Faytonlara veda ederek başladığım büyükşehir yolculuğum, babamın Ankara’da kiraladığı bir apartman dairesine taşınmamızla noktalanmıştı. Taşranın tek katlı evlerinden sonra kim bilir nasıl anlatmışlardı bana apartmanı? Oysaki benim aklıma ilk kazınan anlamı merdivenlerin tırabzanlarından kayarak inmenin ne kadar eğlenceli olduğudur.

Sokağımız Selanik Caddesi aslında sokak ama adreste cadde diye geçiyor, Kızılay meydanına çok yakın bir konumdaydı. Apartmanın tam karşısında Anayasa Mahkemesi ve sokak boyunca parti binalarının bulunması her yaştan çocuğun olduğu bir sokak için bazen daha eğlenceli olabiliyordu. Parti binalarına girip saklambaç oynamak, yakalandığım olmuştur, sapanla taş atmak gibi. Yine de özgürce gülüp, babamız eve girene kadar oynadığımız bir yerdir anılarımda, benim gibi taşranın güvenli kucağından vahşi ormana atılmış bir kedi için. Hatta bu kedi sokağa çıktığı ilk günlerinde bir duvarın üstüne tünemiş ve oradan inmeyi reddetmiştir.

Kolay değil kendini kabul ettirmek, olduğun gibi kalmak bu vahşi ormanda.

Vahşi ormanın kuralları vardı. Kimileri alfa olarak sözünü dinletiyor, ne derse o yapılıyor, kimileriyle arkadaşlık edilmiyor, bakkalın çocukları, apartman görevlisinin çocukları ayrı bir grup oluşturuyor, ben babamın ne iş yaptığını bilemesem de başkaları için bu kimlikler önem kazanıyordu.

Kendimi tamamen yabancısı olduğum lastik, zıp zıp top gibi oyunlarda iyi olmak için günlerce evden çıkmayıp pratik yaptığım hatırımda. O topların duvarda bugünkü disko ışıkları vari yuvarlak lekeler bırakmasına çok kızan anneme rağmen çalıştım, başımın üstünde sektirirken, arkada ellerimi şipşak yaparken topu düşürmeden yakalayana kadar. Hazır olduğumda tekrar çıktım sokağa. Hiç kimse iyi bir oyuncuyla eş olmak fırsatını kaçırmak istemez. Böyle de oldu. Kulaktan kulağa fıs fıs konuşmalar, sıra oyuna gelince gülücüklere, sarılmalara yerini bırakıyordu. Vahşi ormanda kendimi kabul ettirmiştim.

Hayatımdaki tek mücadele sokakla kalmıyordu. Okul yaşına gelmiş olmamla birlikte evimizin yakınındaki ilkokula kaydetmişti ailem.

Okul fikri bana yabancı değildi, hatta tanıdık bir yerdi. Taşradaki son senemizde yaşım tutmasa da heves ettiğim ve bana anlayış gösterip, istediğin sıraya otur dedikleri için bir süre sabahları okula gidip gelmiştim. Ağlarsam diye kapıda bekleyen anneme el sallayıp, kendimden emin, eve gönderdim. Ürkek kedi değildim artık. Burası benim okulum, hep olmak istediğim yerdi.

Her sabah andımızı okuyarak güne başladığımız okulun da ayrı kuralları varmış meğer. Bu kuralları öğretmenlerin belirlediğini anlamam uzun sürmedi.

Okulumuzda çoğunlukla fakir ve orta halli ailelerin çocukları vardı. Hatta sınıfta imkânları daha iyi olan yalnızca altı çocuk kadardık. Öğretmenimiz Muazzez Hanım benim de dâhil olduğum bu altı çocuğa sürekli övgülerde bulunur, ne kadar örnek öğrenciler olduğumuzu söyler, ailelerimize her fırsatta pohpohlamaktan kaçınmazdı.

İlk okuma kurdelesi bizlere verilir, okuma yarışmalarında hep bizler alkışlanırdık.

