Canımın acısını anlamanız için sizin de etinizden et koparmam gerekli. Ucundan giden sadece tüylerim olsaydı yerine yenileri gelir, diyerek aldırış etmeyebilirdim. Artık bir parçam eksik. Kazım, bu sabah halat merdivenden dehlizlere inerken, beni sırtına bağladığı bezin içinde, yine rutubet kokulu duvarlara sürte sürte indirdi. Sırtından yere atıp, savurduğu tekmeyle koca duvarlara çarpa, seke yere düşürdü. Geçmişin izlerini taşıyan, eriyip, çürümüş tahtaların üzerine düştüğümde kuyruğumun ucunu kopardı.
Yedi yıl önce, denizin altında kalan bu kanalların bekçisi Efruz Baba’nın heybesinin içinde, nane ve kekik kokularının eşliğinde buraya geldiğimde denize yakından bakacağım, İstanbul’un sevdasına dalacağım için ürkek ama mutluydum. Efruz Baba’yı ne nane buhuru ne de içtiği kekik çayları kurtardı. Yaşının bedenine hükmetmesi, bu derinliğin yıllarca verdiği nefessizliği, onu yeryüzüne mahkûm etti. O bu dehlizlerden vazgeçmek zorunda kaldığından beri sabahları Kazım’la iniyoruz halat merdivenlerden, beni bile isteye çarpıyor duvarlara, sırtımın bir kısmındaki tüylerim aşındı. “Kel oğlum” diye seviyor beni Efruz Baba, hasta olduğumu zannediyor, ruhu karanlık torununun acımasızlığından neler çektiğimi bilmiyor, geldiğim ilk gün Kazım’ın beni görünce yere tükürdüğünü görmediği gibi, “karanlığında kaybol” dediğini de sağır kulağına denk geldiğinden duymadı. Kazım, o gün küçücük ayaklarıma kocaman ayaklarıyla dokunduğunda içimin titreyişini her gün yeniden yaşayarak hatırlıyorum. Her geçen gün acısını arttırdığı dokunmalar, tekmeler, küfürler tekrardan beni kendi siyahımda yok ediyor.
Kuyruğumun ucunda topaklanan kan pıhtısı yere sürttükçe yeniden kanıyordu. Kuyruğumu kaldırdım, dik tuttum ve gücümün yettiğince karanlıkta dolaştım. Baygın ne kadar yattığımı bilemiyorum ama Kazım gitmişti. Gelmesini bekledim. İp merdivenin duvara kırbaç gibi çarpışı azaldıkça, Kazım’ın pis nefesinin kokusu yaklaşıyordu. Efruz Baba’nın sesini duyduğumda içimden bir an her şeyden vazgeçmek istedim fakat Kazım’ın beni yerde yatarken gördüğünde “Şeytanın hizmetkârı gebermedin mi?” diye sorduğunda içimde sönmeye yüz tutan alev canlandı.
Hiç kıpırdamadan bana doğru gelmesini bekledim. Yaklaşıp tekme atacağı sırada zıplayıp koluna tırnaklarımı geçirdim. Duvarlarda yankılanan bir çığlık attı. Kolundan aşağı doğru sıyırdım kendimi. Elinde tuttuğu mum yere düştü. Diğer lambaları yakamadan ışığını söndürdüm. Ondan uzakta bir köşeye sindim. Kanayan kolunun titreyen elleriyle kibrit arıyordu. El yordamıyla bulduğu feneri yaktı. Kenarda duran suyla kollarını yıkadı. “Seni bu suda boğacağım.” diye tehditler yağdırırken hızla geçtim. Ortalığı zorla aydınlatan fenerin ışığında gördüğü kara gölgenin ben olduğunu çok iyi biliyordu. Koluna sardığı mendille kanayan yerlerini kapadı. Feneri eline alıp peşimden geldi.
