Kültür merkezinin önünde toplanan kalabalık, o gün açılışı yapılacak olan Pir Sultan Abdal heykelinin kendilerine verilmesini istemişti. İnsanları sakinleştirmek için iki kez yükseğe çıkıp konuşan belediye başkanı, validen heykelin teslim edilmesini rica etmişti. Valinin aklı o gün hayli karışık görünüyordu. Şenlik programına göre ertesi gün Banaz’da yapacağı konuşma metnini masanın üzerine koymuş, bağlılığını ve hürmetlerini sunduğu içişleri bakanını ise henüz aramamıştı. Tavırlarında keşke bu işe hiç kalkışmasaydım hali vardı. Ülkenin ilk ve tek kadın başbakanı, heykeli isteyen aşağıda birikmiş olan halkın zerre kadar zarar görmesine tahammül edemezdi. Cumhurun başıysa, cumhurumla polisimi ve askerimi haşa karşı karşıya getirmeyin diye tembihlemişti. Taştan Abdal dedikleri heykeli ele geçiren kalabalık, boynuna bir ip geçirip sürüklemeye başladı; sonra tornavida ile gözlerini oydu.

Masanın üzerinde, Sivaslılara dağıtılan iki bildiri duruyordu. Birinin başlığı “Müslüman Kamuoyuna”, diğeri ise “Halkımıza” diye başlayıp ikisi de “Bu yazıyı okuyan, Allah rızası için çoğaltarak dağıtsın” diye bitiyordu. Üst üste yığılı gazetelerin  manşetinde, “Müslüman mahallesinde salyangoz satıyorlar” başlığı vardı. Gazetelerin hemen yanında, bir tutam şenlik broşüründe, konserini verdikten sonra sazını havaya kaldırıp dinleyenleri selamlayan “halk şairi” resmedilmişti. Enine çizgiler, şairin hem sesiyle hem sözüyle, her daim mahpushane demirlerinin gerisinde kaldığını söylüyordu.  Şenlik açılışında Aziz Nesin’in yaptığı konuşma sırasında hiçbir olay çıkmamış; tedirginlik hafiflemiş, rahat bir nefes alınmıştı. Ardından Buruciye Medresesi’nde kitap imzalayan ve söyleşiye katılan şairler, yazarlar, loş ve serin avlunun içinde hallerinden memnun görünmüş, akşamüzeri yapılan panel çok ilgi çekmiş, gece konseri ve film gösterimi tam şenliğe yakışacak nitelikte geçmişti.

Kültür merkezini taşlayan ve “İslam’a uzanan eller kırılsın” diye bağıran kalabalık onun nerede olduğu  öğrenince, “Şeytan Aziz” bağrışıyla Madımak Oteli’ne yöneldi. Belediye başkanı yükseğe çıkıp kalabalığa seslenecekti; “Mutlak arkasında CİA var, yoksa halk hep doğal reaksiyon gösterir” diyen parti başkanına mahcup olmamayı düşünerek konuşmasına başladı. Jandarma kalabalığa girince, “asker Bosna’ya” sesleri yükseldi, anlaşılan askerin orada olması istenmiyordu;  Jandarma geri çekilince, “En büyük asker bizim asker”  bağırtıları duyuldu. Madımak’ın önüne yığılmış belediyenin parke taşları, camları kırıp içeriye düşüyor, itfaiye köşede bekliyor, araçlar yakılıyordu. Tutuşmuş kızıl kıvraklığa doğru biri bağırıyordu: “Allah’ım senin ateşin bu, içeriye gönder”.

Aniden yüzümün ve bedenimin için için yandığını hissediyorum. Batan güneşin odayı dolduran kızıllığına bakıyorum. Arkamdaki duvarı baştan aşağı boyadığını görüyorum. Alnımda biriken teri silerken, raftaki kitaba uzanıyorum. Pertev Naili Boratav’ın arşivinden basılan Halk Şiiri Antolojisi’ni karıştırıp Pir Sultan Abdal’a doğru sayfa sayfa yol alırken, bazı satırları hemen işaretliyorum. Din ve Tasavvuf şairleri başlığı altında, yaşadıkları tarihe göre; Yunus Emre, Aşık Paşa, Kaygusuz Abdal, Hacı Bayram, Eşrefoğlu, Hatayi sıralanıyor.

