Bu şehre gelişimizin üçüncü yılı. Komşularım selam vermekten fazlasını yapmıyor. Birçoğu onu bile yapamıyor. Göz kaçırmalar, dudak bükmeler, yüzüme karşı küçük hakaretler. Halbuki buraya taşındığımız ilk gün bizi sevgiyle karşılamışlardı. İlk akşam, apartmanın çocuklarının hepsi ellerinde süslü bir tabak, içlerinde birbirinden başka çeşitli yemekler getirmişlerdi. Lütfiye Hanım’ın böreklerinin hâlâ tadı damağımda duruyor. Aralarında anlaştıklarını, gittiğim gün toplantılarında öğrendim. Apartmanın en yaşlısı Nazife Hanım, “buralarda adettir, yeni biri taşındığında komşular aramızda anlaşır, hepimiz farklı yemek yapar, yeni ev sahiplerine bir tabak göndeririz” demişti. Ne sıcak ne düşünceli ne kadar da yakın gelmişti. Uzun zaman Nazife Hanım’ı anne yerine koydum. O melun güne kadar.
Karşı komşumun kızı Seda’nın beni görünce karşısında şeytan varmış korkusuyla kaçtığı ilk sabahı unutamıyorum. Halbuki her sabah, eşim işe giderken kapıda karşılaştığımızda benden aldığı günaydın öpücüklerinin ona ne kadar iyi geldiğini, akşam okul dönüşlerinde evine bile uğramadan yanıma gelip anlatırdı.
“Berrin Abla, bu sabah öperken yüksek notlar al dedin ya, Türkçeden seksen beş almışım, Berrin Abla, bu sabah çok mutlu ol dedin ya bugün sınıf başkanı oldum, Berrin Abla, bu sabah tırnağına taş değmesin dedin ya yanımdaki arkadaşım ip atlarken takılıp düştü ben düşmedim. Sen benim uğurumsun Berrin Abla.”
Şimdi kim onun uğuru olacak. Küçücük çocukların dünyalarındaki bu güzellikleri kirletmeye ne hakları var.
Son beş aydır, bin bir zorlukla aldığımız, içinde huzurumu bulduğum bu ev cehennem kazanına döndü. En büyük odunu da alt komşum attı. Her akşam kazanın ateşini harlıyor.
Nazife Hanım, üç çocuğunu da yurtdışına okumaya göndermiş, sonrasında çocukları bir daha dönmemişlerdi. Her sene onların yanına ziyarete gider, döndüğünde elleri kolları hediyelerle dolu, kitap yazacak kadar çok anıyla dönerdi. Bir sonraki gidişine kadar hikâyeleri bitmezdi. Annemin vefatından kısa bir süre sonra buraya taşındık. Benim annesizliğim, onun evlatsızlığı bizi birbirimize bağladı.
Şehre gelişimizin üçüncü ayında hamile kaldım. Annemin ruhunu bana gönderdiğini düşünüyordum. Çok sürmedi, birkaç ay sonra düşük yaptım. Komşularım el ele verip benim yemeğim, temizliğim, ruhumun iyileşmesi için gereken ne varsa yaptı.
Harika komşuluk ilişkileri vardı. Oldukça aktif, birbirileri ile iletişim halindeydiler. Bu küçük şehrin, kendine has ufacık mahallelerinde insanlar iç içeydi. Her mahallenin insanı, birbirini tanırdı. Senede iki defa tüm mahallenin toplandığı kahvede bahar karşılamaları için eğlenceler olurdu. Bayramlardan önce bahçelerde ya da evlerde toplanıp bir günde herkesin bayram hazırlığı yapılırdı. Tatlılar açılır, dolmalar sarılırdı. Kış gelmeden salçalar yapılır, konserveler hazırlanır, ekmekler açılırdı. Biri hasta olunca çocuğun bakımından, evin temizliğinden, yemeklerin yapımına kadar komşular üstlenirdi.
Hamile kalan kadınlar, dokuz ay sultanlar gibi yaşardı. Her gün biri yemeğini yapar. Her hafta toplanıp temizliği, ütüsü yapılırdı. Başka çocuğu varsa onlarla da ilgilenilir, bebek doğana kadar anne rahat ettirilirdi. Lohusalık dönemi hamilelikten daha güzel geçerdi.
