Kendimi bildim bileli; insan soyunun yüzyıllardır zafiyet gösterdiği o karanlık, derin tutkulara izole, münzevi bir yaşamım oldu. Bunda, mutsuz geçen çocukluk günlerimin; babamın define bulma ihtirası uğruna annemle yaptığı kavgaların; ikisinin birden harcanıp giden hayatlarının ve erken ölümlerinin etkisi büyüktür. Yaşar Kemal’in İnce Memed’i yazmış olduğu söylenen o köyle tanışmamdan sonra; etrafıma özenle inşa ettiğim korunaklı atmosferimin kabukları çatlamaya, tehlikeli sular benim o steril dünyama da sızmaya başladı. Fantastik korku temalı bir roman yazma düşüncemin nüvesi de ilkin burada oluştu. Köyde yaşananlar, üzerinden üç yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen, daha dün gibi zihnimde berraklığını koruyor.
O yaz, Çukurova yaylalarında kamp kurma ve bir yörük obasına birkaç günlüğüne misafir olma niyetiyle; çadırımı, uyku tulumumu, yürüyüş giysilerimi ve kamp malzemelerimi motosikletime yüklenip yola çıkmıştım. Mola vermek ve yiyecek almak için, Adana’nın Kozan ilçesinde, yolumun üstündeki o köyde uygun bir yer bulup motosikletimi park ettim. Meydandaki kahvede, kamp alışverişi yapmadan önce bir müddet soluklanmak için mola verdim. Çınar ağacının gölgesinde; öğlen sıcağında bile serin, püfür püfür esen o yerde pinekleyen köy ahalisinden, gözüme kestirdiğim yaşlı olan ikisine selam verip yanlarına oturdum; çayımı içip dinlendikten, onların memleket nere? İle başlayan sorularına cevap vererek, meraklarını giderdikten sonra; bu kez ben onlara köyde ve yakınlarda görülecek bir yer olup olmadığını sordum. Köy kooperatifinin kurduğu bir kilim atölyesinden söz ettiler, tarifleri üzerine elimle koymuş gibi buldum.
El dokuması kilim desenlerine öteden beri aşinayım, gezdiğim yerlerde beğendiğim, desenlerini farklı bulduğum kilimleri hemen satın alırım; hatırı sayılır bir koleksiyonum olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Eski yörük kilimlerini severim; onlara her dokunuşunuzda, bir kayacın tenine dokunmuş, bir çiçeğin tozuna bulaşmış olursunuz; desenleri hiyeroglif gibidir, tabi ki okuyabilene. Atölyede, eski yeni ayrımına ve ebatlarına göre öbeklere ayrılmış ve üst üste serilmiş olan kilimlerin arasında dolaşıp, bazılarını yakından inceledikten sonra onu fark ettim; eski bir kilim yığınının en altındaydı ve sadece bir kenarını görmem bile, gözlerimin ona takılıp kalmasına, ardından da büyülenmeme yetmişti. Bildiğim hiçbir kök boya bu kilimin astarındaki kızıl tonu veremezdi; kök boyalar ile ilgili bilgime güvenirim ve bu konuda iyi bir arşivim olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Bu kızıl tonun kimyasal bir karışım olmadığı şüphe götürmez bir biçimde ortadaydı; içimden bir ses, kilimin yeryüzüne ait olmadığını haykırıyordu. Ona kavuşma hezeyanıyla; biraz evvel hayranlıkla incelediğim; şimdi ise onun üstüne istiflenmiş alelade birer yük gibi görünen diğer kilimleri hızla, üçer beşer kucaklayarak kaldırdım. Sonunda gizemli sevgili ile aramızda hiçbir engel kalmamıştı. Kızıl çözgüsünün üzerine atkı ile siyah ve gri arasında gidip gelen tonlarda bulut desenleri dokunmuştu. Dikkatlice incelediğimde bu gördüğüm şeyin kollarının, kilimin en alt ucundaki garabet gövdeden çıkarak dallanıp budaklanıp göğe yükseldiğini; birkaç kez birbirlerine dolanıp tekrar çözüldüğünü fark ettim. Yanılmıştım, gördüğüm şey bulut değildi, ancak kımıl kımıl oynaşan kollarıyla bu garip yaratığı tanımlayacak kelime bulamıyordum. Kollarının en üstteki bitim yerleri, baş aşağı eşkenar üçgen şeklindeydi ve her birinin üzerinde, tıpkı bir hayaletin gözleri ve ağzı gibi, üç adet daha da koyu gölge vardı. Ortadaki karanlıkların; diğer bir deyişle ağızların içinden kırmızı alev topları fışkırıyor ve her bir alev parçası kilimin çeperine kırmızı benekler halinde yayılıyordu.
