Ağırladığım her misafir neredeyse birbirinin aynısı. Kadınlar burkalarına, erkekler sarık ve sakallarına saklanıyor. Çocuklar, sefaletin vücut bulmuş halleriyle belki de hiç değişmeyecek kaderlerine yürüyorlar. Henüz doğmuş bebekler annelerinin gıdasızlıktan boşalan memelerini çekip nefislerini doyuruyorlar. Biraz daha büyükçe olanlar, sürmeli iri gözleriyle, kir pas içindeki yüzlerini, bir gülümsemeleriyle mücevhere çevirerek toprakta emekliyorlar. Pijamalarının diz kapakları yıpranmış…
Afgan boncuklarından kolyeleri, rengarenk giysileri, baş örtüleriyle yarı kadın, yarı çocuk kızlar kimi zaman annelerine yardım ediyor, kimi zaman kardeşlerinin bakımlarını üstleniyorlar. Bir araya geldiklerinde kıkırdaşmalarına kulak kesiliyorum ama öyle fısıltıyla konuşuyorlar ki duymak imkânsız. Çamurdan rengi dönmüş çıplak ayaklarıyla, babalarına yardım etmeye çalışan erkek çocukları irili ufaklı. Bıyıkları terlememiş de var içlerinde, hafiften kaytan bıyıklı olanı da… Çocuk ruhu her yerde aynı; doğal, yaratıcı, hayalci, cesur… Ruhları ile bağdaşmayan her şeyi reddetmek en büyük güçleri. Onları buralara kadar getiren de bu güç olmalı.
Bugün yeni bir grup daha geldi. Yine derbeder vagonlarıma itiş tepiş yerleşiyorlar. Ne zamana kadar? Kim bilir? Onlar da yorgun ve bitkin ama savaşsız topraklar da olmamanın huzuruyla dolular. Ötelenmiş hayatlarında, yitik ülkelerinin açtığı yara izleriyle donanmış geleceklerine olan borçlarını ödemeye ant içmişler. Geçen hafta havaların düzelmesiyle gurubun bir kısmı bu eski peronun açık olan bölümünde geçici yaşam alanları kurunca yeni gelenlere biraz olsun yer açıldı.
Şu ikisi, koridorda ne yapacaklarını bilmez halde etrafına bakınanlar. Hani şişman olan genç kızla yanındaki yaşlı adam, diğerlerinden çok farklı. Kızın yuvarlak yüzü kanlı ay tutulması. Boynuna doladığı sarı çiçekli yazması, üzerindeki temiz kıyafetleri, pahalı olduğu her haliyle belli olan spor ayakkabılarıyla ne kadar da buraya ait değil.
***
-Nasıl bir yere düştük biz böyle? Gidelim buradan, gidelim!
-Biraz sabır kızım, biraz sabır…
-Sabır mı? Burnuma karabasan gibi çöken dışkı ve idrar kokularını sadece ben mi alıyorum? Peki ya trenin her yerine yapışmış açlık kokan nefesler… Benden ne istediğinin farkında mısın?
-Yaşaman için ne gerekiyorsa onu yapıyorum.
-Yaşamak mı? Bak! iştahı kabaran farelerle böcekleri görüyor musun? Bu trende yaşayan tek canlı onlar…
-Hadi devam edelim. Kendimize yatacak bir yer bulmalıyız!
-Gidelim buradan diyorum, sen buraya yerleşmeye çalışıyorsun! Keşke, keşke annemle…
-Sus! Sus diyorum sana! Yeter!
Ne kadar nefret ediyorum senden bilemezsin! İyi de bu kadar öfke ve nefrete rağmen nasıl da peşine düşüp geldim buralara? Nasıl direnemedim sana?
***
Mülteci değiller belli. İyi de ne işleri var ki burada? Tüm vagonlarım dolu, içerde yer bulmaları çok zor. Gerçi mülteci kaçakçıları bugün yarın gelir. Bir kısmı onların peşine düşüp gidince daha çok yer açılır.
