İkisi kışın buz gibi olan üç odalı evimizin sokağı çok sakindi. Hani bir araba geçsin diye insanın yalvarası gelecek kadar sakin. Zaten kışın çamurdan hiçbir araba giremez, teknolojiye ait tüm umutlar yaza kalırdı. Allah’tan o çok sevdiğim, kırbaçlandıklarında yüreğime iniyor hissettiğim hayvanların çektiği arabalar vardı. Bir türlü dalamadığım öğlen uykusu eziyetinde, dört gözle bir at arabası geçsin diye beklediğim sokak, bana istediğimi yollayınca gözlerimi ovuşturur, “Gürültüden uyandım,” diye nasıl da numara yapardım. Sadece bizim sokak değildi böyle uyuşuk uyuşuk duran. Çevredeki diğer sokaklar da aşağı yukarı öyleydi. Ara sıra bahçelerinden çıkan çocuklar da olmasa mahalleye gelen ‘hayalet şehir’ sanırdı. Mahallenin kadınları öyle pek gezmeyi sevmez, alışveriş dışında sokağa çıkmazlardı. Erkeklerin yaşlılarını ise arayan mutlaka kahvede bulurdu. Bizim sokağın asıl özelliği, bir yanının öbür dünya için ayrılmış olmasıydı. Annemin küçüklüğünde buğday tarlası olan alan, daha sonra sokak boyu devam eden bir mezarlığa dönüşmüş. Yani mezarlık sakinlerinin sakinliği, tüm mahalleye en çok da sokağımıza yansımıştı adeta.
Sakin demişken ben çok sakin bir çocuktum. Kız kardeşim ise aksine… Tüm sokaklar ondan sorulurdu. Beni de bahçeden çıkarana aşk olsun. Sadece on dakikalık yakınlıktaki akrabalarımıza buzdolaplarına emanet bıraktığımız et, tereyağı gibi yiyecekleri almaya giderdim ara sıra. Yani buzdolabımız yoktu. Komşularımızın da maddi durumları bizimle aynıydı aşağı yukarı. Tek eğlenceleri önce çocukların yollanıp “Müsaitseniz bu akşam annemler size gelecekler,” formalitesiyle yaptıkları misafirliklerdi. Sohbet, gittikçe koyulaşan çaylar eşliğinde o günkü cenaze törenleri ile başlar, yemek tarifleriyle devam eder, mahalleye ne zaman su geleceği, artık su taşımaktan bıktıklarını ifade eden ahlar vahlarla siyasete bulaşarak biterdi. Yazın büyük bahçemizin altmış yıllık çam ağacıyla ona sarılan mor salkımın altında fıstık kırıp yemek, salıncakta sallanmak, tavukları kovalamak ne kadar zevkliyse kışı evde geçirebilmek o kadar zordu. Son kullanım tarihi çoktan geçmiş olduğundan artık çivi işlemez, neredeyse ince elek gibi olan tahtalarının soğuk geçirme kapasitesi yüzde bin beş yüzdü demek abartı olmaz. Yine de evin bir odasını ısıtma savaşında, yazın tüm aile bireylerinin elverdiğince taşıdığı odun-kömürlerle kışa galip gelen biz olurduk. Odanın kapısına asılan battaniyenin çok kalın formundaki örtü, her giriş çıkışımızda oramızı buramızı dağlamadan duramazdı. Ramazanın havaların iyi olduğu aylara denk geldiği zamanlar, teravih namazı için sokağımızın başındaki camiye giderdik. Şimdi ne kadar küçük gelse de o zamanlar çok büyüktü gözümde. Hayran hayran varaklı kubbesine, avizelerine, nakışlı fayanslarına bakar, yuvarlak levhalarındaki Arapça harfleri merak ederdim. Tabii en fazla vakti, halılarıyla yüz yüze geçirirdik. Namazların secde bölümü kardeşimle bana çok uzun gelir, herkes ne zaman kalkacak diye güya kimseye hissettirmeden etrafı gözetlerdik. Camiden dönüşte mahallemize Kayışdağ’dan su ileten çeşmeye önce ağzımızı dayayıp su içer daha sonra da ellerimizde irili ufaklı ne varsa doldururduk. Eve gidince herkes mutfağın zeminine gömülü küpe elindekini boşaltırdı.