Dokumacı kızı tamamen unutmuştum; tezgâhın arkasında duran karanlık silüet sessizce yanı başımda belirdi. Belli ki kilimleri oradan oraya savuran adamdan rahatsız olmuştu; dağınıklıktan dolayı kendisinden özür diledim; sevimli bir yüz ifadesi takınarak gülümsedim, gözlerimi kırpıştırarak konuşmaya hazırlandım; niyetim o tuhaf kilim hakkında ondan bir şeyler öğrenebilmekti. Ancak kızın gözlerine baktığım anda kilitlendim; tıpkı kilimdeki o garip yaratığın gözleri gibi simsiyah, sonsuz derinlikte bir çift girdap gibiydiler. Ne ağzımı kıpırdatabiliyor ne de gözlerimi onun tekinsiz bakışlarının çekim gücünden kurtarabiliyordum; olduğum yerde bir müddet öylece kaldım. Dokumacı kız; biraz önce serseme çevirdiği adama değil de, bir yoklama memuruna cevap verir gibi, soğuk mesafeli duruşu ile sorularıma, kısa, net ancak tatmin edici olmayan cevaplar verdi. Kilimi daha önce hiç görmediğini, yaşlı kör kadının o sabah getirdiği diğer kilimlerin arasından çıkmış olabileceğini söylerken, bir yandan da bir an evvel çıkıp gitmem için saatine bakıyordu. Öğle tatili olduğunu anlamazlıktan geldiğimde ise imalardan vazgeçip, atölyeyi kapatmak üzere giriş yapısına doğru yöneldi; ardından seğirtirken aklım iyice karışmıştı. Birden en kararlı halimi bürünüp kilimi satın almak istediğimi söyledim. Dudağının ucunda beliren; tepeden bakan insanlara özgü müstehzi gülüşü gizlemeye çalışarak; “kilim satılık değil bayım, kör nine onu Karayatak’a… Ne!… Ne dedim ben? Pardon yanlışlık oldu Karataş’a götürecek ” dedi. Ne kadar dil döktüysem de kilimi satması için onu ikna edemedim.
Köyün toprak yolunu bir aşağı bir yukarı arşınlarken üstümdeki sersemliği biraz atmıştım. Sonra muhtarı buldum, onunla birlikte çevreyi dolaştık. Önümüzde Çukurova boylu boyunca uzanmıştı; pamuk tarlalarına vurmaya başlayan akşamın kızıllığı; köyün yaslandığı tepeye çoktan inmişti. Tepede gezinen, karartıdan ibaret kalabalığın define avcıları olduğunu muhtar söylemeden anlamıştım. Casinolarda gözlerinde dolar işaretleri parlayarak, zombi gibi dolaşan adamlardan tek farkları; doların yerini gümüş sikkelere bırakmış olmasıydı. Babam da onlardan biri olduğu için iyi bilirim. Hazine hayali bu adamların çoğunun beyinlerini uyuşturur, gözlerini kamaştırır, bakar kör olurlar; üstelik gönül gözleri de körleşir, karılarını çocuklarını bile unuturlar. Akşam karanlığı iyice çökünce gezintimizi sonlandırdık; veda edip ayrılmak istediğimde muhtar beni evinde ağırlayabileceğini söyledi. Önce nazik daveti için teşekkür edip, kabul edemeyeceğimi, programımı hali hazırda bir gün aksatmış olduğumu belirttim ise de ısrarlarına dayanamayarak sonunda o gece köyde, muhtarın evinde kalmaya razı oldum; zira o saatten sonra ne kamp kuracak ne de geceyi geçirmek için yakınlarda bir yer arayacak güçte hissediyordum kendimi. Motosikletimi bıraktığım yerden alıp, muhtarın tarifi üzerine, köyün yamacında bir başına duran, üzeri keskin jilet tellerle örülmüş, yüksek bahçe duvarlarının içine kale gibi gizlenmiş muhkem yapıyı bulduğumda şaşkınlığım iyice arttı. Ne duvarlar köye, ne kerpiç ev duvarlara uygundu; hem bu alelade kerpiç evin korunacak, saklanacak nesi vardı? Akşam yer sofrasına oturduğumda neşem yerine gelmişti; yufka ekmeği, kurban bayramından kalma kavurma, vişne hoşafı, cacık ve bulgur aşının her biri ayrı nefasette idi.
