Fırıl fırıl fırıldak,

Kalçaları yuvarlak…

Bıkmadılar. Susmadılar.

Bu izbe kasabada yüreğinde kötülükle doğan evlatların tekerlemesiydi. Kadınları, kaba saba erkeklerini sakındılar benden. İçime bakmaya cesaret etselerdi, kalbimde doğan, büyüyen insanın bir erkek olduğunu anlayacaklardı. Annemin oya işleyen elleri benim ruhuma bu narinliği yüklemişti. Bir İstanbul hanımefendisinin oğluydum. Evlenirken çeyiz bavuluna koyduğu “Adab-ı Muaşeret” kitabının her maddesini öğrendim. Kasabanın ruhu karanlık erkeklerinden olamazdım.

Annem, cennetin kapısını tıklatıp içeri girince, babam, cehennemin kapısını bizim eve açtı. Kasabanın oyuncağı olduk. Türlü yalanlarla, babamı cehennem zebanisine çevirip eve gönderen kahve eşrafı, karanlık bir öğle sonrası, “Senin oğlanı çobanla basmışlar” yalanına katıla katıla gülerken, babam eve geldi. O kahkahaların her tonunda tokatladı, tekmeledi, yumrukladı. Kazmayı yerden kapıp son darbesini vuracağı vakit, kalbi ona bir selam yolladı. Olduğu yere yığılıp, can çekişti, uzun bir acının ardından son nefesini verdi.

Kasabalılar çektikleri vicdan azabını bana yükleyip, beni yalanlarıyla yarattıkları adam olmaya zorladılar. Olmayınca, ne “höt” dediler, ne “can” dediler. Benimle sessizce yaşamayı seçtiler.

Kasabalıdan uzak olmak için Ankara’da bir iş buldum. Firmanın çıkardığı her yeni ürünün tanıtımı bana aitti. Aradıklarında gider, iş bitene kadar kalırdım. Bu pis kasabadan sonra gördüğüm tek yer Ankara’ydı.

Yeni bir iş haberinin geldiği sabah, çocuklar ardımdan bağırdılar. Ben fırıl fırıl bir adamdım. Her işe gidiş gününde yaptığım gibi gazetemi alıp ilanlara baktım. Bir umutla kaçışımı arardım. Belki ucuz bir ev, belki daha paralı bir iş, belki eş arayan bir kadın. Bir kurtuluş sözcüğü tarardı gözlerim.

Akşam üzeri yazıhaneye geldim. Biletçi, otobüsü karşılamaya çıkmıştı. Haline bakınca benden daha da acınacak olan yaşlı bir adama takıldı gözlerim. Bavulu eline aldı, bıraktı. Etrafına göz gezdirdi. Tekrar bavula uzanır gibi yaptı. Gözleri hâlâ etrafı tarıyordu. “Ankara yolcusu kalmasın,” diye bağıran muavin yamağına gözlerini dikti. “Ankara mı?” diye seslendi arkasından, “Ankara, dedik ya bey amca!” bavulunu sıkıca kavradı. Ufak adımlarla, sekerek ilerledi. Yazıhanenin ön kapısında asılı çanın sesini duyunca kafamı ön tarafa doğru çevirdim. Çevirirken göz ucuyla yaşlı adamı izliyor, tek başına nereye gittiğini düşünüyordum. Adamın sürüklediği bacağı, kambur sırtı, ürkek bakışları ona sahip çıkılmalı hissini uyandırıyordu. Otobüste yerini alınca bir bakış süresince girdiği hayatımdan çıkıp gitti.

Kapı açıldı. Çıngırtılar duyuldu. Çalan inek çanı, bu unutulmuş kasabanın üç beş ziyaretçisinin habercisiydi. Masasının başında uyuklayan biletçi için takılmıştı. Her geldiğimde sese irkilip kalkar, ağzının kenarından sızan suyu elinin tersiyle siler, “Hoş geldin bay pazarlamacı,” derdi. Gözlerindeki bir avuç çapak birikintisini temizlemeye tenezzül etmeyen bu adam benim mesleğimle dalga geçmekten keyif alırdı. Cevap vermezdim. Yıllar boyunca gittiğim başka bir şehir olmadığından, sormadan bileti keser, avucunun içinde bekletir, bankonun üstüne koyar, oradaki tozları sıyırarak itelerdi.