Yavruyken geldiğim bu dehlizlerin Yerebatan Sarnıcı’ndan, Kınalı Ada’ya gittiğini, Efruz Baba’nın evlatlarından Rakis’le dolaşa dolaşa öğrenmiştim. Rakis, ben geldiğimde altı yaşına girmiş, sarı tüyleri güneşte altın gibi parlayan ayağı aksak bir kediydi. Kazım’ın acımasızlığının ona hediyesi sakat bir bacaktı. Önceleri uzun süre ortalıkta görünmeyen Rakis’in ölümünü tamamlamak için bir yerlerde kaybolduğunu düşünürken, Kazım’ı hiç bilmediğim gizli bir kapıdan, başka bir odaya geçerken gördüğümde yaşadığı hazin sonu öğrendim. Gizlendim, elindeki fenerin ışığında rutubetli duvarda parlayan kedi bedenlerini görünce onları acımasızca öldürdüğünü anladım.
Kazım’ı peşim sıra sürüklüyorum. Bu dehlizlerin içini benim kadar iyi bilmese de tanıyor. Duvarlar soğuk, nemli ve ölümcül. Efruz Baba’nın ciğerlerini yok eden bu duvarlar, Kazım için henüz tanışmadığı bir bulmaca. Dokunduğunda, dokunarak ilerlediğinde ve duvarların insanı götürdüğü derinlerde neler olduğunu bilmiyor.
Kuyruğumun acısı kalbimin ortasında oturuyordu. Kazım’ın tüm kardeşlerimin yaşadığı sonu yaşamasını istiyordum. Elindeki fenere doğru bir hamle yaptım. Tırmandığım duvardan ellerinin üzerine doğru atladım. Şaşkınlığına yenilmiş ve feneri düşürmüştü. Yuvarlanıp giden fenerin peşi sıra koştu. İşine yaramayacağını anladığında gözlerine bir korku oturdu. Bir kenara çöküp ağlamaya başladı. Tırnaklarımı duvarlara sürtmeye başladım. Gelen tiz ses onu ürkütmüştü. Toyluğunun cesaretini yitirmiş, nerden geldiğini anlamadığı sesin dehşetine kapılmıştı. Son anda Efruz Baba’nın ona olan uyarılarını hatırladı. Oturduğu yerden kalkıp duvarlara ellerini sürte sürte yürümeye başladı. Oyuntuların içine saklanmış kırınca etrafa ışık saçan fosforlu çubuklardan buldu. İkiye bölüp birini eline aldı, diğerini ileriye doğru fırlattı. Gözlerinin içine yansıyan gözlerimin parlaklığının cezbine kapıldı. Beni görebiliyordu. Giydiği korkaklık paltosunu çıkarıp cesaretin yeleğini geçirdi sırtına, avuçlarında ışıldayan çubuğa tekrar baktı.
Bir kediyle nasıl başa çıkacağını bilen Kazım korkusunu yenmişti. Dedesinin öldüğünü ya da kaybolduğunu düşündüğü tüm kedileri gibi bu karanlık çocuğunu da gizli odasının duvarlarına çivileyecekti.
– Senin sonun onlardan daha kötü olacak, seni canlı canlı çakacağım binlerce yıllık bu geçmişin içine.