Yemekten sonra muhtara, dokumacı kız, yaşlı kör kadın ve kilimden söz ettim. Karısı ile birbirlerine baktılar. Kızın o tuhaf kilimi satmayı reddetmesinin yanında, geri götürüleceği yer konusunda da yalan söylediğini düşündüğümü aktardım. Muhtar önce yutkundu, sofrayı eliyle silkeledi, öksürdü ve yapacak başka bir şeyi kalmadığını anladığı vakit konuşmaya başladı. Karısı ise elinde bakır tabaklarla ayakta kalakalmıştı; ne mutfağa gidebiliyor, ne de yanımıza gelip oturuyordu. Muhtar, kızın adının Şahizar olduğunu, kimi kimsesi olmadığını, arada bir yaylalarda konaklayan göçerlerin dokuduğu kilimleri getiren yaşlı kör kadından başka kimseyle görüşmediğini söyledi. Muhtarın karısı Esme Teyze, “yaşlı kadının köye gelme günü dündü, on beş günden evvel gelmez” dedikten sonra kocasına baktı ve “kilim orada mı kalacak?” Diye sordu. Uzun bir suskunluk hali oluştu, sonra Esme Teyze toparlandı ve ağzında lafları yuvarlayarak; “Yani ben… Hani sen kilimi anlatınca, yaratık falan deyince, biz buralarda korkarız böyle şeylerden oğlum, bu gece de ay tutulması var ya, o bakımda dedimdi” diye mırıldandı, sonra yine kocasına baktı. Muhtar birden doğruldu ve yeniden yerine otururken önce karısına sonra bana doğru döndü ve; “boş ver, batıl itikatlar bunlar; bu devirde ancak cahil, ahmak takımı inanır böyle hikayelere değil mi oğlum” diyerek lafı değiştirdi; ancak bunları söylerken, yüzüne tedirgin bir ifadenin yerleşmekte olduğunun farkında değildi.
Gece yorgunluktan oturduğum yerde sızıp kalmıştım, muhtarın yardımı ile sendeleyerek kalacağım odaya girdim. Esme Teyze’nin hazır ettiği mis gibi dağ kekiği kokan yatağım yerde seriliydi, koynuna kendimi bıraktığım anda uyumaktı niyetim. Ancak yastığa başımı koyar koymaz uykum kaçtı. Kimdi bu Şahizar, kilim de neyin nesiydi, ay tutulmasıyla bütün bunların ne ilgisi vardı? Yaşlı kadın neden, belki de benden başka kimseye cazip gelmeyecek bu ürkütücü nesneyi köye getirmişti, hem kim dokumuştu bu kilimi?
Uyku tutmayınca kalktım camı açtım, köyün sessiz serin gecesini içime çektim. Uzaklardan çakalların kurtların uluma sesleri geliyordu; burada bir ömür geçer dedim kendi kendime. Sonra odanın bir duvarını boylu boyunca kaplayan, belki de yüz yıllık gömme dolap ilişti gözüme. İzinsiz dolap karıştırmanın yanlış olduğunu bile bile kapaklarını açtım. Bu dolaplarla üniversitede sanat tarihi okumaya başladığım günlerden beri ilgilenirim; içini incelemeye başladım; yüklükte döşek ve renk renk saten yorganların üst üste dizildiği raflar ve içinde ibrik, tas ve kese olan, ılık ılık toprak kokan küçük kare bir banyo vardı. Dolabın üst rafının olduğu yerden bir ıslık sesi işittim; sese eşlik eden ılık bir yel yanağımı yalayıp geçti. İçimi bir ürperti kapladı; öte yandan merakımı da bastıramıyordum. Ayaklarımın üzerinde olabildiğince yükselip el yordamıyla rafın dip köşe her yerini taradım. En derinlerinde elim bir nesneye takıldı, kenarda bulduğum maşayla onu çektim; ahşap bir kutuydu ve pek de hafif sayılmazdı; ellerim titreyerek kucağımdaki kutuyu açtım. İçinde yüzlerce eski altın ve gümüş para vardı ve çoğu oksitlenmiş olsa da bazıları ışıl ışıl parlıyordu. Biraz inceleyince Roma ve Helenistik döneme ait olduklarını anladım. Muhtarın evinde hazine dolu bir kutu varken misafir kabul etmesi, üstelik kutunun olduğu odada yatırması akıl alır şey değildi. Her şeyden evvel bu kadar çok antika paranın Muhtarın evinde ne işi vardı? İçimden ‘bu işte bir bit yeniği var ama sonu hayır olsun!’ diye tekrarlayıp duruyordum. Kutuyu alıp herkes uyurken sessizce sıvışıp gitsem!… Muhtarın beni ihbar etmesinden zerre kadar endişe duymuyordum; eğer bunu yaparsa kendisi de tarihi eser kaçakçılığı ile suçlanırdı. İçindekileri inceleyip fotoğraflarını çektikten sonra, tek bir gümüş parayı bile alıkoymadan kutunun kapağını kapattım, çıt çıkarmamaya gayret ederek yerine yerleştirdim. Muhtarı kendi vicdanına mı yoksa emniyet güçlerine mi havale edeceğim konusunu sonra düşünecektim.