Burada yaşadığım üç yıl içinde dört kez hamile kaldım. Hamileliklerim olumlu sonuçlanmadı. Son gidişimde doktordan hiçbir zaman anne olamayacağımı, eşimle yaşadığımız kan uyumsuzluğumuzun çocuğu öldürdüğünü, yaptığım düşüklerin de bana zarar verdiğini öğrendim. Başka hangi yollara başvuracağımızı soramadım bile. Yıkılmış, paramparça olmuş, ölümü düşünecek kadar ileri gitmiştim. Bu haberi almamın birkaç gün sonrasında doktorun verdiği sakinleştiricilerin hepsini içip intihara teşebbüs ettim. Bu durumun üzerini “zehirlendi” bahanesiyle kapadık. Herkes, hasta ve bitmiş halimi gördükçe “üzülme yeniden hamile kalırsın” diyerek beni teselli ediyordu.
İnsanların tesellilerine dayanamadığım bir gün, Nazife Hanım’a tüm yaşadıklarımı anlattım. “Anne olamayacaktım, buna dayanamayıp kendimi öldürmek istemiştim.” Onunla “başkasıyla evli olsam belki bunları yaşamazdım ama kocamı seviyorum, ya o da aynı şeyleri düşünüyorsa beni boşar da evlat sahibi olmak için başkasıyla evlenirse” diye içimden geçirdiğim zehirli düşüncelerime kadar paylaşmıştım.
Birkaç gün yaşadığım günlerde anormallik görmedim. İlk olarak bende olacak kahve toplantısını iptal ettiler. “Çocuklarını dersleri yoğun ve bu sene kahve toplantılarına ara verdik,” diye bir haber geldi. Bir süre sabahları Seda’ya rastlayamadım. Bunu fark ettikten sonra daha erken kalkıp gözetlemeye başladım. Annesi normalden yarım saat önce okula götürüyordu. Anladığım zaman karşılarına çıktım. Seda’nın o korku dolu gözlerini unutamıyorum. O bakışlardan sonra sessizce kapadım kapımı.
Gelen gidenler azaldı. Yapılan günlere gidemez oldum. Birlikte yapılan etkinliklerin hepsinden diskalifiye olmuştum. Önceleri neler olduğunu anlayamadım. İntihar etmenin günah sayıldığı bu toplumda işlediğim günahın bedelini ödediğimi düşünüyordum. Hayır. Lanetlenmiştim.
Bakkala gittiğim bir gün içerde, bakkalın karısı ve kızı, apartman komşularımdan biri ve başka bir apartmanda oturan kadının ben içeri girince sustuklarını fark ettim. Bakkal kadın, kızını hızlıca dışarı yolladı. Alacaklarımı ararken bulamadığım konserveyi sorduğumda sert bir şekilde “kalmadı” cevabını aldım. İkinci defa aynı yanıtla karşılaşınca ihtiyacım olmayan birkaç şey istedim. Gördüğüm, olduğunu bildiklerime dahi yok denildiğini anlayınca çıktım. Yürüyerek merkezde olan büyük marketten alışverişimi yapıp, taksiyle evime döndü.
Birkaç apartman ileride oturan başka bir komşum doğum yapmıştı. Herkes elini ayağını çekip de yalnız kaldığı bir gün evine gittim. Kendi ördüğüm bebek battaniyesini güzelce hediye paketi yapıp götürdüm. Tereddütle beni içeri aldı. Bebeği salondan alıp, odadaki yatağına götürdü. Onu görmeme, sevmeme izin vermedi. Durumu anlayınca çok oturmadım. Dönerken götürdüğüm hediyeyi tekrar elime sıkıştırıp, kapı dışına itiverdi. Hızlıca yüzüme kapanan kapı, bu mahallede hiçbir kapının bana açılmayacağının habercisiydi.
Bir sabah apartmandan çıkarken çocukların bahçede saklambaç oynadıklarını gördüm. Ebe olan kıza göz kırpıp gizlice saklananlardan birini işaret ettim. Bir anda bağırmaya, çığlık çığlık haykırmaya, ağlamaya başladı. “Hepiniz çıkın, yerlerinizi söyledi” diye haykırıyordu. Hayatım boyunca bu kadar utandığım bir durum daha olmamıştı. Küçücük bir çocuğun hışmı beni yıktı, perişan etti.