Fariha yine koridorumda… Geleli beş gün oldu. Bugün siyah saçlarını tutam tutam ayırıp örmüş. İnce mavi başörtüsü biraz geriye kaymış, iki tutam örgüsü dışarda. Kadınlığın erken evresinde. Kırmızı Afgan kıyafeti, ablasından yadigar turkuaz mavisi küpeleri kulağında yine sus pus camdan bakıyor. Buraya gelirken ablası ve babası Taliban tarafından öldürülmüş. Yaşadığı yas hâline kendini adamışlığı da bundan…
Baba-kız Fariha’ya doğru yaklaşıyorlar. Fariha onların yer aradığını biliyor elbet. Acı çekerek bakmakta. Kapısı kırık, pespaye halde olan kompartımandaki annesinin yanına gitti. Annesi bir yaşında olan kız kardeşini, açlığını unutsun diye kucağında sallayarak uyutmaya çalışıyor. Fariha heyecanla annesine bir şeyler söylediğinde aralarında sesler yükselmeye başladı. Off! Bugün o kadar gürültü var ki tam anlamıyorum bağrışmalarını! Hararetle yırtık derisinden süngeri çıkmış koltuklardan birini gösteriyor. Konuyu duymasamda tahmin ediyorum artık. Fariha, koridorumda sağa sola bakıp, aranıyor. “Bu tarafa gittiler Fariha, evet evet sola doğru.Yıpranmış terliklerinle koşamıyorsun ki? Çıkar onları, al eline! İşte böyle.” Beni duymuyor biliyorum elbet, yine de heyecanıma engel olamadım işte ne yapayım?
***
Nefes nefese kaldım ama olsun, yetiştim sonunda. Kızın arkasından omuzuna dokunsam korkar mı ki? Ya yanındaki adam terslerse beni? Aman neyse ne! Geldim buraya kadar. Annemi ikna etmek içinde o kadar dil döktüm. Omuzuna dokunur dokunmaz el hareketiyle onlardan beni takip etmelerini isterim. Hadi Bismillah. Korktular mı şaşırdılar mı anlamadım. “Hadi benimle gelin. Burada bulabileceğiniz en konforlu yere götürüyorum sizi. Bizim kompartımanımıza. Fazla kalıcı değiliz zaten. Biz gidince de bir güzel yerleşirsiniz.” Yalnız herkes merakla onlara bakıyor. Umarım sataşan olmaz.
Annemin suratı beş karış, hâlâ kardeşimi uyutamamış. Fikrimden hoşlanmadı biliyorum.
İşte bu tek koltuk onların. Sanırım anladılar beni. Bakışlarında minnet var ne güzel. Bunu yaşamak için de olsa rahatımızı bozmaya değerdi. İsimleri ne acaba? Adımı söyleyince onlarda söyler belki.
-Fariha
-Hasan, Sevgi.
-Sağolasın Feriha
-Feriha na, Fariha
-Sağol Fariha
İşte şimdi doğru oldu.
***
Bu Fariha çok başka. Asi ama yufka yürekli. Çok sevindirdi yeni gelenleri. Demek isimleri Hasan ve Sevgi. Gerçek isimleri mi acaba? Bunlar da kaçak bes belli de neyden kaçmışlar ki?
Hasan elindeki bavula benzer çantayı yere koyup, açıyor. İki paket kraker çıkarıp bir tanesini Fariha’ya, diğerini de kızına veriyor. Çantasının ağzını kapatarak emektar koltuğumun altına ittiriverdi. Kızının dizlerinin dibine oturup bacaklarını kıvırdı. Fariha annesinin yanında. Küçücük kompartımanım birbirinden farklı olduğu çok belli olan iki kocaman yaşamla dolup, taştı. Sessizlik ne kadar uzun sürdü. Yapacak bir şeyleri olmayınca herkes birbirini süzüyor. Gittikçe ağırlaşan göz kapaklarını daha fazla tutamayacaklar bence…
Onlar uyurken, geçen saatlerde, göğe fesat karıştı. Çakan şimşeklerin anlık ışığı ortalığı aydınlatırken, gök gürültülerinin sesi, aşina oldukları ama her seferinde korktukları bomba ve silah seslerini hatırlatarak gelmekte kulaklarına. Önce Fariha açıyor gözlerini, annesinin omuzuna düşen başını kaldırarak. Annesi kucağındaki bebeğinden boşalan eliyle Fariha’nın elini sıkıca tutuyor.
Sevgi, de açmış gözlerini. Göz bebekleri büyümüş, o da korkmuş zavallı… Çektiği “Ohh!” Fariha ile annesini görmenin mutluluğundan olsa gerek. Dizine başını dayamış babasını uyandırmamaya çalışarak, bacağını ufalamaya başlıyor. Uyuşmuş bacağının acısıyla alt dudağını ısırıyor. Babasının başını nazikçe kavradı, ayağa kalkarken koltuğa yavaşça bırakıyor. Günlerin uykusuzluğunda, derin uykuda babası. Hissetmedi bile. Sevgi bacağını yavaşça sallayarak uyuşukluğunu açmaya çalışıyor. Az önce uyandırmamak için nazik davranan o değilmiş gibi, iğrenerek bakıyor babasına. Hafif aksayarak koridora çıkıyor.
