“Yine mi davet var? Ne kadar da yoğunum.”

Kızdı içinden biliyorum, “Gideceğimiz yer bir arkadaşımın evi. Geçen gün ofisine gittim, görmeliydin duvarları canlı sarmaşıklarla dolu. Çiçekleri çok sevdiğini ve onların ofise enerji kattığını söyledi.”

“Neyse, o zaman giderken çiçek götürürüz.” diyorum. “Neyi sevdiğini bilmek önemli.”

“Sen iyi hazırlan.” diye tembihliyor. “Son dakikada hazırlanıp çıkma!”

Yetişmek daha önemli bence. Yapılacak işleri sıraya koyuyorum hemen. Yazılacak bir yazı ödevi, köpeği gezdir, rutin ev işleri, kızı okuldan al, kursa götür, oradan eve gel, çok iyi, bana yarım saat kalıyor.

Neyse ki çiçekçi yolumun üstünde. Senelerdir aynı köşede tezgâh açmışlar, karı koca beraber çalışırlar. Bazen iki küçük çocukları da yanlarında olur, kaldırımın bir köşesinde oynarlar.

Beni görünce seviniyor. Kırmızı gülleri gösteriyor, ama aklımdaki çiçek sümbül. Bahar gelmiş uyanın diyor sümbül bukle bukle açan kozalağında.

Biri pembe ikisi mor sümbülleri beyaz kurdeleyle süslediği paketi elime veriyor hızlıca.

Çiçeklerin enerjisine inanırım. Sümbüllerin kokusu yetiyor bu sefer. Zamanında yola çıkıyoruz. Farklı bir davet olacak, hissediyorum. Dilimde Baki’nin dizeleri;

‘Bürüdü kendinin etrâfını bâl ü per ile

Yine tâvûs-sıfat cilveler eyler sümbül.’

“Osmanlı’da ‘sümbüliye’ tarikatı varmış.” diyorum. “Günümüzde olsa üyesi olabilirmişim.”

Garip fikirlerime alışmış olmalı, senden beklenir gibisinden bakıyor.

Beykoz’u geçip Polonezköy’e doğru ilerliyoruz. Yol kıvrıla kıvrıla giderken, şehrin tuzağından uzaklaşıyoruz. Cumhuriyetköy’de evler varmış, sora sora bulunur derler ama navigatör var artık, elimizle koymuş gibi buluyoruz.

Kendimizi doğayla bir bahar kucaklaşmasında bulmak için çok uzağa gitmemiz gerekmiyormuş. İyi ki erken gelmişiz diyorum içimden. Bahar havasında güneş taze gelin gibi süzülürken, İstanbul’un vefalı ağacı erguvanların pembe, mor sabırsız çiçeklerinde kendimi âşık bir ressamın elinden çıkmış bir tablonun içinde buluyorum.

Ne güzel bir bahçe burası.

Çaylar demlenmiş, bir havuzun kenarına oturuyoruz. Yanılmışım, bu bir gölet. Üstünde mavi, beyaz muhteşem çiçekler var. Uzun saplarının üstünde göletin derinliğine aldırmadan yükselmişler.

Büyüleyici geliyor, hoş bir koku yayılıyor bir taraftan.

“Bunlar lotus çiçekleri.” diyor ev sahibi, sümbüllerimi vazoya koyarken. “İlk yaratılan çiçek olduğu söylenir. İlk çağlardan beri her toplumda izine rastlamak olası. Sembollerle kutsanmıştır lotus.”

Kaç kere gördüm ki hayatımda bu çiçekleri?

Hafızamı yoklarsam evet, Mısır’a gittiğimde lotus desenli sütunları görmüştüm, ama canlı olarak ilk kez.

“Yeniden doğuşu simgeler antik Mısır’da.” diyorum.

“Evet.” diyor, “Ayrıca Hinduizm ve Budizm’de de büyük önemi vardır lotus çiçeklerinin.”

