Bahçemdeki mimoza kokusunu camıma üfleyen rüzgâr,
“Ben geldim, gidiyorum, kokuma gelmedin” diye sitemi neden?
Evet gelemedim, ama yine onun bir türü değil miydi kollarımda, en güzel günümü sonlandıran?
Üstelik onun kadar özel arkadaşımın hediyesiyken.
Bahçemde kâh yolu bana düşmüş dostun yanındaki kahveye, kâh eskilerde kalan şen kahkahalı bir kahvaltıya eşlik eden yaprakların; şimdi kurumuş, donmuş, ufak sarı toplara dönüşen küçük mimoza çiçeklerine eşlik ediyor.
Yine güzel ve alımlısın, ama evimden başka yerde, bir gösteriden çıkarken arkadaşımın elime tutuşturuverdiği, yürürken bütün caddeyi, evde vazoma koyduğum akşamın sabahını dolduran o büyülü kokun yok artık. Her biri kendini ayrı bir bahar müjdecisi sanan, bir yerden başlayan ama sonra sarı, coşkulu, yaramaz çocuklar gibi sağa sola dağılmaya hevesli, sonu belli olmayan, belki de havaya karışıp hiç alakası olmayan bir yerde insanı yapmak zorunda olduğu işten vazgeçiremeyecek o büyülü kokun… Yerine sana gelemememin vicdan azabı kalmış. İşlerim bitmiş evet, ama doğa artık başka bir yazdaymış.
Elbette bilirim kokusuyla duruşuyla insanı sarhoş eden daha nice çiçekler vardır;
Halamın evine giderken götürdüğüm, sonra yolda dayanamayıp bir iki çiçeğini koparıp cebime attığım, kokusu ile onun vernik kokan konsol takımına ve bana yaşamın tazeliğini hatırlatan, mor renkli tılsımından dışarıya fırlayıp sanki hayatıma sihirli şeyler katıverecek izlenimi yaratan sümbül mesela… Görüntüsünü zaman zaman çamaşırlarımın arasına sıkıştırdığım tombul lavanta torbalarına benzettiğim, en az onlar kadar gizem dolu… Bu aslında sonu olmayan bir gizemler girdabıdır; lavantayı gördüğüm zaman da onun uçsuz bucaksız tarlalarında, yok asla sessizliği bozmayan, sessizliğin belki bir ton ötesinde, yalnızca hislerinle algılayabileceğin, belki de doğanın sadece kendi sesini duyduğu, dinlediği anda binlerce küçük kanadın, binlerce küçük çırpınışla havada bıraktıkları titreşimi hatırladım. Büyülü bir andır bu, lavantanın kokusu ve rengi insanı sarhoş ederken, yaşam senin varlığını kendine katar ve seni etrafını saran binlerce arının lavantaya konup kalkarak kanatlarıyla söyledikleri aşk şarkısının şaşkın, bu büyüyü bozmamak için nefes bile almaya korktuğun izleyicisi yapar. Hayatın boyunca uğraştığın kâh o fazlalığını eksilttiğin, kâh o eksikliğini giderdiğin yaşam sana mükemmelliğini seyrettirir, dinletir; bedenin erir ve ruhun kanatla, koku arasında bir yerlerde yok olur, bu kaybedişi umursamadan.
Ya da bilinen yerlerden bilinmeyen diyarlara giderken yol kenarlarına eşlik eden ayçiçekleri vardır mesela, aynı güneşe dönmüş, sıralanmış. Bazen arkalarını sana döndükleri için aralarında ne konuştuklarını anlamaz, onların aydınlık neşe fışkıran yüzlerini görmediğin için üzgün, konuştuklarını anlayamadığın için kırgın, arabanın camından izleklerini takip edersin. Mutlu ailedir onlar, sonra günün birisinde ayçiçeğinin babasızlık sorunu yaşayanlara iyi geldiğimi öğrenirsin. Başına süslü tacını takmış güleç yüzüyle annene gönderme yaptığın çiçek baban olmuştur artık, onun güneşe dönen yüzüne aydınlık yarınlara yorar, çekirdeklerinin dizilimine bütün nesil akrabaları sıkıştırır, hatta tıkıştırır, sevmediğin birisi ile arana çekirdek çıtlatma mesafesi koyuverirsin.
Daha hayranlık duyacağım niceleri var kuşkusuz, hikâyesini yeni öğrendiğim, atom bombasından tek kurtulan canlı olan Ginkgo ağacı da bunlardan biridir. Nedir ölümsüzlüğünün sırrı? Çocukların dinozorlarla oynadı bunu bilirim, ama ya geleceğin…
Peki, neden onca çiçek varken çiçekleri dökülünce bahçemdeki çalılardan ayırt etmekte zorlandığım mimozaya bu güzelleme? Çünkü sen önümde doğdun, yaşadın ve öldün; evet başka mimozalarım oldu vazolarımın içinde, ama bana en yakınım, sadece sendin, zamansızlıktan yaşarken öldürdüğüm.
Şaheser Yılmaz