Kararan havayla dışarda ki hareketlilik yerini huzursuz bir sükunete bırakmıştı az önce ama gök gürültüsüyle, şimşeklerin verdiği rahatsızlıkla uyananlar, yağmurun yağma ihtimaline karşılık telaşa düşmüşlerdi.
***
Anlatsam sana yaşadıklarımı, neden burada olduğumu söylesem, dinlesen beni, acım acın olsa… Bir hafta öncesine kadar ne kadar mutlu bir hayatımız olduğunu, babamın Erzurum’un iş adamlarından olduğunu söylesem, anlatsam. Off! Nasıl bir işe girdi ki babam? Ne oldu da kötü adamlarla bir işlere kalkıştı? Her şeyin sebebi aslında babam desem sana. Yanındayım ama ondan ölesiye nefret ediyorum desem. Korku getirdi bizi buralara. Babamın annemi kaybetmesi gibi beni de sonsuza dek kaybetme korkusu. “Saklandığımız her gün benim için utanç,” diye girsem konuya. “Seninki de dert mi ki!” der misin? Pasın kahverengisinin, sarmaşığın yeşili ile bu harabe treni sarma yarışına girmesi gibi sen de acılarımızı yarıştırır mısın?
***
Fariha ayağa kalkıp, camımdan dışarıya bakmakta olan Sevgi’nin yanına geliyor. Yan yana camımda beliren silik silüetlerine bakıyorlar. Fariha Sevgi’nin boynundaki sarı çiçekli, ipek yazmaya bakınca
-Çok güzel değil mi? diye soran Sevgi, yazmayı narince çıkarıp kokluyor.
-Hâlâ annem kokuyor. Koklamak ister misin?
Fariha’nın burnuna yaklaştırdı yazmasını. Fariha’ da derince kokladı.
-Çok güzel kokuyor değil mi?
Başını sallıyor Fariha.
Sevgi, acısı ile dolu gözyaşlarını bırakınca, Fariha’nın da gözleri doldu. Baş parmağıyla Sevgi’nin gözyaşlarını silerken, sürmeli gözlerinden aktı kömür karası damlalar. Sevgi de onun gözyaşlarını sildi.
***
Hangi acı onu bu kadar ağlatıyor acaba? Ağlamalarıma arkadaş bulamadığım için doyasıya ağlamayı unutmuşum. Biz de acıya herkes o kadar alışkın ki ağlamaya değecek acılarımız kalmadı. Onları görünce Taliban’ın öldürdüğü ablamla babam gözümün önündeydi sanki. Halbuki hiç benzemiyorlar. Matemleri ve içten içe yaktıkları ağıtlar tanıdık geldi. Bizde o ağıtlarla aştık dağları, tepeleri, arkamızdaki Taliban’ı… Yolda bulduğumuz otları geviş getirerek çiğneyip, emdiğimizi böylelikle acıkan midemizi kandırdığımızı bilse biraz rahatlar mı ki? Neredeyse bir ay geçirdiğimiz yollarda sadece ayakkabılarımızı, kıyafetlerimizi kaybetmediğimizi, kimliksiz de kaldığımızı fark etse. Gözyaşlarımız ne kadar farklı. Onun ki şeffaf, berrak, benim ki kömür karası. Gözlerimize kara sürmeler çektiğimizden mi yaşıyoruz bu karanlıkları? Rengarenk sürmeler yapsak kendimize, her sürdüğümüz renkle kendi gökkuşağımızı yaratsak daha aydınlık bir hayat yaşar mıydık?
***
Benim de bir annem vardı. Senin annen gibi sevgi dolu, merhametli, kutsal bir kadındı. Ahh! Annem…Keşke o terasa hiç çıkmasaydım, o kulaklığı takmasaydım, yanından ayrılmasaydım, canım dondurma yemek istemeseydi, aşağıya hiç inmeseydim… Gerçi yanında olaydım yalvarırdım o iğrenç adamlara, “Dokunmayın anneme!” derdim. Belki acırlardı. Çocuğunun gözleri önünde annesine kim kıyabilirdi ki? Onlar da kıyamazlardı bana, anneme…
Sen bilmezsin, kırmızı her zaman en sevdiği, ona en çok yakışan renkti. Elinden gelseymiş gelinliğini kırmızı yaptıracakmış, öyle derdi. Salonda cansız bedeninin kana bulanmışlığı da ondandı belki. Onu öylece görünce donup kalmışlığım çaresizliktendi. Babamın sürüklemesiyle evden çıkmadan hemen önce koltuğun üzerinden alabildiğim bu yazma ile kokusunu hafızama kazımaya çalışıyorum. Yazmanın ucunda bir parça kan var gördün mü? O kan kokusunu unutursam annem bir daha ölecekmiş gibi. Kırmızı, anneme ne kadar yakışırsa yakışsın, milyonlarca döktüğüm her gözyaşımla annemi son kez yıkıyor, üzerindeki kanlardan arındırıyor olacağım.