O sırada başıma gelen; göz yanılması mıydı, gerçekten yaşandı mı hala emin olamadığım metafizik bir olayı anlatacağım size. Tanımlaması hayli güç ama şu kadarını söyleyebilirim; yüklüğü tam kapatırken, arkasındaki duvar boğazlanan bir boğanın ya da ejderhanın son nefesi ile çıkan seslere benzer korkunç gürültülerle yamuldu; içbükey ve dışbükey aynalarda gördüğümüz görüntüler gibi önce odaya doğru şişti, kabardı, kocaman bir girinti oldu; sonra bu kez binanın dışına doğru hamle yaparak dev bir çıkıntı oluşturdu ve en sonunda da tekrar eski düz sathına döndü. Doğaüstü olaylara inancım olmadığına göre ya deprem oluyordu ya da deliriyordum. İçimde, sonunda ne olacağını umursamaksızın, korkumla yüzleşme dürtüm gitgide büyümüş, dayanılmaz bir almıştı. Duvara titreyen ellerimden birini uzattım ve dokundum. Ancak katı bir materyal olmasını beklediğim saman ev duvarı, adeta gaz bulutuydu; elim duvarın; ya da o şey her ne ise; onun içine girdi; sonra da üzerime siyah kurum parçacıkları yağmaya başladı. Can havliyle elimi çekmem ve dolap kapağını kapamamla birlikte odanın diğer köşesine kaçmam bir oldu; cenin pozisyonunda büzülüp kaldığım yerde dakikalarca hareketsiz bekledim. Yaşar Kemal bu odada koskoca bir ay nasıl kalabilmişti, ahşap yüklüğü hiç açmamış mıydı? Birbiri ile bağlantısız onlarca soru, yorgun ve karmakarışık zihnime üşüşünce, hepsinin depresif halimin bana oynadığı yeni bir oyun olduğuna kendimi inandırıp, çareyi uyumakta buldum. Ancak gecenin kâbuslu kısmı yeni başlıyordu.
