Bağdat Caddesi’nin sıradan bir bahar günü; kesilen trafikle birlikte üç şeritlik yol üzerine kurulan kuyruklu piyano ile farklılaşmaya başladı. Caddenin güzide sakinlerinin yanında, burnu havalı hanım ve beyleri, gruplar halinde keyifle dolaşan gençleri şaşkın bakışlarla kaldırımlarda yürüyorlardı. Kiminin ellerinde tasmasıyla yürüyüşe çıkardığı köpeği, kiminin kucağında cins kedisi… Mağazalarda, dükkânlarda çalışan satış elemanları kapı önlerindeydi. Teknik işçiler, iri hoparlörleri yerleştirerek ses sisteminin kurulması için el birliği ile çalışıyorlardı.

Meraklı kalabalık, bitmek üzere olan hazırlıkları fark ederek, piyanonun etrafını sarıp, beklemeye başladı. Geçen her dakika sayılarıyla birlikte uğultuları da arttı. Tuşlara basılarak testler yapıldı. Sokak konseri için her şey hazır. Kalabalığı yararak ön sıralara gelen sıska, kara kuru, kömür saçları iki yandan örgülü, gözleri üzerindeki eski hırkası kadar lacivert, bir kız çocuğu göründü. Nereden baksan en fazla sekiz yaşında. Yıpranmış eteğinin altına giydiği çoraplar bir iki yerden yırtılmış. Bir elinde sakız kutusu, diğer elinde kâğıt mendil kutusu var. Az sonra yağmur yağacak gökyüzü kadar dolu olan gözlerini piyanodan alamıyordu. İsmi Saya.

Saya, ellerinin titremesiyle kutuları yere düşürdü. Etrafa saçılan sakızlara ve kâğıt mendillere kimse aldırış etmedi. Gözünü piyanodan ayırmadan, el yordamı ile bulduğu sakız ve kâğıt mendilleri yerden toplamaya başladı. Aslında o mendillerden birine acilen ihtiyacı vardı. Zira dolu gözlerine, burnunun da akmasıyla dudağının üzerine biriken sümük eşlik etti. Bu arada piyanoyu hazırlayanlar, yaptıkları işten memnun ortamdan ayrıldılar. Saya, neler olup bittiğini anlamaya çalışırken bir yandan minik minik adımlarla sağ tarafa, piyanonun olduğu bölüme yürümeye başladı. O minik adımların onu ne kadar heyecanlandırdığını anlamak için sosyolog ya da psikolog olmaya gerek yoktu. Arkasından insanların “cık cık” seslerine aldırmadan yürümeye devam etti. Piyano ile arasında artık sadece üç beş adım kalmıştı. Gözlerini kapattı, kirpikleri sırılsıklamdı. Ellerindeki kutuları yırtık ayakkabıları içinde ezilmiş ayaklarının önüne bıraktı. Sağa sola baktı. Piyanoya doğru yaklaşma isteğine gem vuramadı. Şaşkın bakışlar arasında piyanonun etrafında gezindi. Minik elleri üzerinde gezindi, hasretle okşadı. Tuşlarla, iki kişilik pufun arasına geldi, durdu. Uzun zamandır ilk kez aidiyet duygusu hissediyordu. Pufa oturdu, tedirgin, ürkek. Tuşlardan birine dokundu. Kalabalık “Hey çekil ordan!” diye uğuldarken, biraz uzakta duran siyah takım elbiseli görevli, kıza doğru hamle yapacaktı ki piyano tuşları, körpe parmaklarla dansına başladı. Beethoven’in Ay Işığı Sonatı güvenli bir kalkan oluşturdu.

Gözlerini kapatan Saya, ezbere bildiği notalarla imdat çığlıkları atıyor, kursağında kalan duygularını ehlileştirmeye çalışıyordu. Onun yakınmalarını fark edemeyen kalabalık, piyano başındaki kızın büyüsüne kapılıp zevkle alkışlıyorlardı. Bir kısmı cep telefonlarını çıkardı, kameraya kaydetmeye başladı. Görevli daha fazla yaklaşamadan olduğu yere mıhlandı. Saya bedenen oradaydı ama bilinci notalarla yitik ülkesine gitmişti. Bir an ay ışığı altında, evlerinin terasında ailece geçirdikleri keyifli zamanlara, bir an ise ay ışığını söndüren savaş zamanlarına… Patlayan bombaların kulakları sağır eden gürültüsünü, toz bulutu griliğini, ölü bedenlerin kırmızıya boyadığı toprakları, gökyüzünden düşen kuşları, notaların yağmuruna hapsediyordu. Küçük boynunu omuzlarının içine çekiyor, dirsekleri inip kalkıyor, bilekleri yukarı aşağı, çember halinde parmak hareketlerine uyum sağlıyor, piyanoya doğru eğiliyor, melodilerle ayin yapıyordu. Zaman zaman çok mağrur, başı yukarda bedeni dik dokunuyor tuşlara. Bastığı her ses anlam yüklü. Gözlerinden ardı ardına gelen gözyaşı fırtınasına aldırmadan, kaybetmişlik hüznüyle çalıyor, çalıyordu… Piyano artık olması gerektiği gibi onun şarkısını söyleyen bir enstrümana dönüştü.

