Bu şehrin altı dehlizlerle kaplıdır,
İbranice ve Latince fısıldar sırlarını
Hayalleri duvarlara yapışmış kanlara.
Yosunlarını büyüten korkuyu önce buz gibi ensenizde hissedersiniz, sonra iliklerinizde
Keyifli konuşmalar, gülüşmeler… Bunlar yerin üstündedir.
Burası şehrin altıdır,
Gösterinin bittiği yer.
Naos
Sizin de ayakkabı kutuları içine saklanmış hayalleriniz var mıdır? Ben bu alakasız hayalleri yıllardır biriktiririm. Genelde önce bana çok yakın gelen, sonra aramıza yıllar giren gazete köşelerindeki tatil haberlerinde… O kutuyu açtığım zaman bir an Barselona’da bulurum kendimi, bir an Atina’da… Yıllar öncesinin gittiğinizde yapılacak on şey sıralaması değişmiş midir diye düşünür umutsuzluğa kapılırım ama işte bu kez yapılacak on şeyi olmayan, yapılacak tek şeyin o anda orada olmak olan hayalime kavuşmuştum. Bu hayal sınır, renk ve kural tanımaz bir hayaldi; mistik, büyüleyici, romantik, gizem dolu ve işte en önemlisi, zamansız.
O renkli tülleri, maskeleri kutulara hapsederken hep yaşatmaya çalıştığım tiyatro oyunu kostümleri işte orada gerçek kimliğini saklayarak doruklara ulaşıyor ve zamanı, zamansız bir peri masalın dönüşüyordu, imkânsız peri masalına…
“Sana bir sürprizim var” dedi hayal arkadaşım, “ama tadını çıkararak anlatmam lazım. Kahve içelim mi, yok espresso olsun, tam konuya uygun. Offf sabırsızlanıyorum anlatmaya; bugün hemen buluşalım, heyecandan dün akşam uyuyamadım”. Ne olduğunu anlamaya çalıştım, nafile… İlle sesini değil, bakışlarını, ellerini, mimiklerini de kullanmak istiyordu karşımda, her anını özümseyerek.
Sürprizi bir yana onunla kahve içmek bile güzel deyip hazırlandım tatlı bir heyecanla.
Gittiğim yerde masaya oturmadan onu izledim, garip bir mutluluğu içinde zor saklayan taylara benziyordu. Bu heyecan beni de sardı ama kahvemiz önümüze gelip ilk yudumu almadan ne olduğunu anlatmadı.
“Hani hep istediğimiz Venedik Karnavalı vardı ya, gitmek ister misin?”
Dalgamı geçiyor diye yüzüne baktım. Yıllardır onun için özel bir ayakkabı kutusu ayırdığımı bilirdi, gördüğüm her şeyi keser biriktirirdim. Maskeler, tüller, makyajlar… “Paramın olmadığını biliyorsun” dedim sertçe. “Benim de yok” dedi mutlulukla kıpraşarak. “Bir arkadaşımın İtalya’da bir tanıdığı var, arkadaşının çok büyük bir kostüm mağazası varmış (belirtmem gerekiyor ki kiralık bile olsa kostümler çok pahalı) evi müsaitmiş, bizi misafir edebileceğini söyledi ancak bir şartı var karnaval için arkadaşından kostüm kiralamamız lazım mütevazı bir bütçeyle gider, mütevazı bir kıyafet kiralarız, kalacağımız yer zaten hazır.” Aklım kiralayacağım maskeye kaydı birden, tüller yüzümde uçuşuyor, parmaklarım o kostümlerin en mütevazısine dokunuyor, espressomun köpüklü acılığında hayallerimi saran devasa kolalı kurdeleler eriyordu.
