Vapur iskeleye yanaşırken sıkıca tuttuğu tahta valizi ile çevik bir hareketle zıplayarak karaya çıktı ve “Eminönü” yazısını okuduğu anda artık yaşayacağı yer olan bu şehir midesinde büyük bir boşluk yarattı. Denizi seyrederken de böyle olmuştu, kendine kızdı.

İstanbul büyük bir kentti, duyduklarından dolayı olsa gerek ön yargıyla yaklaşıyordu. Vasıtaya binmek yerine yürümeyi tercih ederek önündeki yokuşa doğru yöneldiğinde okulun yolunu bulmuştu. Büyük bir dikkatle çevresine bakarken geçen tramvayı hayranlıkla seyretti ve biraz soluklanmak için durduğunda sonbahar olmasına rağmen halen çok sıcak olan hava nedeniyle alnından süzülen terleri cebinden çıkardığı mendil ile sildi.

Ceketini çıkarıp kolunun üzerine düzelterek yerleştirdi ve gömleğinin kollarını kıvırarak biraz olsun serinledi. Ağır adımlarla yürümeye devam etti.

Tayininin İstanbul’a çıktığı günkü gibi ateş bastı, bedenini heyecan sardı. Heyecanını bastırarak, “İşte İstanbul’dayım.” derken sesi titrek çıktı ağzından. Doğduğu şehirden ayrılışı ilk değildi, üstelik memleketinden farklı bir şehirde okumuştu. Her işinin buraya kadar yolunda gitmiş olması iyi idi ama kalacak yerin temini büyük sorundu şimdi onun için. Bunları düşünürken okuluna varmıştı.

Deniz manzarasına hâkim büyük binanın karşısında durdu. Derin bir iç geçirdikten sonra, kalem odasına doğru yöneldi, kapıya geldiğinde yavaşça vurmasıyla hemen “girin” sesi geldi içerden, işte memurun karşısındaydı. Heyecanını bastırmaya çalışarak; “Öğretmenlik görevimin ilk yılı,” derken hafifçe yüzü kızardı. Memur hemen ayağa kalkıp tokalaştı.

– Hocam hoş geldiniz. Kaydınızı yapayım. Kimliğinizi alayım.

Kayıt yaparken hiç durmadan konuştu, sorular sordu, bir yandan da gözü valize takılmıştı,

“Hocam kalacak yeriniz var mı?” dedi, dayanamayıp.

– Maalesef!

– Peki hocam. Revirin yanındaki odada ranzamız ve dolabımız var. Şimdilik sizin işinizi görür ama müdür beye sormalıyım.

– Sağ olun. Kendime bir yer temin edinceye kadar iyi olur.

Derken yüzü aydınlandı genç adamın, biraz olsun rahatlamıştı. Karmaşık duygularla sessizce, beklemeye başladı. Esmer, karayağız delikanlı temiz yüzlü, geniş omuzlu ve atletik bir yapıya sahipti. Çekingen hareketleri dikkat çekiyordu. Duygusal bir adamdı o.  

Her zaman kendini sakinleştirmek rahatlatmak üzere yaptığı gibi, yine ezberindeki Fransızca şiiri içinden mırıldandı. Mesleğe de şehre de yabancı olmanın tedirginliğini biraz olsun üstünden atmıştı atmasına da okulların açılmasına neredeyse bir hafta varken bir de kalacak yer bulmuş olsaydı…

Memur, telefona sarılıp bir şeyler konuştu, gülümseyerek telefonu kapattı ve nihayet oda ona verilmişti. Valizini bırakıp okulu gezdikten sonra müdürle de görüştü.

Sabah kalktığında düne göre daha dinlenmiş ve sakin görüntü içindeydi, önce karnını doyurdu, ardından okulun çevresini görmek üzere çıktı. Fakir bir görüntüye sahipti okulun bulunduğu semt, mahalle aralarına girip, gözüne birkaç ev kestirdi.

