Ablasıyla vedalaştıktan sonra telefonu kapattı ve ağlamaya başladı. Beş gün sonra ilk kez kendi sesini duyuyordu çünkü. Yalnızlığın sağır ve dilsizliğine mahkûm olmuştu. İkinci dil öğrenmek için geldiği bu kentte yalnızlığın dilini öğrenmişti; ‘Bir kentte insanların yalnız olup olmadığını anlamak istiyorsan sokakta sürülerek götürülen valizleri saymalısın kızım.’ dedi kendine. Bir sokakta ne kadar çok valizli insan görürsen o kadar yalnız insan ve o kadar o kente ait olmayan insan vardır.

Bir şey daha var, diye düşündü, memleketinde hiç stüdyo daire olmayışı onu mutlu ediyordu. Çünkü stüdyo daireler de o kentte yalnızlığın hücresini anlatan simgeydi.

Balkonları unutma, dedi kendi kendine. Bazen kendi kendine konuşurdu böyle hatta iki kişilik Türk kahvesi yapar, karşısına koyar, kendisiyle karşılıklı kahve içerdi o zamanlar. Yaşadığı kentte hiç balkon yoktu. Neyse ki kendi ülkesinde balkonlu evler çoktu. Annesine gittiğinde kardeşleriyle yaptığı balkon kahvaltılarını hatırladı, hüzünlendi. Bir ülkenin balkonu çoksa o  ülkenin yalnızları da azdır, diye düşündü. Balkonsuz evler de yalnızlığın hücresidir.

Kalabalık bir ailede büyümüştü. Beş kardeştiler. O gün misafir gelmesin, annesi “Kaldık gene yalnız.” derdi. En yalnız halleriyle bile yedi kişiydiler aslında.

Biraz ruhunu değiştirmek için gazete okumaya başladı. ’83 yaşındaki kadın yalnızlıktan bunalınca banka soymaya kalktı. Yakalanınca artık hapishanede yalnız olmayacağım.’ diye sevindi. Ya yakalanmasaydı, diye üzülürken buldu kendini, kadının endişesini anlayarak. Alttaki habere ilişti gözü; İngiltere’de yedi milyon yalnız olduğu için devlet Yalnızlık Bakanlığı kurmaya karar verdi. Ölenlerin çoğunun hastalıktan değil yalnızlıktan öldüğü anlaşılınca devlet olayı çözmek için çareler aramaya başladı. Nasıl çözecekler acaba? Yalnızların evine her gün misafir mi yollayacaklar.

Londra’da haftada ortalama seksen dört kişinin intihar ettiğine dikkat çekmek için teraslara seksen dört konu mankeni yerleştirildi. İntihar edenlerin genellikle yalnız yaşayanlar olduğuna dikkat çekildi. İntiharı hep savunmuştu ama bu kadarı çok fazlaydı.

Aklına geçen hafta otobüs durağında yanında yere düşen İngiliz kadın geldi. Hemen yanına oturmuş elini tutmuş konuşmaya çalışmıştı. Duraktaki İngiliz adam ise telefona sarılmıştı. İki dakika geçmeden kadının etrafını sarı şeritle çevirmişler boyunluk takmışlar, onu da sarı şeridin dışına çıkarmışlardı. Her şey mükemmel işliyordu ancak kadın ona bakıp ağlıyordu. Niye ağladığını bildiği için karşılıklı birbirlerine bakarak ağlıyorlardı. Çünkü o kadın birinin elini tutmasını istiyor buna izin vermedikleri için ağlıyordu. Elini tutacak kimse yoktu. Her şey teknik biçimde mükemmeldi ama duygu eksikti. Hastayken dünya karşısında acizleşir, küçülürsün hacmin bir nokta kadar kalır. O takılan serumlardan iğnelerden çok o elini tutan sıcaklık iyileştirir insanı. Memleketinde otobüste bayıldığı anı hatırladı. Yankesici ayrı ellemişti, tacizci ayrı ellemişti kendisini. Bir de doktordan çok bilen güzelim yurdum insanları. Kıpırdayamasa da burnuna soğan sürelim, kolonya sürelim diyen seslerle cebini karıştıran yankesiciyi ve memesini elleyeni hissediyordu. İngiliz kadına sorsaydı ihtimal ki, ‘’Haydi senin orada bayılalım boş ver tekniği.’’ derdi. Bu katran yalnızlık insana onu bile dedirtirdi.