Çocukluğumun çevre sembolü selviler de belki de dünyanın en sakin ağaçları. Huşu içinde bugün kimler gelecek diye bekleyip duruyorlar hâlâ. Bakmayın sakinliklerine en hırçın rüzgâr söz geçiremez onlara. Ne eğilir, ne de bükülürler. Mahalle halkı, bir gün sıranın kendilerine geleceğini, bir selvinin altında sonsuza kadar soluklanacaklarını bildiğinden sanki ölülere okudukları duaların bir kısmını “selviye saygı” başlığında onlara da yollardı.
Zaten mahallede bakkalından, kasabına birbirine saygılı insanlardı. Hepsinin dükkânında hani o ünlü veresiye verenle, peşin satanın hallerini gösterir resimler bulunurdu. Bulunurdu ama veresiye defterleri dolup taşardı. En eğlenceli dükkânlar, kadın berberi denen kuaförlerle şimdi komik gelse de kaçan naylon çorapları tamir eden yerlerdi biz çocuklar için. Kuaförlerdeki kadınların bigudili kafalarının kulaklarında kapatıcılarla sokulduğu koskocaman yumurta yarısı gibi gürültülü makine ile çorap çekme aleti hep ilginç gelirdi bana. Mahalledeki kadınların yaşlıları hariç, saçları ince permalı, bacakları da olmayacak zamanlarda bile ince çoraplıydı.
Annemin babaannesinden kalan evimizin çatı çevresinin tümü oymalı tahtalarla bezenmişti. Giriş kapısının üstündeki oymaların yoğunlaştığı ek kısmı, tümü lâle oymalarıyla donanmış iki kalın direk tutardı. Onların etrafında radyodan ezberlediğim şarkılarla sekerek dolanırdım. Ta ki o güne dek. Babam, on beş günlük yıllık iznini evde geçirirken tamir edilecek yerleri bir bir elden geçirmişti. Çatıda kiremit aktarmış, dış kaplamalarda yama yapılacak yerlere yeni tahtalar çakmıştı. Her evin arka bahçesinde olan lağım çukurunu temizletmiş, hatta kümesi bile yenilemişti. İçinin huzur dolu olduğu, her akşamki rakısını üç dubleye çıkarıp bizim gelecek on yılımızı hayalleriyle planlamasından belliydi. Bu keyfe ortak olmak isteyen, ütülenmiş zabıta üniforması, ciddiyetini korumayı bırakmış, kokartını, armasını, diğer işaretlerini bir kat daha renklendirmiş, konulduğu somyada babamın üstüne atılacak gibi kıpır kıpırdı. Yemek bitince radyo tiyatrosunu dinleyecek sonra uyuyacaktık. Her şey bir gümbürtüyle başladı. Allah’tan tavanın çöken kısmı, tam da masanın ortasına doğru kendini bırakmayı tercih etmişti. Yıkıntıdan ilk nasibini alan, babamın çok sevdiği kavun-peynir ikilisi oldu. Sonra salata, karnıyarık, dökülen rakısının kokusu tüm odayı saran şişe. Korkudan bir köşeye büzüldük kardeşimle. Anneannem, duruma inanamamış deprem olduğunu sayıklayıp duruyordu. Oysa babam evimizin son S.O.S’ini verdiğinin farkındaydı. Aceleyle sofra toplandı. Yüzü sapsarı kesilen babam, çaresizliğini üst üste içtiği sigaralara yükledi bir süre. Sonra birden ayağa kalktı. Testereyi getirmesini istedi annemden. Sokak kapısının önüne çıktı. Bir süre o lâleli direkleri seyretti. Sonra bir baktık ki babam o her yere ulaşan ünlü tahta merdivenini almış direkleri başlamış testereden geçirmeye. Anneannemin feryat figan “Dur oğlum n’olur, yapanların kemikleri sızlar!” diye ağlamasına aldırmadan hem de. Gürültüyü duyan komşular, babamın düşüncesine uyarak direklerin kesimine yardım ettikleri gibi onların desteklediği giriş kısmının üstünü mecburen ortadan kaldırdılar. Evimizin kâkülleri kesilmiş yaşlı bir at gibi ortada kalması anneannemden başkasının umurunda değildi. Sıra odanın tavanına gelmişti. Önce tahtalarla kaplanan tavanın açık kısmının tam altına yan yana dikilen lâle oymalı direklerin, duruma el koydukları, uzun süre kötü olaylara göz açtırmayacakları belli olunca annemin sık sık “Evimizin direği,” dediği babam, verilen rütbeyi hak etmenin gururuyla yatağına gitti.
Sevgi Ünal