Vücudumu saran hararet dakika dakika derecesini arttırırken boynum kasılıyor, boğazım düğüm düğüm oluyor. Odanın açık kapısından içeriye doğru sıcak dalgaları giriyormuş gibi geliyor, yerimden kalkıp kapıyı kapatıyorum. Duvarın şampanya rengine düşen güneş kızılı, etrafın sıcaklığını biraz daha arttırıyor. Kapıyı kapadığıma pişman olup tekrar açmak için koluna dokunuyorum, elim yanıyor geri çekiyorum. Bir anda bu kadar çok ısınmasından ürküyorum. Kapının arkasında olup bitenin farkına varıp derin nefesimi tutuyorum. Kaç dakika soluksuz durabileceğimi hesaplıyorum. Kırk sekiz saniye. Yastığın altında daha uzun süre tutarım diye düşünerek hızla kaldırdığımda, kaç gündür orada olduğunu bilmediğim bordo ciltli kitabı görüyorum. Kendi nefesimi unutup onu elime alıyorum. İkinci sayfanın başını tekrar okuyorum. “Aşılmaz dağlar, güç geçilir beller, yazılarla ormanlar, turnalarla yeşilbaşlı ördekler, yollar, yolculuklar, isyanlar ve kıtlıklar, mümkün oldukça hayat, görülebildiği kadar tabiat, fırsat bulundukça gerçek vuslat, çeşitli engellerle harami gibi yollar kesen ayrılık, hep halkın diliyle halk şairinin, anonim bestelerle inleyen sazında coşuyordu.” Abdülbaki Gölpınarlı Hocam, Alevi-Bektaşi Nefesleri adlı- ortaokuldan bu yana okuyup durduğum-kitabına böyle başlıyor. Halk şairlerinin halkın dilini şiirleştirdiklerini, halkın duygularını dile getirdiklerini ekledikten sonra, “ Sufilere göre söz, canlıdır diyordu. Onun için gerçeği söylemek, kötü söylememek gerektir.” diye devam ediyor.

Kitabı hem kapıdan girecek sıcaktan hem de pencereden gelecek güneşten korumak ister gibi, yastıkla beraber yanıma koyuyorum. Alnımdan oluk gibi inen terler, cılız kaşlarım tarafından tutulamayınca, gözlerime girip tuzuyla yakıyor. Acısını almak için sağ kolumla onları silmek isterken, kısık gözlerim sırılsıklam derimi görüyor, duruyorum. Yastığı yüzüme dayayıp gözyaşlarımı akıtıyorum. Kitabın kokusunu kapmış yastık kılıfını tenimden ayırmadan, onu görüyorum.   

Kır saçlarını kapatan kasketinin altında belli belirsiz kaşları ve az alaylı bol hüzünlü bakan gözleri görünüyor. Yüzünün en belirgin yanı olan gür bıyıkları sakin duruyor.  Toroslarda dünyaya geldiğinden olacak, curası elinde, göçerlik başında yaşama başlıyor. Kendisine yazdığı şiirde kendini şunları söylüyor:

Ağlarım ben Nesimi’ye

Dünyaya geldin sen niye

Yağmurun bülbülü dalda

Dert yoluna düşmüşüm

Ailenin yeni ili Kayseri’de, amcasından öğrendiği-ki o da bir Ermeni ustadan öğrenmiş-kalaycılık ve bakırcılık işini yapıyor Nesimi Çimen. Etraftakilerin; “bakır işi gavur işi”, ”kalaycı gavurdur, marangoz gavurdur” demesine rağmen, Alevi Dedesi olan amcasının öğüdünü dinliyor: ”Oğlum, insanın gönlü başkasının elinde olmamalı. Dedelik yapayım, el öptüreyim, elimi öpsünler, pirlik yapayım, lokma versinler diye düşünme. Çalış, kazan, alnının teriyle. Sen herkese yardım et, kimseden yardım bekleme”.

 Sevdaya düşünce, ayrılıyor Kayseri’den; varıyor Alkas yoluna. Sonra İstanbul, Adana Kadirli, İstanbul, İsveç, İstanbul sürüp gidiyor hayatı Pir Sultan deyişlerini söylerken. Ardından Maraş, Mersin, dolaşıyor halk deyişlerini derlemek amacıyla.  “Bana diyorlar ki, halkın sanatkârı, halkın sanatını icra ediyor. Ben halkın sanatkârı değilim, halkın sanatını icra etmiyorum. Ben kendim halkım, halkın kendisiyim, kendi sanatımı, kendim icra ediyorum. Tahsilim yok, apartmanım yok, sarayım yok, burjuvalığım yok, sosyeteliğim yok. “(1)

Aşık Nesimi’nin temeli duygudur, duyandır, iç dünyasına girendir, kendini deşip içindeki madeni bulandır, baştan ayağa aşk’tır. Aşığın içtiği bade kendi yaşadıklarıdır, ıstıraplarıdır. “Ben kendi yaşantımı dile getirirken baktım binlerce insan girdi o işin içerisine. Mesela açlığımı yazdım, bir sürü aç girdi içine, yokluğumu yazdım, bir sürü yoksul girdi işin içerisine, evsizliğimi yazdım, bir sürü evsiz girdi işin içerisine, işsizliğimi yazdım, bir sürü işsiz girdi işin içerisine...”