‘Evinde ölen kadın ancak iki sene sonra fark edildi. Bu sürede işsizlik maaşı bankasına düzenli yattı.’ Yok, beni bir ayda anlarlar, o kadar uzun sürmez. Kardeşleri, ayda bir mutlaka ararlardı onu. Aman, dedi, dert ettiğin şeye bak, sen öldükten sonra anlasalar ne olur anlamasalar ne olur. Sen zaten bu yalnızlıktan kurtulmuş oluyorsun o zaman.

‘Ünlü yönetmen yeni filmini çekti. Bedava otobüs kartı olan yaşlı ve yalnız bir adamın gün boyu metro ve otobüsle gezmesini konu alan yeni filmi çok beğenildi.’ Midem bulanmasa ben de düşünürdüm dedi.

Kaç gündür gitmesi gerekse bile artık canı bankaya ve markete gitmek istemiyordu. Bankası küçülmüş, makineler yerleştirilmiş, banka memurları işten çıkartılmıştı. Eskiden olsa sadece banka memurunun ‘nasılsınız… güle güle’ demesini duymak için giderdi. Bütün yalnızlar gibi o da makinelerin konulmasından rahatsız olmuştu. Makineler konuşmuyor ki benimle, niye gideyim, dedi kendi kendine.

Ya marketler. Orada da yalnızları hemen tanırdınız. Yalnız olmayanlar, aldıklarını makinelerden tek başına geçirir, hızlıca giderdi. Ama yalnızlar kuyruk oluşturur zaten az sayıda kalmış olan kasiyerlerin ‘nasılsınız… güle güle’ dediklerini duymak için uzun uzun beklerlerdi. Artık karpuzu dilimle alıyordu. Bir dilim karpuz bile yalnızlığın simgesiydi onun için. Babasının koca karpuzu kan ter içinde kalarak sırtında eve getirdiği günü anımsar, her seferinde ağlayarak yerdi o dilim karpuzu.

Kenarda duran selfi çubuğuna baktı. Selfinin adı da ‘yalnız çekim’ olmalı aslında, dedi kendi kendine. Resim çektirecek insanı olmayanların yol arkadaşıydı o çubuk bir bakıma. Yalnız yolculuk yapanların…

Şimdi annesinin balkonlu evinde kardeşleriyle kahvaltı etmek için neler vermezdi. Bugün bir başka yalnızlık duygusu sarmıştı içini. Valiziyle geçen insanları seyretmekten midir nedir içinde tuhaf bir ağlama duygusu vardı. Kendisi gidemediği için belki de bu iç sıkıntısı. Bir şehir hatta bir ülke insana hapishane gelir mi? Geliyor işte… Ne bu kente ne bu dünyaya kök salamadın işte kızım, dedi kendi kendine. Valizler evin oldu o yüzden. Doldur anılarını, doldur acılarını, doldur yalnızlıklarını ve özgürleşmek için bekle artık.

Müzik dinlesem, sesi sonuna kadar açsam mı acaba, diye düşündü. Çünkü ne zaman müzik açsa altta oturan kadın kapıyı çalar ‘’Müziğin sesini kısar mısın?’’ diye kavga etmek için gelir, o, ‘’Gel bir kahve içelim.’’ dediğindeyse kadın sinirlenip giderdi. Kapısını çalan biri olması bile o gün mutlu olmasına yetiyordu.

Müziği son sesine kadar açarak dinlemeye başladı…

Çektiğim gönül elinden

Usandım gurbet elinden 

Hiç kimse bilmez halimden…

Nahide Yaran