“Uygun bilet araştırıyorum” dedi. “Festival haftaya, o zaman biletler çok pahalı, önceden gideriz. Arkadaşımın evi her zaman müsaitmiş, her zaman olduğu gibi yemeği marketten hallederiz. Tamam de! Hadi… Hadi… Hadi…” zıplayıp duruyordu. O mutlu enerji vücut çırpınışlarından onun bedeninden çıkıp biraz elini kollunu rahatlattı sonra aynı muziplikle benim bedenime geçti, beraber zıplamaya başladık.
Sadece on gün vardı festivale ama benim bıcırık biletleri çoktan ayırtmıştı bile, ne kadar uzun zamandır bu gezi için uğraştığını duyunca şaşırdım.
O haftanın nasıl geçtiğini sanırım tahmin edebilmişsinizdir, hayallerimle beslendim, uyudum ve hayat yanımdan akıp geçti.
Bu arada keyfimi bozan şeyler olmadı mı? Tabi ki oldu, ama umursamadım. O kadar mutluydum ki hayatın karanlık yüzünü ancak pembe bir zemin üzerinde görüyordum o sıralar.
Yolun nasıl geçtiğini anlatmama gerek yok, uçak yerine ben sırtımda götürebilirdim o kadar yolcuyu. Zeynep’in arkadaşı tahminimden çok daha sempatik bir İtalyan’dı, zaten evde fazla duran bir adam değildi, çalışıyordu. Yoga öğrencim demişti Zeynep. Luca arkadaşıydı ve ondan bahsetti bize birkaç kez. O işten gelince hep birlikte güzel bahçesinde yoga yaptık, cennette gibiydim.
Yarın da kostüm mağazasına gidip -işte en büyük korkum buydu, kendimi tutamayıp pahalı şeyler kiralamaktan korkuyordum, gerçi en ucuzu bile uçak parası kadar vardı ya neyse… En azından bir evde İtalyan gibi yaşıyorduk; pizzalar, tiramusular ve muhteşem bahçe.- “kıyafet bakmamız lazım” dedi Zeynep heyecanla.
Binanın kapısında bacaklarım titriyordu, bir masalın sihirli kapısından girer gibi. Mağaza ikinci kattaydı. Kapıyı açan 1.80 boyundaki kotlu ve beyaz gömlekli adamın -oysa ben kısa boylu, göbekli şirin bir İtalyan bekliyordum- vücudu da çok güzeldi, bu vücuda bir yüz yakıştırırdım hemen ama yüzünde maske vardı. Bir maskeyi de benim yüzüme taktı, ama önce dikkatli bakışları tüm yüzümü süzdü. Ben Luca dedi “Buranın kuralıdır, artık başka bir dünyadasın ve sen değilsin. Kim olmak istersin?”
Mağazasının sanki sınırları yoktu, sağda ve soldaki camekânlı bölmelerde en güzel kıyafetler olmalıydı, alıcı gözle bakmaya utanarak ilgilenmiyormuş gibi geçtim yanlarından; maskeler, tüller, tüyler bu seremoni arkaya doğru günü kurtaracak kıyafetlere doğru uzanıyordu. Utanarak arkaya yöneldim, gerçekten kıyafetler çok pahalıydı, birisini seçtim ama denemeye gidemeden vücudu durdurdu beni, camekâna yöneltti ve “Bence bunu denemelisiniz” dedi. Umutsuzlukla yüzüne baktım. “bedeniniz” dedi, “çok zayıfsınız bu kıyafeti herkese kiralayamam zaten, bir gecelik kaybolması kimsenin umurunda olmaz.” Ah İngilizcem, keşke gelmeden önce daha çok hatırlatsaydım kelimeleri kendime, bu adamla…

Aynada gözümü kendimden alamadım, “kesinlikle kutsal bir töreni hak ediyor bu değişiminiz” dedi. “Karnaval akşamı Milano Katedrali’ne ne dersiniz?” Sadece gotik bir kilise olduğunu biliyorum” dedim, açıkçası Walt Disney tarzı bir şatoyu tercih ederdim.