Gördüğüm karabasanla sabahı zor ettim. O gece gördüklerim; gün boyu içinde olduğum, ancak kurban mı kahraman mı yoksa basit bir figüran mı olduğumu bilmediğim oyunun son perdesine en uygun sahne gibiydi. Gözümü kapadığım anda, bildiğim yerlere çok uzak kapkaranlık bir ormanda buldum kendimi. Göğe uzanan devasa ağaçları, bacaklarıma dolanan sarmaşık dallarıyla sımsıkı örülmüş geçit vermez tropikal ormanda kan ter içinde yürürken, ıslık benzeri sesler işitmeye başladım; tedirgin olmuştum; korka korka arkama dönüp baktığımda hiçbir şey göremedim. Bir süre sonra, rüzgarın uğultusu sandığım o ses, tuhaf boğuk homurdanmalara dönüştü; akabinde sağımdan solumdan yoğun siyah sis bulutları kıvrılarak, birbirlerine dolanıp çözülerek uçarcasına ilerlemeye başladılar. Sis bulutunun gerisinde kalmıştım ve bedenimi, tıpkı gündüz dokumacı kızın karşısında olduğu gibi yerinden oynatamıyordum. Gitmelerini bekleyip yeniden hareket edebildiğim vakit aksi istikamette hızla koşarak kaçarım diyordum içimden. Düşüncelerimi okumuşçasına onlarca sis bulutu aynı anda doğrulup geri döndüler ve tıpkı gündüz gördüğüm kilimdeki gibi üçgen kafalarını ileriye atarak hızla üzerime doğru savruldular; bir anda her yanımı sarmışlardı, nefes alamıyordum, ağzımdan burnumdan kulaklarımdan içime doldular; soğuk zehirli bir kömür kokusu tüm bedenimi doldurdu. Nasıl oldu bilmiyorum, sanki bir yerden komut almış gibi; arkalarında homurtulu bir ses bırakarak, girdikleri hızla bedenimden ayrıldılar; ses aynı tınının yüzlerce kez art arda yankısı ile homurdanarak, “yanlış adam” sözcüklerini sürekli olarak tekrar ediyordu. Gecenin bir yarısı ter içinde uyandığımda, rüyamı yanımda getirdiğim not defterime hemen yazdım, zira sabah her şeyi unutacağım kuvvetle muhtemeldi.
Kahvaltıdan sonra kendime gelip, yazdığım notları okudum. Kâbusumu yeniden sakin kafayla düşününce; gündüz gördüğüm kızıl kilimin desenleri ile bağı kendiliğinden ortaya çıktı. Muhtara Karayatak’ın uzaklığını sordum, yaşlı kadını bulmak istediğimi söyleyerek, ondan beni kadının yanına götürmesini istedim. Aynı soruyu tekrar sormamdaki manasızlığı yüzüme vuran bir ifade ile bakarak; burada o isimde bir yayla bulunmadığından, epilepsi hastası olan dokumacı kızın, ağır kriz ataklarından sonra günlerce kara kalemle desenler çizdiğinden ve bu desenlerin birkaçının üzerinde Karayatak yazısını gördüğünden dem vurdu. Bir yandan da bir dil sürçmesine farklı anlamlar yüklememi saçma bulduğunu araya sıkıştırdı, ancak sesi hiç inandırıcı değildi.
O gün bu konuyu daha fazla deşmemeye, muhtarı da, içi para dolu kutuyu da unutmaya, rüyamdaki yaratığı hafızamdan silmeye karar verdim. Sıra dışı hiçbir şey olmamış gibi muhtar ve karısıyla vedalaşarak köyden ayrıldım; bulduğum güzel bir göl kenarında kamp yaptım, uzun uzun yürüdüm, dingin ve huzurlu bir adam olarak evime döndüm. İstanbul’a dönüşümden bir süre sonra gazete sayfaları, internet haber siteleri okuyanı dehşete düşüren, kanını donduran üç ani ölüm vakası haberi ile doldu. Ardında hiçbir iz bırakmayan ölümlerin kaza mı, yoksa cinayet mi olduğu konusunda, emniyet teşkilatı cinayet birimi ve kaçakçılık birimi birlikte hummalı bir çalışma başlattılar. Kaçakçılık birimi başlangıçta tabiatıyla işin içinde değildi; soruşturmaya, ölenlerin ailesinden yakınlarından, üçünün de tarihi eser meraklısı olduğunu, ay tutulmasının olduğu gece, aynı köyde, kazı alanında bulunduklarını ve geceyi define kazısı yaptıkları tepede çadırda geçirdiklerini öğrendikten sonra dâhil olmuşlardı. Ailelerin soruşturma dosyasındaki ifadelerine bakılırsa; üçü de döndükten sonra manik davranışlar sergilemeye başlamışlardı. Geceleri gördükleri karabasanlar yüzünden haykırarak ve ağlayarak uyanıyorlar; gündüzleri ise durduk yere, sanki tepelerine yarasa sürüsü üşüşmüş gibi ellerini kollarını havaya savuruyorlar, sürekli olarak is kokusu aldıklarını söylüyorlar ve tepelerine kurum döküldüğünden şikayet ederek ulu orta üstlerini başlarını silkeliyorlardı. Üçü de ay tutulması gecesinden sonra bir ay içinde hayatını kaybetmişti. İşin üzücü yanı, cenaze arabasıyla getirildikleri gasilhanede, üzerine yatırıldıkları o bembeyaz mermerin her maşrapa suyla kapkara olması ve gasalın beyhude çabası sonunda bunları, içlerindeki is ve kurumun bitmeyeceğini anlayarak, apar topar kefenlerine sarıp, tabuta koyduktan sonra cenaze arabasına göndermesi idi.