Ankara otobüsü hareket ettikten sonra çıngırtılar eşliğinde içeri giren biletçi koşarak dışarı çıktı. Islıklar, yüksek sesle bağırmalar, otobüsü yolundan geri çevirdi. Nefes nefese içeri girip “Acele et pazarlamacı, beklemez otobüs, bugün Ankara’ya giden son araba.”

Adamın telaşına dalmış, hızlıca hareket eden kollarına gözlerimi dikmiş, söylediklerini anlamıyordum. Birden yüksek sesle bağırmaya başladı. “Hadi kardeşim, hadi,”

Yerimden kalktım. Otobüse gitmesini işaret ettim. Şoförün ve muavinin dudak hareketlerinden sövdüklerini anlıyordum, bana değildir, diye düşünmek istedim. Bu duruma beni de dâhil eden bu şaşkın adam yüzünden o küfürlerden ben de nasiplenmiştim.

– Ne geldin be adam?

– İstanbul’a gideceğim.

– E, desene baştan.

– E, sorsana baştan.

Bunca yıldır benimle dalga geçen bu adamla eğlenmek hoşuma gitmişti. En yakın otobüs bir sonraki gündü.

Saat sekizde kalkacak otobüs için yedide büronun kapısına dikildim. Yarım saat bekledikten sonra elinde sigarasıyla uzaktan göründü. Kapının ağzına gelince boğazından garip sesler çıkararak ağzının içinde biriktirdiği tükürüğü ayaklarımın kenarına doğru ağzından fırlattı. Cebimden bir sigara çıkardım, yaktım. Cebindeki anahtar yığının içinden kapıyı açacak olan anahtarı ararken çektiğim ilk fırtın dumanını kulaklarına doğru üfledim. Daha çok kıpırdandı. Ellerinin karıştığını görüyordum. Bir daha derin bir nefes çekip üfledim.

– Bana mı halleniyon lan?

Bir nefes daha çekip, kafamı gökyüzüne çevirdim. Döndüğümde kapıyı açmış, beyaz suratı kırmızıya dönmüş diğer elindeki sigarası parmaklarının arasında bitmişti. İzmariti dudaklarına götürdü. Bittiğini anladığında çiğnedi, dişlerinin gıcırtısı kulaklarımın içini sıyırdı. İzmariti tükürdü. Karşısına geçip bacak bacak üstüne atıp oturdum.

Sırt çantamın kenarına kıvırdığım gazeteyi çıkardım. Kurtuluşum olan ilanı okudum. “Ev arkadaşı arıyorum. Bebek’te ailemden kalma evimde tek başıma yaşıyorum. Çalışma imkânım olmadığından dolayı maddi destek almak adına evimin odalarını paylaşacağım kiracılar arıyorum.” İlk kez denk geldiğim bir ilandı. Eleman arayanlar, iş arayanlar, ev arayanlar, kiracı arayanlar ama odasını kiraya veren, ilk kez bu ilanda gördüm. Yaşama açılan kapının anahtarıydı. Büyük şehirde kaybolup giderdim. Kimse sorgulamazdı naifliğimi, belki de alkışlar, hayranlık duyarlardı.

İlanı bir daha okudum. Ya ev sahibi olan adam da bu kasabanın acı veren insanlarından biriyse… Düşünmek istemedim. Bu bir ışıktı ve ben ondan gözlerimi almak istemiyordum.

İlanı bir daha okudum. Boş bir oda! O, odalardan birinde ben yaşamalıydım. Belki denize bakan odayı bana verirdi. Acaba denize bakan odası var mıydı? Aman olmasın, Bebek, annemin hep anlattığı semt, doğduğu büyüdüğü, evlenip bu piç kasabaya gelene kadar mutlu yaşadığı semt. Bende onun yaşadığı mutlulukları yaşayacaktım. Evden çıkıp sahile inince martılar konacaktı ayaklarımın üzerine, denizi kokladığımda gümüş sırtlı balıklar atlayacaktı gözlerimin önünden, caminin bahçesindeki dut ağacından meyveler düşecekti avuçlarıma.

