıp fakültesini kazandım!” Beni sımsıkı kucaklarken gözlerinden süzülen iki damla gözyaşını saklamaya çalışıyor.

Art arda çalan telefonun sesiyle uyandım, kendimden geçmişim. Anneannemi yine rüyamda gördüm, karışık duygular içindeyim. Tam koltukta uzanmışken sırası mı bu telefonun? Nihayet sustu, annemdir, on dakika sonra tekrar arar. Puslu camlardan dışarıyı seyrediyorum, artık bu şehirden ayrılmanın zamanı geldi. Mecburi hizmetim bitti, İstanbul’a dönüyorum. Yağmur hızlandı.

Gök gürültüleri arasında annemin telefondaki sesini zor duyuyorum. “Tayinin çıkınca maaşın sana yetmez, bir de kira mı vereceksin, anneannenin evinde oturursun” diyor emrivaki bir sesle. Sevinçten havalara uçuyorum. İstanbul’a gitmeyi istiyorum çünkü orada mesleki olarak kendimi daha çok geliştirme imkânım var. Heyecandan yerimde duramıyorum.

Oğluma söylediğimde “Orada kar var mı?” diye soruyor. “Var ama azıcık buradaki kadar çok değil” deyince gözleri buğulanıyor. Haksız da değil çocuk. Çok uzun süren kış günlerinde diz boyu karla yaşamayı öğrenmişti.

– Kar yok ama çok seveceğin gezeceğin yerler var. Anneannen var.

– Dedem de var.

– Haklısın şimdi bana yardımcı ol da hazırlık yapalım.

Yolculuğum İstanbul ile ilgili düşlerimi çocuğuma anlatmakla geçti. Onu birkaç gün annemlere bırakacağım için çok mutlu.

Oturacağım evin sokaklarında dolaştığımda yüzyılların ayaklarımın altından akıp gittiğini hissederim. Evimiz Sultanahmet’te Oyuncu Sokağı’nın en başında yer alır. Ahşap evler karşılıklı olarak dar bir sokakta sıralanmıştır. Bir asrın yükünü taşımaktan hayli yorgun düştüğü için sahipleri dış yüzeylerini betonla kaplayarak onları bugüne ayak uydurmaya zorlamıştı. Bizim ev üç kuşağa ev sahipliği yapmış. Anneannem eve çok iyi bakmış, eski görünüşünü muhafaza etmiş, evimiz sokağın yüz akı olmuştu. Onu kaybedeli yıllar olsa da, bugün bile hatırlarım aramızda geçen konuşmayı. Köşede oturmuş, battaniyesi dizlerinde. Bense yanı başında salya sümük ağlıyordum, Sinan tutuklanmıştı. “Zorluklara karşı güçlü olmayı öğrenmelisin, şu anda senin desteğine ihtiyacı var onun.” “Çok acı çekiyorum nine, sen aşk acısı nedir bilir misin? Dedemle görücü usulü ile evlenmişsiniz, sahiden onu seviyor muydun?” deyince, bakışlarımdan rahatsız olmuş gibi kısık bir sesle “Şikâyetim yoktu, deden iyi bir insandı,” “Bak gördün mü ona âşık değildin bu yüzden benim duygularımı anlaman imkânsız nineciğim,” diyerek ağlamaya devam etmiştim. Sesini yükselterek “Hayata anahtar deliğinden bakıyorsun”. Anneannemin gözleri uzaklara dalmıştı.

Alt kattaki salon ve üst kattaki yatak odaları bizim için yeterliydi. Kitapları çatı katına taşımaya karar verdim. Köşede duran eski radyo, anılarım arasından bana gülümsüyor. Acaba hâlâ çalışıyor mu? Ne çok oynardım düğmeleriyle. Anneannem hep ajans dinlerdi. “Sus, gürültü yapma ajans başlayacak” derdi. Karşımda cam bölümü boşaltılmış eskiden kalma bir büfe. Çekmecesini açıyorum. Elde yapılmış kadife kaplı bir kutu. İçini açıyorum, sararmış eski Türkçe yazılmış kâğıtlar çıkıyor karşıma. Özenle katlanmış. Bütün işlerimi iptal edip hemen bunları çevirtmem lazım. Hızla dışarı çıkıp Ayasofya’nın yanındaki sokağa sapıyorum. Osmanlıca çeviren bir tercüme bürosuna girip, elimdeki sayfaları genç bir kızın önüne bırakıyorum.

– Ne kadar zaman sonra alabilirim?

– Bir saat sonra gelin.

Dolaşmak için bir saatim var. Nereden başlasam, İstanbul’un her yanını çok özlemişim. En çok denizi özledim. Nereye giderseniz gidin bu özlemi içinizden atmak mümkün değil. Bir saat kadar dolaştıktan sonra çeviri bürosuna uğruyorum, genç kız nemli gözlerle kâğıtları uzatıyor. Borcumu sorduğumda yok, diyor. Parkta bir sıraya oturup, okumaya başlıyorum.

Sebeb-i Hayatım,

Buraları İstanbul’da olmaya hiç benzemiyor. Biz ki insanlara can vermeye çalışan hekimler olarak can alıyoruz, can veriyoruz. Makineli tüfeklerin sesi, her yanda top mermilerinin korkunç çığlıkları… Sağımda solumda yere düşen askerlerin bedenleri. Siperdeki düşmanla aramızdaki mesafe çok kısa. Karşılıklı olarak birbirimizi görüyoruz. Tıbbiyeliler olarak ilk günler çok kayıp verdik. Silah ve süngülerle onların etrafını kuşatacaktık, hayli ilerlemiştik beş arkadaş o kadar korkmuştuk ki her yanımız titriyordu. Arkadan gelen marşın sesiyle hepimiz hücum etmeye başladık fakat mitralyözün karşı taraftan açılan top mermileri bizi bir yana savurdu. Ben ölen iki arkadaşın altında kaldığımdan kurtulmuştum. Ölülerimizi toparlamamız için kısa süreliğine ateşkes ilan edildi. Büyük kayıplar verdik. Çanakkale’nin serin gecesinde ölümün kol gezdiği bu yerde seninle geçirdiğim o güzel günleri, gezdiğimiz sokakları, ilk defa seni sevdiğimi söylediğim anları hep hayal ettim. Bu saldırıdan kurtuldum ama başka cephelerde kurtulmam çok zor. Biz buraya vatanımızın kurtuluşu, bağımsızlığı için ölmeye geldik. Benim için acı çekmeni istemiyorum. Üniversiteyi bitir, bu ülkenin senin gibi kadınlara çok ihtiyacı var. Ben sana duyduğum aşkla toprağa gömüleceğim. Dualarını eksik etme.”

Anneannem, acısını yıllarca gizlemiş olan canım ninem. Gözyaşlarımı tutamıyorum, salya sümük ağlarken söyledikleri aklıma geliyor. “Sen hayata anahtar deliğinden bakıyorsun. Eğer insan gerçek aşkı tanırsa onu ömür boyu unutamaz. Âşık olan sevdiği için her şeyi göze alır”.

Evdeki dağınıklığa boşverip Sinan’ının açtığı kitabevine gitmek için yola koyuluyorum.

Özel Atay