***
O kadar gök gürledi, şimşek çaktı yine yağmadı yağmur. Biraz yağsaydı şu koku dağılırdı belki. Tren bizim yüzümüzden ölü insanlar kokuyor. Gelenlerin çoğu ölülerinin günden güne çürüyen kokusunu da alıp getiriyor, bu yüzden trenin her yerini sardı ya zaten. İnsan zamanla alışıyor elbet ama biraz yağmur yağınca da iyi oluyor. En azından bir müddet de olsa toprak kokusu ceset kokusunu bastırıyor.
Annemin anlattığına göre artık ablam ve babam olmadığı için payımıza daha çok para düşüyor. Daha güvenli bir yolla buradan kurtulacakmışız. Birkaç güne kadar sahte pasaport ile oturum belgesi düzenleyen adamlar gelecek, parasını ödeyince bizi İstanbul’a götürüp uçağa bindireceklermiş. Hiç İstanbul’u görmüş müdür? Görenler çok güzel ama korkutacak kadar kalabalık diyorlar. Bu kalabalık savaşlardan daha korkutucu olabilir mi? Gerçi orada sadece bir gece kalacakmışız. Hemen sonrası Arnavutluk… Bu adamların işbirlikçileri Almanya’ya gitmemizi sağlayacaklarmış. Ondan sonrasında yaşam bizi bekliyormuş. Yaşam ne demekse işte onunla buluşacakmışız.
***
Eş zamanda buluşan acıları, duyguları, düşünceleri anlaşmış gibi bir halleri var. Sevgi’nin elinden sıkıca tutuyor Fariha. Ben köhne halimle hareket ediyormuşum da, yol arkadaşlığı yapıyorlarmış gibi, sevdiklerine el sallayıp vedalaşır gibi…
Şimdi gün tekrar ışımaya başladı. Fariha’nın kardeşinin canhıraş ağlamasıyla herkes güne başlarken, mülteci kaçakçılarının aracı, tozu dumana katarak geliyor yine. Yaklaşıp durduklarında, arabalarından inerken para için akan salyalarını gizlemiyorlar. Ellerindeki listeden tek tek isimleri okuyorlar. Birkaç kişinin ardından Hasan, Sevgi, Fariha ile ailesi de listede sayılanlar arasında. Adamlar onları arabanın yanına götürüp, fısır fısır anlatıyorlar yapacaklarını, Fariha’nın annesi burkasının altından eliyle bedeninde bir şeyler arıyor. Bir mendil ağzı sıkı sıkı bağlanmış. Düğümlerini açınca içindeki bir kaç dal bileziğin ortasında duran paralardan bir kısmını sayıp, adamlara veriyor. Hasan’da koynuna gizlediği paralardan lastikle bağlı bir parçayı uzattı. Ya ölümlerinin ya da yaşamlarının diyetini ödüyorlardı. Bu gece yarısı hep birlikte trenden ayrılacaklardı.
Onları gidecekleri güvenli yerlere ben götürmek isterdim. İlk yıllarımda olduğu gibi… Benim umudum da raylarım kırıldığında tükenmişti. Ahh be! Sevgi eline alıverse yazmasını, makinist kabinine geçse. Fariha düdüğe el atsa, çalıverse yolların melodisini. Köylerden geçerken düdük sesimi duyan çocuklar koştursa benimle birlikte. El sallasalar, el sallayanları olmayanlara. Birlikte yaşam döngüsüne doğru yol alsak, hızlı tren edasıyla yaşama esaslı bir giriş yapsak ya…
Özlem Budak
Yine çok güzel bir hikaye olmuş. Ellerine sağlık Özlem kardeşim.
BeğenLiked by 1 kişi
Çok teşekkürler Salih abi. 😊
BeğenBeğen
Yine harika bir öykü, tadı damağımda kaldı. Kalemine sağlık canım arkadaşım. Öykü bitince yine kafamda bir sürü soru ile bıraktın beni.
BeğenLiked by 1 kişi
Okurken öylesine hissettim ki, öylesine bambaşka bir dünyaya götürdü ki beni..
Kalemine sağlık dostum..
BeğenLiked by 1 kişi