Zil çalıp da teneffüs başlayınca öğretmenin hegemonyası biter, tavşan kaç, körebe oyunlarında birlikte oynamanın keyfini çıkarırdık.

Böylece ilk senem geçti.

İkinci sınıfta küme çalışmaları başladı. Çalışkanlar kümesi olarak bilinen altı varlıklı çocuğun bir araya geldiği, herkesin ödevini çok iyi yapıp birinci olduğu ve öğretmenin yapmacıklı alkışlarıyla ödüllendirildiğimiz küme çalışmaları.

En başında hiç hoşlanmamıştım çalışkanlar kümesinde olmaktan. Alkışlanmak ruhumu okşamıyordu. Herkes ödevini nasıl yapacağını bildiği için bir paylaşımda bulunulmuyor, görev dağılımda üstüne düşeni eksiksiz yerine getiriyordu. Heyecan yoktu. Üstelik sınıfın en çalışkanı Şule varken benim küme başkanı olmama imkân ihtimal de yoktu.

İkinci küme çalışmasında sınıfın en kötü kümesi seçilen ki hocamız böyle belirliyordu, kızların yanına gittim.

Bir önceki gibi gruplar kurulmuştu yine. Yanlarına gidip onların kümesine katılmak istediğimi söyledim. Sevinçle kabul ettiler.

Ancak şartlarım vardı. Küme başkanı ben olacaktım ve ben ne dersem onu yapmalıydılar. İtirazsız kabul ettiler.

Yapılacak çok iş vardı, sınıfın en tembel grubunu birinci yapmalıydım. Evimiz okula yürüyerek beş dakika mesafesinde olduğu için kızları okuldan evimize ders çalışmaya getirmekle işe başladım. Bazen benim kızarak, bazen el çırparak yaptığımız bu yoğun çalışmalarımıza böylesine heveslenmelerinde annemin hazırladığı sandviçlerin ve kakaolu sütlerin de payı vardır kesin.

Gerçekten iyi hazırlanmıştık. Sınıfta yedi küme vardı. Küme sunumları başladığında çalışkanlar kümesi ki en kalabalık kümeydi ama bu sefer bir eksikle, her zamanki vazife yaparcasına tekdüze sunumlarını yaptı ve hoca alkışladı. Sıra bize geldiğinde düşündüğümden de kusursuz bir sunum yaptık ve büyük alkış koptu sınıfta. Birinciliği hak ettiğimize şüphem yoktu. En tembel küme çalışkanlara rakip olmuş ve alkışlanmıştı ya, kızlar sevinçten zıplıyordu, ben de mutluydum. Nihayet gerçek bir başarının hazzını duyuyordum.

Ama öğretmenimiz kayırmacılıkta sınır tanımayarak çalışkanlar kümesini birinci ilan etti. Kızların sevinci birden duruldu. Küme başkanı olarak söz aldım ve en çok alkış alan küme olarak birinciliğin bizim olması gerektiğini söyledim.

Öğretmenin cevabı net oldu .”Siz çalışkanlar kümesini geçebileceğinizi mi düşündünüz?”

“Ya siz tüm sınıfın çalışkan olabileceğini düşündünüz mü?”

Geri adam atmadım, bana göre bir küme çalışması böyle olmalıydı.

Yine de sonuç değişmedi.

Birkaç gün sonra annemden, öğretmenin ikinci olduğum ve başarımı düşürdüğüm için üzüldüğünü hayretle duydum.

Umutsuzluğuma kızlardan İnci boynuma sarılarak cevap verdi.

“Sen bizim kraliçemizsin.” dedi.

Bir an gururum okşandı, burnumu havaya kaldırdım, ürkek kedi kraliçe mi olmuştu?

O zamana kadar kızlara neler kattığımın farkında bile değildim. Onlar için bir şeyler değişmişti. Burada bırakamazdım.

“Hayır,” dedim. “Kraliçe yoktur, siz kendi fikirlerinizle, öğrendiğiniz gibi başarmaya devam edeceksiniz.”

İnci tekrar boynuma sarıldı. “Ama sen hep bizim kraliçemiz kalacaksın.”

Alev Ramiz