Seda bir gün okuldan döndüğünde annesi evde yokken soluğu benim kapımda almıştı. Özlediği gözlerinden belli oluyordu. Birbirimize sıkı sıkı sarıldık. “Annesinin abisini doktora götürdüğünü, bir saat geç kalacağını ve Nazife Hanım’da onu beklemesini tembihlediğini” anlattı. Tedirgin olmuştum. “Sen Nazife ’ye git, annen kızmasın” dedim. “Nazife Teyze uyudu, hep böyle yapar, annem gelene kadar uyur ben de o uyurken kapıyı çekip çıkarım, kendi kendime zile bastım annem gelmiş gibi, çektim kapıyı çıktım. Camdan bakarız Berrin Abla, onlar gelirken ben kapının önüne geçerim, beni içeri al seni çok özledim.” Ağlamaya başladı. Kimse duymasın diye içeri aldım. Camın kenarındaki koltuklarda hem annesinin gelişini gözlüyor hem de konuşuyorduk.
Okulda yaptıklarından, derslerinden, öğretmeninden bahsetti. Aylardır benimle paylaşamadığı yaşadıklarını bir çırpıda anlatıverdi. O gözlerimin içine bakarken, ben de gözlerimi camdan ayırmadan annesinin gelişini izliyordum. “Annem, senin onu kıskandığını söylüyor, senle konuşursam işlerimiz ters gidermiş.” Ne cevap vereceğimi bilemeden dudaklarımı kıpırdatıyor, uygun kelimeleri arıyordum. Neden diye soramadım. Konuşmama fırsat vermeden devam etti. “Lanetliymişsin, sen yaptıkların yüzünden lanetlenmişsin, çocuğun bu yüzden olmuyormuş, kötü biri olduğunu ve seninle konuşursam kötü şeyler yaşayacağımı söyledi. Çocuğu olmayan kadınlar kötü olurmuş.”
Buraya geldiğimden beri tüm yaşadıklarım gözlerimin önünden geçti. Mahallede hiç gitmediğim, ev sahiplerini görünce küçük selamlar verdiğim iki kadın geldi gözlerimin önüne. Biri, iki bina yanda müstakil evde oturuyordu. Kocaman bir bahçesi vardı. Bahar hazırlıklarında neden oraya gitmediğimizi sorduğumda, Nazife Hanım, “aman bırak o meymenetsizi çocuğu yok diye bizim çocuklara bahane buluyor, sevmiyormuş çocukları, yaramazlarmış.” O gün bunları duyunca kadına çok kızmıştım. Haklıydı Nazife, çocuk sevmiyorsa ne işi var, diye düşünmüştüm.
Seda’nın bana sevgiyle baktığını görünce, saçlarını okşamak istedim. Titreyen ellerimi ona doğru uzatırken vazgeçtim. Gözlerimden ayırmadı o çakır gözlerini “göz bebekleri ne olur bana az önce söylediklerimin doğru olmadığını söyle diye yalvarıyordu.”
Bu bir hastalık Seda’cım herkesin başına gelebilir, diyebildim. İçimde çıkan yangını söndürecek gözyaşlarıma baskı uyguluyordum. Küçük bir çocuğun karşısında güçlü durmalıydım.
Annemle Nazife Teyze konuşurken duydum. “Sen babamı annemin elinde alacakmışsın. Dağ gibi adammış babam.” Annem duyduğumu görünce dövdü beni “söylersem, babama söyleyip daha çok döveceğini” söyledi.
– Sen babamdan ne istiyorsun Berrin Abla?
Ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Yapacağıma inanmadığı için kapımı çalmıştı bugün ama yine de benden duymak, emin olmak istiyordu. “Nazife Teyzeni yanlış anlamışsındır Seda’cım” diyebildim. Gereksiz, kaçamak bir cevap vermiştim. Kim bilir daha neler dökülecekti dilinden? Annesini uzaktan görünce hemen kalkıp kapıya çıktık.
“Abimin sık sık doktora gitmesi gerek, ben yine gelirim” dedi. Çantası sırtında alt kata inip Nazife’nin kapısında annesini bekledi.
Seda’nın ardı sıra hemen mutfağa girdim. Komşularımın geldiğim ilk günden beri daha kokusunu duydukları an mest oldukları kekimden pişirdim. Üstümü başımı değiştirip, şıkır şıkır giyindim. Ev ayakkabılarımı çantama atıp, kekimi güzelce sardım.
Müstakil evdeki çocuk sevmeyen komşumu ziyaret vakti gelmişti.
Zeynep Pınarbaşı