Üzerinde kurt uluyan kiliseler bana göre değildi, hele ki o korkunç yaratıkların geceleri canlanıp gündüzleri taşa dönüştüğünü öğrendikten sonra, ama bu yakışıklı adam o üstü kirpiye benzeyen yapıyı, tozpembe yumuşak krema yığınlarından yapılmış bir şatoya çevirebilirdi bu vücutla.
Ben arka taraftaki kıyafetlere gönülsüzce bakarken o bir bakışıyla elbiseyi paket yaptırmıştı bile, ben yine altta kalmamak için ayırdığım parayı ödedim yeni hazineme.
Paketi elime verirken ekledi, “lütfen gecenizi Dimodi Milano katedralinde sonlandırın, akşam yedide sizi orada bekliyor olacağım.”
O kıyafetin avuçlarımın içinde olması beni o kadar mutlu ediyordu ki ona hafif bir baş hareketiyle verdiğim sözü karnaval günü akşamına kadar hatırlamadım bile. Zeynep de benim kıyafetim kadar olmasa da güzel bir kıyafet seçmişti ve bütün gün etrafta dolaşıp, çılgın gibi fotoğraf çektik. Kesinlikle hayatımın en güzel ve büyülü anlarını yaşıyordum.

Hatta görsel muhteşemlikten o kadar yorulmuştum ki, verdiğim söz aklıma gelince huzursuzlanmaya başladım. Neyin kutsanmasıydı bu? Yeterince kutsanmıştım zaten bugünü yaşamakla.
Of, şart mıydı bu akşam olması, ama kıyafetimi yarın sabah teslim etmem gerekiyordu, yeni benin son gecesiydi. Katedralin göğe uzanan kapısında kendimi böcek gibi hissettim ama Zeynep yanımdaydı, bana sıcacık gülümsedi.
Bu gotik kilisenin büyüleyici bir asaleti vardı, sanki dev beyaz bir yarasa kanatlarının altına hazinelerini saklamış, ince kemikleri zarif gotik sütunlara dönüşmüştü. Sadece muhteşem sütunlarını nefes almadan izliyor, izleğimdeki dev yarasadan uzak duruyordum.
İçerisi kalabalık ve karnavaldan kaçmış maskeli değişik kıyafetli turistlerle doluydu. Bu haliyle kilise bir arınma yeri olmaktan çok daha önce filmlerde gördüğüm bir pagan törenine hazırlanır gibiydi. Birden karşımda onu gördüm, başında siyah bir şapka vardı, bu kez sadece gözlerini kapatan bir maske takmıştı, kısa bol pantolonunu uzun çoraplar ve tokalı ayakkabılar tamamlıyordu, üzerine pelerin giymişti, Onu ilk gördüğümde hissettiğim duygulara geri dönmüştüm, büyüleyiciydi… Ortaçağ masalında gibiydim.
