Harem Otobüs Terminali’ne adeta koşarak girdim. Önüme gelen ilk otobüse bindim. Yolculardan biri merakla bana baktı.
-Yabancısın herhalde, bizim kasabaya gider bu otobüs, yanlış binme.
-Gitsin! Alsın da beni… Ama biletim yok!
-Ahmet, oğlum arkadaşa bir tabure ver, bilet almamış. Bayram kalabalığı işte.
-Sağ ol kardeş.
-Bizim otobüsler yolcusunu yolda bırakmaz hemşerim.

Tabureyi koltukların arasına koyup, oturdum. İçimde bir ferahlık hissettim, gülümsedim.
Ön camdan dışarıyı göremiyordum. Yan camlardan görebileyim diye kafamı sağa sola çevirdim. Gözüme çarpan, sadece yan koltuğun kavuniçi renkli başlığından taşan bir kadının başını oynattıkça dalgalanan siyah saçlarıydı. Yerdeki halımsı şeyin lekelerini saymaktan başka çarem kalmamıştı.
Otobüse binmem bir şey değiştirmemişti. Koskoca şehir hâlâ üstüme geliyor, beni bunaltmakta inat ediyordu. Nasıl kurtulacaktım? Yaya kaldırımdaki bisikletliler, motosikletliler, kafelerin önündeki masa, sandalye karmaşası, yağmurda hiç aldırmadan beni ıslatan arabalar, kırmızı ışık dinlemeden geçen otomobiller… On dakikada gideceğim yolu neden bir saatte gidip dükkânıma geç kalıyor, kazancım azalıyor, zarar ediyordum? Neden kocaman damperli kamyonlar içime korku salıyor, yaya kaldırımına dökülen kum, evime gitmemi engelliyordu? Asansörde karşılaştığım komşumuz, neden hiç konuşmadığı gibi bir de ters ters bakıyordu? Otuz kırk katlı binaların, gökyüzünü görmeme engel olmalarına da çok kızıyordum. Benim maddi, manevi zararlarımı kim karşılayacaktı?
Otobüs İstanbul’un içinden bir türlü çıkamıyordu. Bostancı, Maltepe, Kartal, Pendik, Kaynarca’da durdu. Sonra Tuzla’da duracaktı. Yolcular birbirini tanıyordu. Ayakta duranlar çoğalınca bayağı sıkıştık. Gerçi İstanbul’da belediye otobüslerinden alışkındım bu duruma. Tıka basa dolu olan otobüs Tuzla’yı geçince, her yerde durmamaya başladı. Otobüs yolculuğum sıkıntılı geçse de bana mutluluk veriyordu, şehrin atmosferinden uzaklaşıyordum.
Ayakta duran otuz yaşlarında adamın kucağındaki bebek ağlamaya başladı. Kalkıp taburemi verdim. Bebeğin sesi kesilince babası gülümsedi bana bakarak. Yan koltukta oturan kadın, “Annesi nerede, emzirsin bebeği?” diye merakla sorunca adam “Annem rahatsız, eşimle kardeşimin arabasında geliyorlar; yer yoktu, biz de otobüse bindik kızımla,” demesin mi? Kalk taburemden ben bakarım kızına demek geldi içimden.
Bebeğin ağlamasını kesmesine aracı olmam, içime sevinç doldururken şehirdeki yaşamımda bendeki eksiklik neydi sorusunu sormaya devam ediyordum kendime. Önceki yıllarda bu duyguyu yaşadığımda bir arayışa girerdim. Her arayanın bulduğu gibi ben de bulabilirdim bir şeyler. Örneğin, huzursuz bir çocukken istediğim verildiğinde ağlamağı keserdim, küçük yaşlarımda çizdiğim bir resim beğenildiğinde mutlu olurdum. Maçta okul takımım kazandığında, iyi karne getirdiğimde sevinirdim. O zaman şehirde beni boğan, kâbuslar gördüren sebep, sadece yaya kaldırımdaki bisiklet veya başka bir şey olamazdı. Şehirde yaşayan herkes için sorun olan olayları, yapılanları sadece ben, bizzat kendim sorun olarak görüyordum.
Bebek gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Bir anda şimşek çaktı beynimde, birden umutlandım. Yapabilirdim. Durdurmalıydım otobüsü. İstemim dışında yüksek sesle “Yapabilirim!” diye bağırdım. Yolcular şaşkınlıkla yüzüme baktı. Devam ettim bağırmağa. “İnmeliyim otobüsten, dönmeliyim şehrime, İstanbul’uma, evime, işime!”
Sanırım yabancı yolcu olduğumdan kimse ses etmedi. Yolcuların arasından bakmaya çalışarak dağ, ova, dere; derenin kenarlarında ağaç, birkaç uçan kuş aradım. Onlarla da yapabileceğimi paylaşmalıydım. İçimde büyüyen sevinçle otobüsü durdurmak istesem de tekrar seslenmeye cesaret edemedim. Zaten muavin mola verileceğini söyledi az sonra.
Molaya kadar bebeğin sanki bana gülüyor gibi uyumasını huzurla seyrettim. Dönecektim koskoca şehre… İstanbul’a…
Muhsin Başaldı
oldukça akıcı bir yazı olmuş 🙂 teşekkürler
BeğenBeğen