Önceki yıllarda da ay tutulması tarihini takip eden ay içinde benzer ölüm vakaları gerçekleşmişti. Hepsinin ortak yanı define avcısı olmalarıydı. Hayatını kaybedenlerin yakınlarının adreslerine ulaşmaya çalıştım, son üç ölüm vakasının adreslerine ulaştım. Biri İstanbul’daydı, diğer ikisi ise Konya ve Adana’da. Sonraki bir yıl içinde sessizce onları izledim. Maktullerin eş ve çocuklarının yaşantılarında belirgin bir değişiklik olup olmadığını gözledim. İstanbul ve Adana’dakiler altı aya varmadan pılıyı pırtıyı toplayıp kayıplara karıştılar. Arkalarından Akdeniz’de bir koy satın aldıkları, İspanya’ya hatta Brezilya’ya yerleştiklerini bile söyleyenler oldu. Konya’daki ailede ise hiçbir değişim yoktu. Adam pisi pisine mi ölmüştü? Bir türlü çözemediğim sorularla yaşamaya daha fazla devam edemezdim; hemen motosikletime atlayıp yola çıktım; Konya’ya altı saatte ulaşmıştım. Adres kenar mahallelerden birindeydi. Kapıyı açan kadın, tanımadığı bir adamı görünce tedirgin oldu; omzuna kaymış tülbendini tekrar başına doladı. Kocasının ölümüyle ilgilendiğimi duyunca beni içeri almakta tereddüt etmedi. Belli ki o da adamın akıbetini öğrenmeye can atıyordu. Salonda beyaz sıva ile gelişigüzel boyanmış duvarda adamın büyük boy fotoğrafı ve çocuklarıyla aile fotoğrafları yan yana asılıydı. İkisinin ortasında küçük bir çerçeve ve içinde parlayan bir şey vardı. Kalktım yanına gittim, yakından bakınca eski gümüş bir para olduğunu anladım. Kadın; “parayı neden astığımı soracaksınız herhalde, değil mi?” Dedi ve devam etti: “O parayı astım, çünkü kazıdan döndüğünde cebinden sadece o para çıktı; çocuklarım, babalarının hayatının bedelini her gün görsünler istedim, görsünler ve onun peşinden gitmesinler.”
Kadınla konuşulacak bir şey kalmamıştı, vedalaşıp Adana’ya doğru yola çıktım, köye vardığımda sabah olmuştu. Muhtarın kapısına dayandım, kahvaltı yapıyorlarmış buyur ettiler, oturdum. Kahvaltıdan sonra baş başa konuşmak istediğimi söyledim. Daha önce kaldığım odaya geçtik. Muhtarın gözlerinin içine bakarak; “Neden” dedim, “Neden beni seçtiniz”, önce söylediklerimi anlamazlıktan geldi, ancak yaptığım araştırmalar ve o gece o odada yaşadıklarım, muhtarın beni özellikle evine davet ettiğini düşünmeme yol açmıştı. Anlayamadığım tek şey o hazine dolu kutuyu alsaydım ne olacağıydı. Eğer bütün bu olanları anlatmazsa, onu emniyete ihbar edeceğimi de ekleyince Muhtar ve o sırada içeri başını uzatmış olan Esme teyze sorularımın hepsini cevapladılar.