Kendi kendine “Okula yakın olmalı.” diye konuştu. Ahşap, üç katlı evin önünde durdu. “Bizimkiler de gelirse.” diye mırıldandı. Bugüne kadar babasından kalan maaşla annesi geçimlerini sağlıyordu ama kendisi de artık öğretmenlikten alacağı maaşla, annesine destek olacaktı. Bu şehirde yaşayanlardan neyimiz eksik diye düşündü.

Odasına döndüğünde kendisini bekleyen biri olduğunu gördü arkadan. Yüzünü görünce bir çığlık atacaktı ki diğer delikanlı eliyle ağzını kapattı. “Niye kapatıyorsun ağzımı?” derken sesi boğuk çıktı. “Okul şu an boş.”

– Eğitimci örnek insan olmalı, bağırma diye yaptım.

Birbirlerine sıkı sıkı sarıldılar. Sırtlarını elleriyle sıvazladılar. İkisi öz kardeş gibi, can ciğer dosttular, arkadaşlıkları çocuk yaşlarında başlamıştı.

– Nasıl buldun beni İzzet?

– Mahmut’cuğum, ben bulurum böyle.

– Artık yalnız değilim.

– Askerlik bitene kadar çarşı izinlerimde görüşürüz.

Uzun uzun sohbet ettiler. Mahmut geleceğe dönük planlarını, İstanbul’a annesiyle kardeşlerini getirmek istediğini, tek aş kaynarsa bereketli olacağını anlattı.

– Mutlaka başınızı sokacak bir eviniz olmalı. Gecekondu bile olur. Dedi İzzet.

– Haklısın. Gerçi bağ eviyle elma bahçelerinin ne kadar edeceğini bilmiyorum ama…

Dedi Mahmut, devam etti. “Bir de kardeşimle ağabeyime sermaye bulabilsem. Meslek ya da iş sahibi yapabilsem.”

Küçük şehirden büyük şehre görevi gereği gelmemiş miydi? Hakkıydı ev sahibi olmak…

– Vicdanlı çocuksun be Mahmut, aileni düşündüğün gibi kendini de düşün…  

– Kardeşlerimin okumasını çok isterdim. Vicdanım el vermez. Aileye sahip çıkma zamanı İzzet. İçime sinmez.

– Kardeşlerinin sana faydasını göremiyorum…

– Ailemi hiçbir zaman yük gibi göremem…

– Mahmut bak ne geldi aklıma, sonraki çarşı iznimde hazır ol! Arkadaşlarla tanıştırayım seni, koca şehirde bir başına olmak zor, hele sen dürüst çocuksun, heba olup gitme…

– Kim bunlar?

– Hepsi Anadolu’muzun çeşitli şehirlerinden gelmiş, birbirlerine yardım edip kenetlenmiş, genç insanlar. Ben de yeni katıldım aralarına.

– Memleketten olan var mı? Nasıl insanlar İzzet? Biraz anlatsana.

– Senin gibi mert, babayiğit, dindar, aptesli, namazlı, iyi insanlar. Hemşehrilerimiz de var tabii. Büyük bir cemaat.

– Cemaat mi?

– İstanbul burası oğlum, seni yutar. Hem cumartesi öğleden sonrası ve pazar günleri boş zaman.  Başın sıkışınca akıl danışacağın bir yer olmalı bu koca şehirde hocam…

– Annemin de endişeleri var, İstanbul kızları oğlumu ya kaparsa, diyor.

İkiside aynı anda güldüler, kahkahaları birbirine karıştı.

– Aklına ve sağduyuna güveniyorum Mahmut.

– Önceliğim yerleşmek, aceleye gerek yok… Hayalimdekileri bir bir gerçekleştiriyorum.

Arkadaşını uğurladı. Odaya geri döndü, derin bir iç geçirdi, gidip yatağının üzerine oturdu, pencereden görünen muhteşem deniz manzarasına baktı.

“İstanbul ilk gözağrım, kim bilir bana neler yaşatacak.”

Güner Başaytaç