Aklımın hep bir köşesinde duran, hiç unutamadığım, anlatmayı ötelediğim, belki bir gün hayalimi gerçekleştirdiğimde yazacağım çocukluk yıllarımı not almak üzere bilgisayarımı açtım açmasına da günlerdir dudağımı ısırıp kemiriyor, bir türlü odaklanamıyorum.

En belirgin hatırladığım; tren yolunun bitişiğindeki evimiz her tren geçtiğinde gürültüyle sarsılırdı. Trenin geçerken çıkardığı yüksek dozdaki ses ve sarsıntıya alışık olmayan eve gelen misafirlerimizi oturduğu yerden ok gibi fırlatıp ayağa kaldırır “zelzele oluyor” diye feryat etmelerine sebep olurdu. Ben ve kardeşlerim, alışık olduğumuzdan, birbirimize bakar muzip muzip gülerdik misafirlerin korku dolu hallerine. Çocukluk işte!

Konağımızın yani evimizin tarihçesini eğitimci amcamdan defalarca dinlemiştim. Osmanlı hükümetinin olduğu yıllarda mahallenin kadısı kendine bu konağı yaptırmış, sonra beğenmeyip satmış derlerdi. Alt katı kârgir, iki katı ahşap, üç katlı bahçeli evimiz mahallenin üç konağından biriydi. Bahçesi oyun yerimdi. Çocukken, sokakta oynamama müsaade edilmez, ben de bütün mahalle çocuklarını bahçeye doldurduğumda annem mecbur kalır, ses çıkaramazdı. Bahçede oynarken pencereden gizlice bize bakıp takip ettiğini, bize fark ettirmemek için içeri kaçtığını da bilirdim.

Bir gün, en yakın arkadaşım Güler’le evimizin bahçesinde toprakla suyu karıştırıp elde ettiğimiz çamur tam balçık kıvamına gelmişti. Köfte yapmaya başladığımız sırada benden dört yaş küçük olan erkek kardeşim yanımıza geldi. Annem camdan bana her zaman yaptığı gibi “kardeşine göz kulak ol!” diye seslendi.

– Ne yapıyorsunuz?

– Köfte yapıyoruz. Sen elini sürme! Dedim kardeşime.

– Daha iyi bir fikrim var. Korkutmaca oynayalım mı?

Biraz düşündükten sonra;

– Bodrum olur mu Güler? Hemen başı ile onayladı.

– Olur, ben de sıkıldım köfte yapmaktan.

Ev ile tren yolunun duvarlarının birleşim noktasında, tam köşede, bodruma inen merdiven basamakları karşımıza çıkardı. Kapısı ahşap çengelle tutturulmuştu. Evimizin içinden de bodruma inen basamaklar vardı. Asla bizim o karanlık rutubetli ortama girmemize müsaade edilmezdi. Yasaklar ilgimi çektiğinden bahçedeki kapıdan girmek benim için kolaydı.

Bodrum ise; odun ve kömür yığınlarından başka, eski eşyalar, hasır sepetler, tadilat için malzemelerle doluydu. Karanlıktan korkmazdık, içer girdikten bir süre sonra karanlığa alışırdık.

“Mesela” dedi kardeşim. “Zavallı saf Vesile’yi kandırabiliriz.”

“Evet! O çok aptal bir kız, olur.” dedi Güler

“Hemen ağlar, annem camdan görür bana kızar!” dedim. “Öyleyse, kalabalık olursak anlaşılmaz.”

“Trenin geçtiği anda yaparız, kız ağlasa bile gürültüden kimse bir şey anlamaz.” dedi Güler.

Dakikalar çok ilerlemeden heyecanla, tüm planımızı hazırladık. Bodrum kapısının önündeki eğimli toprak tam bu işe uygundu. Biz üç kafadar, birlikte konuştuklarımızı gerçekleştirmek için kardeşimin yerde açtığı çukuru büyütmeye başladık. Çeşmeden sırayla su taşıdık. Benim çamurdan yaptığım köfteleri çukurun içine atıp büyük çamur çukuru yaptık.

Kardeşim ve arkadaşım Güler sevinçten yerlerinde duramıyorlardı. Onlar bu durumdayken ben olacakları düşünüyor, korkutmacanın sonuçları ne olur, kestirmeye çalışıyordum.

Büyüklerimiz tarafından nasıl karşılanır diye çocuk aklımla kafamda tasarlıyordum. Bir an vazgeçmeyi aklımdan geçirdim, sonra boş ver deyip başımıza geleceklere, olacaklara artık katlanırım diye düşündüm. Kötülük değildi ki niyetimiz, biraz gülüp eğlenmekti.

Heyecanımız yüksek bir noktaya çıkmıştı. Balçık çamurun tam ortasına renkli yaldızlı kâğıtla sarılı olan şemsiye şeklindeki baston çikolatayı dik vaziyette diktim. Normal zamanda çikolatayı çamura koymaya kıyamazdım. Yaptığımız planın son kısmı da bitmişti.