Muhtar, dolapta bulduğum hazine kutusunun o gece defineciler tarafından çıkarılan üç kutudan biri olduğunu söyledi. Diğer ikisi İstanbul’a ve Adana’ya giden kutulardı elbette diye ekledim. Başıyla onaylarken, bu işin peşini bırakmayan bir adamla karşı karşıya olduğunu anlamış olsa gerek, bildiklerim konusunda pek de şaşırmış görünmüyordu. Yıllardır sayrılı dokumacı kız ve Esme teyze ile birlikte çalıştıklarını söyledi; köy hazinelerinin gece bekçisiydi onlar. Kör nine, dokumacı kızın öz ninesiydi ve kilimi eskiz olması için dokumuştu. Hemen araya girip; “kâbus gördüğüm yaratığın eskiziydi kuşkusuz.” dedim. Diğerleri de aynı kâbusu gördü mü diye sorduğum soruya muhtar, “elbette gördüler” diye yanıt verdi. O yaratığın antik mezarların koruyucusu olduğunu; ıslık sesleri ya da hışırtıları çıkararak, arada esip gürleyerek soyguncuları korkutabildiğini, ancak yalnızca ay tutulması gecesi ve onu takip eden bir ay içinde; kör ninenin çizdiği kilim deseni sayesinde rüyalarda şekle girebildiğini ve etkisini gösterebildiğini sözlerine ilave etti. Peki ama nine nerede yaşıyordu, o kızıl kök boyayı nereden buluyordu? İşte tam bu sorularımın cevabı ile Karayatak’ın nerede olduğunu da nihayet öğrenmiş oldum. Nine, kimsenin yolunu bilmediği, peşine düştüklerindeyse bir süre sonra gözden kaybolduğu için; muhtar, Esme ve Şahizar da dâhil; şimdiye dek kimsenin takip edemediği Karayatak yaylasında yaşıyordu; kısacası ona gidilmez o gelirdi. Bu kızıl, siyah ve gri kök boyalar ise yerkürenin en derin katmanlarından volkanik patlamalarla yüzeye çıkan o kayaçların özüydü.
Ben nefsime hâkim olup hazineye dokunmamış ve bu sayede hayatımı o gece yeniden kazanmıştım. Peki ama Konya’lı defineci neden ölmüştü? Hem muhtara yakalandığı için hazine dolu kutuyu kaçıramamış, hem de canından olmuştu. Yaratık onu neden affetmemişti? Muhtar son olarak şunları söyledi; “Sen o gün tesadüfen oradaydın, gece seni evimize davet ettim, çünkü çok geç olmuştu ve kalacak yerin yoktu. Esme sana o odayı hazırladığında hazine kutusunun orada olduğunu bilmiyordu, ben de açıkçası bu kadar meraklı olacağını hesaba katmadım. Dolabın kapağını açmasaydın bunların hiçbirini yaşamayacaktın. O gece ben hep dışarda, definecilerin peşindeydim. Esme ve Şahizar da benimle birlikteydi. Define avcılarından ikisi kaç gündür uykusuz olmalarına rağmen buldukları ganimetle sabaha karşı arabalarına atlayıp kaçtılar. Biz sadece üçüncüyü yakalayabildik ve kutuyu elinden aldık; aslında o hatayı yapmasaydı içlerinde en şanslının kendisi olduğunu sonradan öğrenecekti. Cebinde tek bir gümüş para ya da herhangi bir antika parçası bile taşımaması konusunda onu uyardım, sonunun felaket olacağını söyledim, belli ki beni dinlememiş. Yani bu da onun sınavıydı oğlum. Sonraki gece defineyi kör nineye teslim ettik; Karayatak’ta, onun mağarasında daha güvende olacaktı. Sonra yanına kemikleri yani asıl sahiplerini de taşıdık elbette.” Muhtara alaycı bir ifade ile o ve yanındakilerin yüce gönüllülüğünden etkilendiğimi söyledim. “Karşılıksız olduğunu kim söyledi? Her hazine sandığı bir can alır ve bize bir dilek olarak geri döner. Bu yıl üç can gitti, karşılığında bize dönen üç dileğin ikisiyle Esme’yi ve Şahizar’ı hastalıktan kurtardık; Esme’nin altı aylık ömrü kaldığını sana söylememiştik; kalan son dilek ise kör ninenin yeniden görmesini sağladı. Kul sıkışmayınca Hızır yetişmezmiş; belli mi olur, ihtiyacımız olduğunda defineciler yine imdadımıza yetişir.” Dedi
Muhtara son olarak Yaşar Kemal’in burada kaldığı tarihi sordum, ay tutulması var mıydı o burada kalırken? Ne demek istediğimi anlamıştı, gülümsedi ve ardından ekledi; “Ben o zamanlar altı yaşlarındaydım ama onun bizde kaldığını hatırlıyorum. Kalemlerini çakısı ile açıp yan yana dizişini ve bir de bana bir öykü okuyuşunu, evet onu hatırlıyorum. Ha!… Soruna gelince, o gece ay tutulması var mıydı yok muydu bilmiyorum, ancak onun için ne fark ederdi ki, değil mi oğlum?”
Oya Kaya