Elinden yere bıraktığı ışık çubuğunu alarak hızla koşmaya başladım. Çubuğun feri sönene kadar peşimden koşturdum. Hiç bilmediği bir tünelin içinde karanlıkta kalmıştı. Yeniden duvarların üzerinde çubuklardan aramaya başladı. Kalbinin atışını duyuyordum. Duvarın üstüne doğru koşarak hızımı aldım, tırmandığım yerden sırtına atladım, ensesini ısırdım, omuzlarına geçirdiğim tırnaklarımla aşağıya doğru sıyrılarak kaydım. Acıyla haykırdı. Keyiften çıkardığım mırıltılarımı duyuyordu. Beni boğacağını söyleyerek, karanlığın içinde oradan oraya savruldu. Ayaklarına sürtündüm. Üstüme basmaya çalıştı. Ona sürtünüp duvara doğru hamle yapıyordum, her seferinde duvara tosladı. Bunun bir hile olduğunu çözmesi uzun sürmedi. Birkaç tekrar sonrası bekliyor, yavaşça adım atıyor, adım attığı yerin sağlam olduğuna emin olunca ilerliyordu. Nereye gittiğini bilmiyor ama benim de kendimi burada mahkûm etmeyeceğimden emin olduğu için beni takip ediyordu. Belli bir düzende giden ilerleyişi değiştirmek için sinsice duvara tırmandım. İkiye ayrılan yere geldiğinde bana seslendiğini duydum. Çaresizce ne tarafa gideceğini soruyordu. İndiğimiz derinlik nefes almasını zorlaştırmış, ciğerlerine dolan rutubet onu öksürtmeye başlamıştı. Bir yerlerden burnuna gelen yosun kokusunu hissetti. Denize açılacak bir kapı hayal ediyordu. Mırıltılarının içinden işitiyordum söylediklerini. Sessizce çaresizliğini izledim. Yalvaran dili, çıkış yolunu soruyordu. Beklediğim duvarın yanına doğru çağırdım onu. Kafasının üstüne atladım. Yere yığıldı. Benden, buradan kurtuluş olmayacağını anladığında yalvarışları ve haykırışlarına son verdi.
Bir süre dizlerinin üzerine çöküp, avuçlarını açıp dualar okumaya başladı. Bir gün bile ağzından çıkmayan kelimeleri duymak beni daha da neşelendirmişti. Korkunun imanında boğulmaya başladı. Artık Kazım için tökezleme vaktiydi. Seçtiği yönden yoluna devam etti. Gittikçe daralan ve alçalan yolda artık dizlerinin üzerinde ilerliyordu. Daralan göğsünün habercisi artan öksürükleriydi. Peşi sıra takip ediyordum. Arada ayaklarına tırmıklar atıp kaçıyordum. Kendince ona yaptığım hareketleri hesaplamış, tam ona saldıracağım sırada tekmeledi beni. Bu sefer canı yanma sırası bendeydi. Daracık alanda duvara çarpıp sekmem zor olmadı. Beni alt ettiğini düşünüyordu. İlerledi ve geniş, içinde mum yanan bir boşluğa geldi. Yüzündeki gülümsemeyi görebiliyordum. Onu istediğim yere getirememiştim. Onun için hazırladığım acılı sonu uygulayamayacaktım. Kısacak bir zaman içinde ölecekti. Keyifle izleyemeyecektim ölümünü. Mırıltılarımı, ayak seslerimi duymaya çalıştı. Sessizce bekledim. Lal olmuş dillerimiz, sükûneti sağlamış, karşılıklı ölümü bekleyen iki bedene dönüşmüştük. Mumun sönmeye yüz tutmuş ışığında parlayan gözlerimin sönmüş ferini gördüğünü düşündü.
– Sen de burada benimle öleceksin.
Vazgeçmişti. Aslında biraz duvarları yoklasa, yığılmış bedenine can verse, gizli kapıya ulaşacaktı. Yerebatan Sarnıcı’nın altına gelmiştik. Hava deliğinin içinden Yerebatan’a doğru çıktım. Efruz Baba’nın beni bulduğu gündeki gibi gök delinmiş yeryüzünü sularla kaplamaya ant içmişti.
Şimdi Kazım için beklediğimiz son geldi. Dualarının kabul olduğunu düşünüp aldandığı mum ışığının yoldaşlığında yağmur sularının geçip gittiği su kanallarının içine girmişti. Bulunduğu kanalı gören yüksek bir duvarın üzerinde beklemeye başladım. Kanallara dolan su sonsuzluğa akarak Kazım’ı da içine katarak adalara doğru yol aldı.
Zeynep Pınarbaşı