Zeynep’le ikimizi dostça selamladı, biraz geçen günümüzden bahsettik ona, gülerek dinledi bizi. Kiliseyi dolaşmaya başladık, Zeynep önde, biz arkada yürüyorduk, zaman zaman aramıza insanlar giriyor ama umursamıyorduk. Zeynep’le arada bir uzaktan bile olsa bakışmamız yetiyordu birbirimize, devasa tablolara bakarken bıraktığım arkadaşımı bir süre sonra tamamen gözden yitirdim. Luca birden saatine baktı ve “aman Tanrım geç kalıyoruz” dedi, “kutsal tören!”, tamamıyla unutmuştum, bıkmıştım bu kutsal törenden ve sanırım kilisenin mistik havası beni tedirgin etmişti. Zeynep’e baktım, kilise iyice kalabalık olmuştu artık, bu adama ne kadar güvenebilirdim, ne kadar tanıyordum… Kilisedeydik ya… güldüm kendime. Beni biraz sürükleyerek kilisenin yan sol tarafındaki neflere geçirdi. İçerisi kalabalıktı ve çıplak olduğunu fark ettiğim çocuk dışında herkes çok güzel giyinmişti, “vaftiz töreni” dedi, “az kalsın kaçıracaktık.” Papaz çocuğuna sıkı sıkı sarılmış olan annenin kulağına bir şeyler fısıldadı ve onu annesinin kucağından çekip alarak suyun içine batırdı, çocuk suyun içinde çırpınıyor, çığlıkları kilisenin altarlarına yapışıyordu. Tören kısa sürdü, üç defa suya batırılıp çıkarılan çocuk şoktan kurtulunca gülümsemeye başladı, annesi onu şefkatle kucakladı ve kalabalık grup kilisenin merkezine doğru ilerledi. Luca “gel buraya” deyip beni sunağın başına getirdi ve ellerini kutsal suyla ıslatıp saçlarımın üzerinde gezdirdi, “kutsandın ve şimdi yeniden doğdun” dedi. Utanmıştım bu saf törenin bir parçası olmaktan, ona olan güvensizliğim birden şefkat duygusuna dönüştü, gülümsedim “yeni bana” dedim. “Daha fazlasını görmek ister misin?” dedi ama yorulman gerekiyor biraz, kutsal rahibeler, yedi tane… Önümde ilerledi, Bema bölümüne girdi, bir nişe dokundu niş arkaya doğru kaydı, şimdi arada ufak bir geçit açılmıştı, “gel” dedi, geçitten geçerken tedirgindim, “ya çıkamazsak dedim” gülümsedi, duvarla kapı arasına dokundu kapanan aralık yeniden belirdi, “geçit her zaman burada” dedi gizli bir sırrı bana vermişçesine. Aydınlık, aşağı doğru inen merdivenleri dikkatle indik. Daha önceden Azize Meryem Kilisesinden biliyordum kutsal rahibelerin kemiklerinin saklandığını ve sadece bazı özel törenlerde tabutlarından çıkarıldığını; her yer tertemiz ve loştu, “burası benim için çok özeldir” dedi “dinle” evet, yukardaki gürültüye inat, hiçbir ses yoktu. Hava temiz ve ferahtı, “ama sadece altı tane var” dedim gülerek, “ah evet dedi diğeri biraz daha uzakta; çok eski bir azize, ama yorgunsun bugün boş ver” “yarın dönüyoruz diye sözünü kestim mutsuzca, lütfen görmek istiyorum, bir daha gelemeyebilirim” gergin yüzü gevşedi, hem dedim şu maskeleri çıkarsak artık… Bu ortaçağ görüntüsü bana iyi gelse de sanki biraz fazla olmaya başlamıştı, “tamam” dedi “ama önce gel şu aradan geçmemiz lazım” eteğimi topladım, burası biraz daha karanlıktı sanki, ışık yavaş yavaş yok oluyor, ayağımın altındaki yer kayganlaşıyordu ama hâlâ onu net olarak görebiliyor, etrafımı tedirgin tedirgin inceliyordum. Aslında romantik bir ortam denebilirdi, bir bakıma… Beni duvarlardan korumaya çalışan eli birden belime kaydı, sesimi çıkarmadım varlığı hoşuma gidiyordu. Sırtımı duvara yapıştırdı kendimi ona teslim ederken elimle maskesine uzanıp hızlıca çektim yüzünden. Allahım bu gözler, fıldır fıldır dönen, kaypak, hilekâr… Birden “beni terk eden sevgilime ne kadar benziyorsun” dedi, “yıllarca bir benzerini aradım, o da Türk’tü. Sizlerle meşgul olan zihnimi tatmin için neler yaptığımı tahmin bile edemezsin” midem bulanmaya başladı şimdi beni yasladığı duvarın nemi buz gibi sırtıma yapışmıştı. Nefesi önümde yüzümü yalıyordu, “Yüzün dedi o kadar pürüzsüz ki onu