Hep birlikte bahçe kapısından çıktık. Sokakta oynayan bir grup çocuğun yanına vardığımızda, onlara bizim bahçede birlikte oynamayı teklif ettim. Diğer çocuklara bizim bahçe hep cazip gelirdi, hemen kabul ettiler. Birlikte hepimiz bahçeye döndük. Birbirimize bakarak ilerleyip içlerinde kafasının çok çalışmadığını bildiğimiz hedefimize “Vesile gel bak sana ne göstereceğim.” dedim. Merakla ve heyecanla “Ne?” dedi.

– Harika bir çikolata!

– Hani nerede?

– Bak orada!

Güler’le kardeşim yeri işaret ettiler, diğer çocuklar hayretle bakıyorlardı. Kardeşim ve Güler kollarından tutarken ben de ayağını tutup zorla çamura soktum. O anda kahkahayla gülmeye başlayan arkadaşlarımız ve biz haliyle eğleniyorduk. Zafere ulaşmanın keyfiyle Vesile’yi bıraktık, ayakkabısı, çorabı, bacağı çamur içinde kalmıştı. Mıhlanmış gibi kımıldanamadı, ayağına bakarak ağlamaya başladığı sırada trenin düdük sesi duyuldu. Ağlaması trenin gürültülü geçiş sesine, çocukların kahkahalarına karıştı.

Acıma duygum birden ortaya çıkmıştı ama yapacak bir şey yoktu. Yufka yürekliydim, yardım etmek için Vesile’nin ayaklarını çamurdan çıkarmak üzere eğildim.

Derinden acıyla bir inilti duyuldu. Korkunç bir haykırıştı, başımı yerden kaldırdığımda, çocuklar da gülümseyerek başlarını sesin geldiği yöne çevirdiler, kahkahaları yavaşladı ve kesildi. Daha önce hiç görmediğimiz bir çocuk, bodrumun kapısından çıkıp, merdiven basamaklarında durdu. Ufak tefek bedenin insana benzer bir yanı kalmamıştı, ayakları kesik saçları yoktu, hepimiz soluk almayı kesmiştik.

Kız mı oğlan mı olduğu belli olmayan çocuk göz açıp kapayıncaya kadar kayboldu.

Daha önce bilmediğim bir korkuyla titredim. Gördüğümden dehşete kapılmış, sersemlemiştim. Heyecan içinde korkudan tir tir titriyorduk. Kalbim koştuğum zamandan bile kuvvetle çarpıyordu. Olan biteni anlamak beni aşıyordu.

Kendime geldiğimde, çocuklar bahçe kapısından birbirlerini itiştirerekiş kaçmaya başladılar, Vesile de dâhil, kendilerini can havliyle sokağa attılar. Bahçe yine üçümüze kalmıştı.

O gece hiç uyuyamadım. Yatağın içinde dönüp durduğumu bilirim.

Heyecanım günlerce sürdü, anneme babama dahi anlatamadım. Ufacık bir sesten, hareketten ürktüm uzun süre…

Islah olmuştum olmasına da kendimi toparlamam zor olmuştu.

Önce anneme anlatmayı denedim, boşuna çaba harcadım. Büyüklerim hiçbir zaman bize inanmadı. Çocukça buldular anlattıklarımızı, ne söylesem boş… Onlar anlattıklarımıza gülümsediler, ben de bıraktım anlatmayı, zaman içinde unuturum sandım.

Yıllar sonra, okul hayatımın bittiği, çalışmaya başladığım yıldı. Amcam konakla ilgili yine bir şeyler anlatıyordu, kulağıma “kötü ölüm” kelimesi çalındı. Merakla yanına gittim.

– Kötü olan ne amca, kim ölmüş?…

– Konağın eski sahiplerinin bir oğlu varmış.

– Sahiden mi? Anlatsana amca ne olur…

Bize kıyamayan benim naif amcam, ısrarlarıma dayanamadı anlattı.

Konağın yapımı sırsında, sahibi kadı efendi oğluyla konağa bakmağa geliyor, oğlu babasının dalgınlığı sırasında yanından kayboluyor. Trenin acı fren ve düdük sesiyle irkiliyorlar, bir de bakıyorlar ki oğul raylarda yatıyor. Saçları kökünden kopmuş, ayakları kesilmiş…

Treni kullanan makinist; “Raylara kulağını dayamış dinliyordu. Düdük çaldım, frene bastım ama olmadı, kaçamadı, çarptım” demiş.

Duyduklarım, unutamadığım o korkutmaca oynadığımız günü, Vesile’nin yürümemek için direnmesini gözlerimin önüne getirdi. Ağlaması kulaklarımda çınladı. Bu gün bile hâlâ içim acır. Biz çocuklara görünen, oğlan çocuğunun ruhu muydu diye düşünmeden kendimi alamadım…

Güner Başaytaç