Uçakla Sinop’a ilk gidişimdi. Yolculuğumuz bir saate yakın sürdü. Uçağın alçalmasıyla gördüğüm muhteşem manzaranın art arda fotoğraflarını çekerken şehri, denizin ortasında yatmış devasa bir balinaya benzettim. Yarımadanın bir tarafında deniz dalgalıyken diğer tarafın sakin bir göl görünümünde olmasına şaşırmadım, çünkü çocukluğumdan beri İç Liman-Dış Liman diye adlandırıldığını biliyordum. Deniz çok dalgalı olduğu zaman yüzmek için diğer tarafı tercih ederdik. Kuş bakışı manzarasının muhteşemliğinden etkilenmemek mümkün değildi, dünyada eşi benzeri var mıdır böyle bir görüntünün acaba diye aklımdan geçirirken kafamda Sinop ile ilgili öykü yazmak beliriverdi.

Babamı ziyaret etmek için gittiğim Sinop’ta günlerim genellikle evde geçmişti. Dönüşüme bir gün kala biraz dışarıda dolaşmak istedim. Rıhtım boyu deniz havasını içime çekerek yürüyüş yaparken bir ara soluklanmak için deniz kenarındaki çay bahçesinde mola verdim. Çayımı yudumlarken birkaç adım önümde hayatta en sevdiğim ikili, uçsuz bucaksız deniz ve gökyüzü vardı ya değmeyin keyfime. Çocukluğumdan beri bende denizin anlamı başkadır, yüzmek apayrı zevktir ama görmek bile içime ferahlık verir. Gökyüzü ve bulutlarda da huzuru bulurum hep. Bir ara telefonla konuşurken birden masamın önüne martı kafilesi geldi, insanlarla iç içe öyle güzel uçuyorlardı ki, ben de telefonumun tuşuna basıp o anı dondurdum. Bir süre sonra saatime baktığımda orada huşu içinde zamanın nasıl geçtiğini anlamadığımı düşünüp tam kalkmak üzereyken öksüren bir teyze “Ah kızım, bacaklarım beni zor taşıyor, biraz burada dinlensem,” diye sızlanarak masanın kenarını tutup yanımdaki sandalyeye oturdu. Selamlaştım ama geç kaldığımı söyleyip yanından ayrılarak ertesi gün İstanbul’a döneceğimden evdekilerin sıkı sıkı tembihlediği Sinop’un ünlü yiyecekleri nokul ve mantısını almak üzere çarşı tarafına yöneldim.

Dönüş için otobüs yolculuğunu tercih ettim. Yol boyunca yalnız kalıp öykümü yazma isteğiyle; terminale erken gittiğimde sürücünün arkasındaki yerime oturarak öyküm için yolcuları gözlemledim. Kimi tek gelmiş kimini de yakınları uğurluyordu. Otobüs hareket etmekte gecikmişti ve yanımdaki koltuk boştu. Tam muavine neden kalkmıyor bu otobüs diye soracağım sırada “Evladım bana yardım eder misin?” diyen beyaz saçlı bir teyze muavinin yardımıyla nefes nefese basamaklardan çıkarak yanıma oturdu. Biraz dinlenince “Merhaba,” dememle başladı sohbetimiz.

– Merhaba kızım, yetmiş altı yaşımda yollarda kaldım.

– Hayırdır teyze niye ki?

– Adım Meliha, eşimi ansızın kaybettikten sonra artık tek başıma seyahat ediyorum.

“Çocukların var mı?” diye soracak oldum, sormasaymışım keşke. İşte o sorudan sonra uzun süre bırakmadı sazı elinden, anlattı da anlattı. Baktım teyze konuşkan, ben de içimden fazla soru sormayayım diye geçirdim. Kafamı sallayarak hı hı diyerek geçiştirirsem susar belki diyordum ama ne mümkün. Bir de yüksek sesle konuştuğu için yakınımızda oturan yolcuların rahatsız olup birbirlerine bakışmalarını görünce iyice tedirgin oldum, kendi yakınım olsa “Biraz alçak sesle konuşsan,” derdim diye aklımdan geçirirken, sürücü ve muavin aralarında konuşup gülüştüler, bu sefer teyze “Bana mı gülüyorlar yoksa?” diye üzerine alınınca içimden bir oh çekip “Sonunda anladı, susacak,” diye sevindim. Bir an önce uyusun diye hiç konu açmıyor, içimdeki benle baş başa kalıp yazacağım öykünün taslağını yapmak, yolculuğumun zevkini yaşamak istiyordum. Hava kararmadan doğanın renk cümbüşünü görmek istesem de ne mümkün, teyzeyi dinlemekten hepsini kaçırıyorum diye hayıflanıyordum içimden.

Çok sürmedi susması, fısıltıyla hayat hikâyesine devam etti. Çocukları gel bizde kal deseler de gitmek istemezmiş “Herkesin kendi düzeni var kızım, yalnızlık zor ama böylesi daha iyi,” dedi. O, çocuklarının oturdukları yerlerden, torunlarına, torun çocuklarına kadar birçok şeyi anlatırken acaba yalnızlık mı bu kadar konuşturuyor insanı diye sorular dolaşıyordu kafamın içinde. Saatler ilerleyip ışıklar kapatıldığında “Artık konuşmayayım uyku vakti,” demez mi? İçimden yine bir oh çektim ama bu sefer iş işten geçmişti. Çünkü görmek istediğim doğanın renkleri, gecenin zifiri karanlığında tek renk olmuştu.

Yol arkadaşım, kesik kesik öksürüğü yüzünden uyumakta zorlanınca bir gün önce çay bahçesinde öksürerek yanıma gelen teyzeyi anımsadım. Masaya tutunduğunda sağ elindeki büyük yanık lekesi gözüme çarpmıştı. Büyükçe bir izdi “Acaba ne yanığı ki çok acımış olmalı” diye düşündüğümü hatırlayıp “yanımdaki teyze o olmasın” diye kendime sorup yan tarafıma döndüğümde teyzeyi uykuya dalmış ve göbeğinin üzerindeki  sol elinin üste olduğunu görünce “Hay Allah uyanmasını beklerim ben de,” diyecektim ki uyur uyanık ellerinin yerini değiştirmesiyle gördüğüm yanık el tesadüfün böylesi dedirtti bana.

Otobüsle dönmeyi, en çok etrafı seyrederim ve hikâyeler bulurum diye istemiştim ama gecenin karanlığında otobüsün tıs tıs sesinin eşliğinde uyuyakalmışım. Alabildiğine büyük çimenliklerde yuvarlanıyor, kelebekler kovalıyor, arkadaşlarımla ip atlıyor, yakan top oynuyordum ki birden kuvvetli öksürük sesi ile gözümü açtığımda, önce günün ağardığını ardından da beton yığınlarını görünce İstanbul’a geldiğimizi anladım. Meliha Teyze’de benimle aynı yerde ineceğini, Harem’de onu kızının karşılayacağını söyledi. Yolculuğumdaki yol arkadaşım yanık elli Meliha teyze baş  kahramanımmış meğer.

Özlem Gemici