tanınmayacak hale getirmek için çıldırıyorum.” Gözlerindeki vahşi ışıltıyı görebiliyordum bu gözler tüm yüzü ve vücudu anlamsızlaştırarak gotik ikonlara çeviriyordu. Taşlaşmış vücudu bir canavara dönüşüyordu. Belimi tutup kendine çekti, zorlansam da şokum beni güçsüz bırakmıştı. Kafam allak bullaktı ve kendimi bir türlü toparlayamıyordum, sertçe ittim onu… Bu bakışlar bana kazık atan yıllarca parasızlık çekmeme sebep olan sevgilime ne kadar benziyordu, son kavgamızda aynı böyle bakmıştı bana. Vücudum yavaş yavaş sertleşiyordu o şimdi elini bacaklarımda gezdiriyor şok halinde sayıklıyordu, “bu bacaklarınla mı kaçıp uzaklaştın benden.” Konuştuğu ben değildim artık eski sevgilisiydi. Gözleri karardı ve birden vücudunun gevşediğini hissettim, benim kaslarım ise tüm görsel hafızasını tekrar yaşıyor, nişin kapısından geçtiğimiz andan itibaren gördüğüm her şey birbiri ardına hatırlamaya çalışıyordu, tüm bu görüntülerde işime yarayan bir şey olmalıydı. Ne? Ne? Zamana ihtiyacım vardı, elimle sürekli arkadaki taş zemini yokluyor, nedeni belirsiz halde az önce geçtiğimiz ışıklı, düzenli geniş ferah yerlerde değil de çözümün burada daha derinlerde, daha ilkel de olduğunu düşünüyordum, delice akan fikirler arasında onu daha karanlık yere doğru çektim. Bu adam benim en güzel hayallerimi en mutlu olduğum zamanı çekip almıştı benden, tanımadığım bir kadın yüzünden işkence görmek ya da ölmek üzereydim, aynı eski sevgilimin bana sürekli yaptığı manevi işkenceler gibi… Hayatım tekrar bu cesetlerin zindanı kadar karanlıktı, gittikçe kinim artıyordu, “seni her zaman çok sevdim” dedim sesimi yumuşatarak, “bilmediğin şeyler vardı, ailem…”. Bu Allah’ın cezası duvarda işime yarayacak bir şeyler olmalıydı, bir taşı yerinden oynatmaya başladım, salladım salladım ellimin acısını hissediyordum, boşta kalan kolumla ona sarıldım, “sevgilim” dedim, bana sarılan kolları yumuşadı, tam o anda bütün gücümle taşı kafasına indirdim, başı kanıyordu şaşırmıştı, hırsını toplayıp üzerime saldırmaya hazırlanıyordu ki bir daha bir daha… Biraz çırpındıktan sonra, zindanın karanlığına teslim oldu, “azizeler seni korusun” dedim, “bir daha ki törene kadar uyu kutsal mekanında”. Şimdi siz benim allak bullak olduğumu, ellerimin titrediğini, elimdeki kan izlerinden dehşete kapıldığımı düşünüyorsunuz değil mi? Biz kendi memleketimizde bunlarla yaşamayı, kalbimiz tiz seslerini bastırmayı öğreneli o kadar çok zaman oldu ki, nerdeyse bunlarla büyüdük diyebilirim. Pelerinini çıkardım, onu tekmeleyerek bir kenara aldım, diğer azizelerin bulunduğu alana gelip havadar loş meydanda derin nefesler aldım, saçlarımı ve maskemi düzelttim, eteklerimi kontrol ettim ve aynı dönen merdivenlerden yavaş yavaş çıktım, nabzım düzelmişti. Bu hayvani bir dünyaydı; bazen nefes nefese, bazen diş dişe; bazen avuçlarındaki elin derisinin altındaki damarlardan geçen kanı hissedecek kadar narin, bazen o damarı patlatacak kadar acımasız… Nişli kapıyı tersten açıp, aynı özenle kapattım vaftiz töreni alanında hiç kimse yoktu, içimi titreten tek korku da böylece gitti. Suya eğilip sakladığım kanlı ellerimi yıkadım, kan yoğun ve arsızdı. En son kutsal suyu saçlarıma götürdüm ve Luca’nın yaptığı gibi kendimi kutsadım, şimdi yeni bir bendim. Bir iki sakin nefesten sonra kendimden emin çıkıp Zeynep’i aramaya başladım “neredeydin” dedi, “tablolara bayıldım, Luca nerede?” “Gitti” dedim, “üşüyünce pelerinini bana bıraktı”. “Çok centilmen bir adam” dedi, gülümseyerek “öyle” dedim. “Hadi gidelim, uzun bir gündü.” Kilise şimdi güzellikleriyle ve beyaz rengiyle beni kandıran ama siyah olduğunu bildiğim yarasanın mekânına dönüşmüştü, bana göz kırparak ikimiz de diyordu, mezarlık bekçileriyiz.
