Sürahideki suya aniden mavi bir boncuk düştü. O anda kızımla birlikte olduğum yatak odamızda, çok uzun boylu ve cüsseli, çirkin yüzlü, uzun dağınık siyah saçları kir içinde, kırmızı elbiseli bir kadın belirdi. İleri doğru çıkık üst çenesinde uzun, ayrık dişleriyle bana gülüyordu. On beş günlük kızıma kavuşabilmek için on yıl beklemem gerekmişti. Onu öpmeye kıyamıyor, nadide bir çiçek gibi kokluyordum. Uzun işaret parmağını dudaklarına götürüp sus işareti yaparak “korkma, kaç gündür çağırıyorsun geldim” dedi.

Birkaç yıl önce tedavime devam ederken, kayınvalidemin ısrarı üzerine bulundukları yerdeki bir zatı ziyarete gitmiştik. Nur yüzlü adama durumu anlatınca, birtakım kitaplar çıkardı ve sorulan sorulara verdiğimiz cevaplardan sonra, sağ elinin başparmağı ile diğer parmaklarının boğumlarına dokunup hesaplamalar yaptıktan ve kitap sayfalarını karıştırdıktan sonra, bana çocuğumun olacağını söylemiş, yalnız saydığı isimleri vermememi istemişti.

Yıllar geçince ben bunu unuttum. Kızıma bilmeden istenmeyen adlardan birini koyduğumuzu şimdi anladım. Çok korkmuştum, bağırmak istiyordum, sesim çıkmıyordu. Kayınvalidem her gün bize gelir, eşim işten dönünceye kadar bizde kalırdı. Benim “rahatsız olmayın ben idare ederim” dememe karşılık “kızım loğusalar yalnız bırakılmaz yalnız kalırsan Alkarısı gelir. Loğusaların veya yeni doğan çocukların ciğerini yer, bazıları da atlara, genç kızlara musallat olur” der, korkuyla hemen saçlarımın üstüne taktığı kırmızı tülü, kızımı üstüne iliştirdiği kımızı kurdele parçasını düzeltir, “aman sürahinin üzerini açık bırakma” diye tembih ederdi. Bugün hastalandığı için eve erken gitti. Eşimin gelmesine de çok az zaman kalmıştı, ter içinde titreyip nasıl göndermem gerektiğini bilmediğim için bakışlarımı kızımın üzerinden ayırmadan, kıpırdamadan duruyordum.

Onun “korkma” demesinden benim için yıllar kadar uzun geçen dakikalardan sonra, derinden gelen sesiyle “ben bizim taife ile senin dedenin su kenarındaki değirmenin yanında toplu olarak yaşıyordum. Değirmenin yanındaki konağınızın altındaki büyük ahırda atlarla oynardım. Sevdiğim birine biner yorgunluktan kan ter içinde kalıncaya kadar gezer, sonra yelesini veya kuyruğunu örerek bırakırdım. Bir gece deden bizi gözetlemiş, tam yok olacaktım, beni yakalayıp göğsüme iğneyi batırdı. İnsan şekline girdim. Öldürmemesi karşılığında sizin ailenize hizmet etmeye söz verdim. Yıllar sonra ailenizden biri bana acıdı iğneyi çıkardı, tekrar eski halime döndüm ama bizimkiler insanlara hizmet ettiğim için beni aralarına almadılar, ortada kaldım.” diye daha önce duymadığım şeyler anlatıyordu. Söylediklerinden hiç bir şey anlamadım. Yardım istemek için bağırmak istiyordum. Sesim kaybolmuştu. Sıkıca bebeğime sarıldım, asla ona vermeyecektim.

O sırada eve gelip seslenen eşimin sesini duyar duymaz yok oldu. Hikâyesiyle beni kandırıp bebeğimi elimden alacağını sanıyordu herhalde. Eşim tam zamanında gelmişti, Alkarısı olayını anlattım. İnanmadı. Sürahideki mavi boncuğun nereden geldiğini sordum. Yüzüme dikkatle baktıktan sonra doktorumu aradı. Ona gördüklerimi, kayınvalidemin sözlerini söyledim. “Kayınvalidenizin anlattıkları kadim zamanlardan günümüze kadar gelmiş inançlara bağlı efsanelerden biri. Loğusaların biyolojik ve psikolojik rahatsızlıkları sebebiyle gördükleri halüsinasyonlar var. Postpartum (Loğusalık) sendromu da doğumdan sonraki üç ay içinde ortaya çıkabiliyor. Sizin geçirdiğiniz çok riskli hamilelik, yaptığınız zor doğum, yıllardır yaşadığınız evlat sahibi olamama ve onu kaybetme kaygınız bu durumu açıklıyor” dedi. Sonra telefonu eşime vermemi istedi. Eşim başını olur anlamında sallayarak telefonu kapatıp, odadan çıktı. Düşünceler içinde kalmışken odamıza elinde bir kapla girdi, bardaktaki suyu boşalttı. O suyu getirip bana gösterdi “mavi boncuğu görüyor musun?” dedi. Baktım yoktu.

Nebahat Alptekin