“Renkleri ne kadar canlı, gece mavisine bayıldım.”

“Mavi lotus bilgeliğin ve zekânın sembolüdür, beyaz ise saflığı ve aydınlanmayı temsil eder. Mor rengi kendi uyanışındır, kırmızının anlamı hep aynı kalmış.”

Parmağımı kaldırıyorum, “Yani aşk.”

Başıyla onaylıyor.

“Bir de pembe rengi var, Buda’nın gerçek lotusudur. Hinduizm’de lotus sadakat ve ruhun arınmasıdır.”

“Bir öğretmen gibi binlerce yıldır insanlara eşlik etmişler.”

Çok seviniyor bu yorumuma.

“Haklısınız, hatta öğrencileri olarak Mimar Sinan ve Hacı Bektaş Veli’yi sayabiliriz. Selimiye Cami kapısında lotus figürleri vardır.”

Tabii ya, şimdi anlıyorum turistlerin neden uzun uzun incelediğini…

“Bu çiçekler evreni temsil eder. Gece kapanır ve çamurlu suyun içine başını sokar, gece gelseydiniz yalnızca karanlık suları görecektiniz, ama güneşin doğmasıyla tekrar suyun yüzüne çıkar ve çiçeğini açar. Yapısı sebebiyle üzerinde değil çamur, tek bir toz tanesi bulamazsınız. Bu yüzden saflığı ve ruhun arınışını simgeler, her gün yeniden açması ise yeniden doğuşu.”

Mevlana canlanıyor gözlerimin önünde. Hayallere dalıveriyorum. Semazen olmuşum, ustamı selamlıyorum tüm insanlığın nezdinde ve evrenin sonsuz döngüsünde dönmeye başlıyorum. Kapalı bir çiçeğin güneşe kavuşması gibi yavaş yavaş açılıyor kollarım iki yana. Döndükçe bırakıyorum dünyevi olan ne varsa arkamda. Bu da bir arınma mı, o yüzden mi çalar ney, neyin sesi hasretin sesiyse bu hasret ruhun ruha kavuşmasının hasreti midir? Işığa açılan lotus gibiyim, rengim beyaz…

Nerden geldi bu öğretiler?

Dudaklarımdan dökülüyor kelimeler.

“Mu kıtası çocuklarıyız.” diyorum.

Atılıyor eşim, konunun gidişinden tedirgin olmuş.

“Aman hocam” diyor “Her akşam kayıp kıta Mu’nun simgelerini öğrenmekten yoruldum. Bugün Naacal tabletlerini deşifre etmesek.”

Gülüyor ev sahibi. “O zaman Yunan mitolojisine bakabiliriz. Apollon yanlışlıkla arkadaşı Hyakinthos’un ölümüne sebep oluyor, sonra bir de bakıyor ki dökülen kanlar yerde bir çiçek; sümbül olup açıyor. Bu yüzden sümbül de lotus gibi yeniden doğuşu simgeler.”

Sevincimden duramıyorum. Yaşam enerjim katlandı bugün. Ah sümbülüm, boşuna yazılmadı adına kasideler.

“Topkapı müzesinde ‘Sümbülname’ adlı bir eser bulunur. Sümbül çiçeğini konuşturan resim ve yazı sanatını bir araya getiren bir eserdir.” diyor ve nazikçe teşekkür ediyor hediyeme.

Hava kararmaya başlıyor. Bu sessiz bahar akşamında çiçeklerin bana bir güven verdiğini hissediyorum. Onlar evrenin bekçileri, güzelliğin yol göstericileri. Bir lotusla insanlık tarihinin bilinmeyen en eski zamanlarına dokunabilirim. Sümbülü koklarken insanların yüzyıllar önceki coşkusunu anlayabilirim.

Doğa gibi gizemli ve ulaşılmaz dünyalarında enerjilerini içime dolduruyorum.

Alev Ramiz