İçimde tüm yaşadıklarıma rağmen müthiş bir huzur vardı. Yıllarca her şeye karşı biriktirdiğim öfke sanki boşalmıştı; bir çiçeği ezen ayakkabıdan tut, önünde gözün doyduğu için yiyemediğin her şeye açlıkla bakan gözlere, duyamadığım her söze, duyduğum ama cevap veremediğim her hakarete, her acılı söze, her yenen hakka kadar her şeye biriktirdiğim öfke yerini huzura bırakmıştı sadece. Geçmişle hesaplaşmıştım, hayatım boyunca hak etmeden muhatabı olduğum her şeyden öcümü almıştım, derin bir haz duydum. Yaşamı istediğin gibi yaratma hazzı. Bu bendim işte, yaratan kadar kudretli.
Kilisenin önündeki kalabalık bana hayat verdi, büfeden bir şeyler alırken birden suyu görünce duraksadım, Zeynep’e beni beklemesini söyledim tekrar kiliseye vaftiz odasına gidip şişedeki suyu boşalttım ve vaftiz suyuyla doldurdum, beni bekleyen Zeynep’in soran bakışlarına cevap verdim, “dua etmeyi unutmuştum da…”
Ertesi sabah yeni evimizi terk ederken kiraladığımız kostümler akşam benim daha fazla yaptığım mesai sonucunda yıkanıp paklanıp, poşetlenip yatağın üzerine konulmuştu, olmayan Luca’ya verilmek üzere.
O gezimizden sonra aradan aylar geçti, yine aynı ayakkabı kutusu elimde, bu kez eski sevgilimin ölüm ilanının gazete kupürünü Venedik Karnavalı’nın neşeli, üzgün, somurtkan yüzleri arasına yerleştirdim; kutunun kapağını kapatıp iyice bantladım ve kaldırdım artık son bakiyelerini sıfırladığım hesabımı.
Kadehime vaftiz suyunu doldurdum, bir yudum içip kadehimi havaya kaldırdım ve selam verdim evrene kendi peribolosumdan, dünyayı arındırmaya!
Şaheser Yılmaz

Naos: Kiliselerde halkın ibadet ettiği orta ve yan neflerden meydana gelen mekândır. Naos giriş kısmında ise, iki tarafta, duvarda veya ilk sütunlarda, ya da ilk sıraların birisinde asılı olarak birer okunmuş, kutsanmış su kabı vardır. Bu kaplarda,okunmuş su bulunur ve kiliseye giren müminler sağ elini bu suya batırıp parmaklarının ucunu ıslatır, sonra bu eli ile haç çıkarır. Bu davranışla ibadet yerine girdiğini, tanrı huzuruna geldiğini ifade eder. Daha ilerde, duvarın yanında ya da köşe de bir veya iki günah çıkarma hücresi görülür. Ayrıca giriş kısmının bir tarafında ya bir vaftiz kurnası veya bir vaftiz odası bulunur.