Belki o parkta annem gibi saçlarının her teli ışıl ışıl bir kız görecektim. Ellerim titreyecek, gözlerim kırpışacak, dizlerimin bağı çözülecekti. Çantama sıkıştırdığım, pembe fuları verecektim. Bir nişan olacaktı aramızda. Tanrım, karnımda kelebekler uçuşacak mıydı?

Biriyle evi paylaşmayı düşünmek içimde küçük heyecanlar oluşturdu. Kalbim değişik atıyordu. Sesini duyuyordum. Düşünüyordum nasıl olacaktı? Nasıl olacak ki, eve girdiğimde bir nefes olacak, anahtarımı unuttuğumda biri kapıyı açacak, aradığımda, ekmek alır mısın? Çay bitmiş, kahve alsana, anahtarı kapıdan çektim, diyecekti. Belki de “Sevgilim yanımda sen azıcık geç gelsene,” derdi. Bende elime bir bira alır sahilde oturur, yakar sigaramı onların evde neler yaptığını düşünürdüm.

Gıcık biletçi bağırmaya başladı. “Ankara kalkıyor.” Çantamı sırtladım. Höt kasabamdan İstanbul’a saat sekizde kalkacak otobüsün bir numaralı koltuğunda yerimi aldım. Tekrar aşağı indim. Çantamı bagaja versin diye muavine teslim ettim. Tekrar bir numaralı koltuğa oturdum. Bir daha kalktım, koşarak tuvalete gittim. İhtiyacımı giderdim. Dışarı çıktım. Otobüs hareket etmişti. Koşarak gittim arkasından bağıra çağıra durdurdum. Yerime geçtim.

İstanbul’a kadar molalar hariç şoförün söylenmesini dinledim. Yaşadığım mutluluğun bana verdiği heyecanı nereden anlayacaklardı.

Üç kere mola verdik. Hepsinde de “Vaktinde gel kaçırma,” diye tembihledi. Otobüse binerken tam da kalkıyorduk diye benimle dalga geçti. Bu firmanın çalışanlarının tamamı sorunlu insanlardı. Benimle kendilerini rahatlatıyorlardı. Onlar için sakinleştirici şuruptum. Yazıhanedeki biletçi için diyazem kadar etkiliydim.

Nereden, nasıl gideceğimi çözmeye çalışırken beni bir çırpıda ön koltuğuna oturtan taksi şoförü beş günlük yevmiyemi alarak beni Bebek’e kadar getirdi.

Elimde ilan, evin bulunduğu sokağı arıyordum. Yanımdan geçen her kadının kokusu beni heyecanlandırıyordu. Hepsine birden âşık oldum. Karnımda uçan yüzlerce kelebek vardı.

Elimdeki adresi bulmak için birkaç tur attıktan sonra deniz görmesi imkânsız bir bodrum katına indim. Apartman kapısında duran ayakkabıdan, evin önünde yüzlerce biriken ayakkabılardan, içeri girince yakılan ağıtlardan, boynuma sarılıp ağlayan hiç tanımadığım kadından da anlayamadım evini paylaşacağım adamın öldüğünü.

– Sen kimsin evladım?

– Ben melun kasabamdan mevtayı yaşarken bulmaya geldim.

– Ben ablasıyım, ah evladım ta nerelerden geldin.

Ta nerelerden ne umutlarla geldim. Ta nerelerden ne düşlerle geldim. Ta nerelerden hangi toprağa göz yaşı dökeceğimi bilemeden geldim. Böyle feryat duymayan cenaze ahalisi beni tabutun ilk koluna yerleştirdi. Ev sahibim olmaya ramak kalmış adını bile bilmediğim adamı toprağa verdik. Gözyaşlarım sel olup, elinde şişeyle dolaşan çocuklara fırsat vermedi.

Bir yavuklum olursa boynuna bağlarım diye yanıma aldığım anamdan kalan pembe fuları mezarın başındaki tahtaya bağladım. Yavuklumun hayallerini, denize bakan odayı, kucağıma konacak martıları ta Bebek’ten geldiğimiz Feriköy mezarlığına gömerken, karnımdaki kelebekler öldü.

Zeynep Pınarbaşı