Görevlinin yanına üzerindeki kuyruklu smokini, papyonu ve cilalı ayakkabılarıyla sarışın bir erkek çocuğu ile beyaz elbisesi içinde, balerin topuzu yapılmış siyah saçlarıyla kuğuyu andıran bir kız çocuğu geldi. İkisi de Saya’dan bir, iki yaş daha büyük olabilirlerdi. Herkes kadar şaşkınlardı. Çocuklardan erkek olan dayanamayarak kızın yanına gitti. Pufun boş tarafına oturdu, Saya’nın melodilerle dansına kavalyelik yapmaya başladı. İkisi de melodilerin anlattığı; hayal kırıklığı, iç çatışmalar, umut ve tutkuyla kendilerinden geçtiler.

Kenarda duran kız sinirle kaldırdığı ayağını hışımla yere çarptı, sıktığı yumruğunu diğer elinin avuç içine vurdu. Bu haliyle beyaz kuğudan bir hayli uzaklaşmış, daha çok karabatağa benziyordu. Yerde duran sakız ve kâğıt mendil kutularını farketti. Piyano çalan kızın olduğunu anlar anlamaz tekmeyi savurdu. Kutular devrildi. Hırsını alamamanın kızgınlığı ile sakızların üzerine bastı, ayakucuyla ezdi. Kâğıt mendilleri çiğnedi, poşetlerini patlattı. Devam eden melodi en yüksek ritmine kavuştuğu sırada, piyano başındaki çocuklar da, dinleyenler de kendilerinden geçmişlerdi. Son notalar arka arkaya gelirken iki çocuk artık kendi karargâhlarında tutkularının esiriydi. Saya’nın keşkeleri, çocuğun acabalarıyla kol kolaydı. Saya’yı gösterinin bir parçası olarak algılayan kalabalık, piyanonun son tuşlarına basılmasıyla birlikte ortalık yıkan alkışlarıyla coştu. “Bir daha, bir daha!” tempolarına çocuklar ayağa kalkarak, el ele tutuşarak ve selamlayarak karşılık verdi.

Beyaz elbiseli, programın gerçek sahibesi olan kız Saya’nın yanına gitti. Kolundan çekiştirdi. Mırıldanarak, en kaba haliyle;

“Defol git burdan, seni pislik!” dedi.

Saya rüyasından kâbusuna uyandı. Kızın gözlerinde gördüğü hoşgörüsüzlükle, tahammülsüzlük alışkın olduğu ifadelerdi. Parmaklarını erkek çocuğun elleri üzerinde gevşetti. Çocuğun acınaklı bakan ifadesine de yabancı değildi. Elleri birbirinden ayrıldı. İsmini, kim olduğunu, nereden geldiğini kimsenin bilmediği lacivert gözlü kız, sakız ve kâğıt mendillerinin yanına geldi. Ezilmiş halleriyle, satılamayacak hatta kullanılamayacak halde olmalarına rağmen çömelerek hepsini topladı, kutularına koydu. Bir elin kendisine uzandığını fark etti. Uzanan eli tutarak ayağa kalktı. Elin sahibi, Saya’nın kafasını kaldırıp kim olduğuna bakmasına fırsat vermeden sakız kutusuna elli lira bırakıp, ortadan kayboldu. Teşekkür etmeye dahi fırsat bulamayan Saya, arkasında bıraktığı piyanoya ve çocuklara baktı. Daha önce arkasında bıraktığı güzel hayatına bakmanın üzüntüsüyle… Kutuda sağlam kalan tek bir sakız gözüne ilişti. Koşarak sakızı kendisine eşlik eden erkek çocuğuna verdi. Kalabalık tiyatro izler gibi izliyordu. Geldiği gibi insanların arasına karıştı. O sırada duyulan notalar, insanların ilgisini ondan alıp, piyano başında Mozart’ın Türk Marşı bestesi performansını sergileyen iki çocuğa çevirdi. Saya kaldırıma çıktı. Duyduğu hızlı melodiye ayak uydururcasına koştu, gittikçe tenhalaşan sokaklarda, mahrum kaldıklarına özlemle gözden kayboldu.

Özlem Budak