On iki yaşında eline aldığı curasını, içindeki duyguya göre çalıyor. Duygulandığı zaman, ezgiyi ardı ardına söylüyor. İlk plağını 1962 yılında çıkarıyor, usta mallarını, derlemeleri okuyor konserlerinde, 1967’den sonra kendi şiirlerini yazıyor sadece kendinin okuyabileceği kağıtlara. Okumayı askerlikte öğrenen Nesimi Çimen, iki yüz elli civarında şiirini kaydediyor, birçoğu ise kayboluyor. Fransa ve Almanya’da plakları çıkıyor. Halk Oyuncuları tiyatrosunda oyuncu oluyor. Türkiye İşçi Partisinin gecelerinde curasıyla sahneye çıkıyor. Curasıyla dostluğunu şöyle dillendiriyor: “Türklerin önceden çaldığı bir saz. Alevi kitlesi bunu çalar ekseri. O toplumdan olduğumuz için hevesimiz ordan geldi, başladık gidiyoruz. Çok ilkeldir benim çaldığım akort. Ben, inan bu müziği ben yaşatıyorum. Benden sonra sona eriyor bu müzik. Mesela eskiden, 15-20 sene evvel Alevi köylerine gittin mi Anadolu’ya her evde bundan bir saz olurdu mutlaka. Bir köyde üç beş tane cura olurdu aynı bu çaldığım curadan. Ama şimdi hiç yok. Kaldırmışlar hep. Piyasadaki sazlar hep. Bozuk düzen deriz biz ona. Takmış perdesini bir de kıçına bir mızrap sokmuş asmış oraya. Benden başka bu sanatı yaşatan yok İşte. Oğlum belki yaşatır”. Oğlu Mazlum Çimen de; albümleri, film müzikleri ve ödülleri ile müzik dünyasının içinde yer alıyor. Nesimi Çimen’e memleketinde vereceği konserler için izin vermiyorlar. Dolaşıyor bağrına bastığı curasıyla Avrupa’nın değişik ülkelerinde ve söylüyor ne varsa dostluğun, barışın üzerine.

Nesimi der ki, ey füze yapanlar

Acımasız zalim cana kıyanlar

Bırak ey yaşasın bütün insanlar

Barış güvercini uçsun dünyada

Dostluklar kurulsun insanlar gülsün

Son bulsun savaşlar kimse ölmesin

Kimse ölmesin sesi sol kulağımdan sağ kulağıma doğru yankılanırken, gözlerim faltaşı gibi açılıyor. Göz kapaklarım içerinin sıcaklığını taşıyor dudaklarımla beraber. Fırlayıp, dolabın içinde bir termometre arıyorum. Küçük çekmeceler tıka basa dolu, ama içlerinde yok. Sık nefes aldığımı hissediyorum, sayıyorum, bir elimi çevirip ötekini bileğime götürüyorum. Terli deriden parmaklarım kayıyor, nabzımı bulamıyorum. Pencereye doğru elim gittiğinde, akşamın kızıllığı yüzüme vuruyor; dışarı bakıyorum,  kaçışım imkansız biliyorum. Kağıt mendili boynumun, yüzümün üzerinde gezdiriyorum. Yerde birikmiş ıslak mendillerin yanına atıp hepsini yatağın altına doğru itiyorum. Kapının renginin değiştiğini görüyorum.  Yanık kokusu burnuma gelip dayandığında, kafamı kollarımın arasına alıyorum. Muhlis Akarsu’yu dinliyorum:

Nasıl methedeyim sultanım seni

Bin bir ismin vardır birisi Ali

Keramet ehlisin Bektaşi Veli

Ebu Sufyan oğlu bilmez Ali’yi

Sivas’ın-Kangal ilçesinde doğduğu köye yakın bir yerdeki “cem”de, sazını eline almış söylüyor deyişini. Üzerine bağdaş kurup oturduğu halı ile duvardaki halının alı ile mavisi birbirine uymuş, kadınlar erkekler semah dönmek için hazırlanıyor.

Yirmi iki yaşında İstanbul’a gelen Muhlis Akarsu, ilk plağını çıkartıyor. Manolya rengi ceketinin içine giyindiği tarçın rengi gömleğinin ardında, bulanık bir İstanbul görüntüsü var. Yukarı kaldırdığı dizinde birleşen elleri ve serçe parmağındaki yüzüğü ile kaşlarını çatmış bakıyor bize.

Şu gurbetin kaşı gözü ela mı

Yavaş yavaş unutturdu sılamı

Akarsu’yum ellemeyin yaramı

Gurbet bana ben gurbete alıştım

Sayısının yüzü geçtiği söylenen “kırkbeşlik” plaklarının kapaklarında; ya elinde sazla ya da sazsız fotoğrafları var. Saçı değişse, yaşı ilerlese de, ciddi yüzü ve hüzünlü bakışı hep aynı kalıyor. İşçi İsem köle miyim, Pahalılık Alev Gömlek gibi deyişlerinden dolayı hapse giriyor 12 Eylül askeri darbesi sonrasında.

Kapattılar kapıları yüzüme

Mapushane gurbet ele benzemez

Benden selam edin dertli sazıma

Mapushane gurbet ele benzemez

Muhabbet Grubu (Arif Sağ, Muhlis Akarsu, Yavuz Top, Musa Eroğlu) olarak yedi kaset çıkardıktan sonra, kendi adına beş kaset çıkarması, sazının ve sözünün ne kadar çok dinlendiğini göstermekte.  Şimdi ise, Sivas’ta Madımak Oteli’nde,  “ne sevdiğin belli, ne sevmediğin” diye sitem ettiği karısı Muhibe Akarsu ile yan yana oturmuş, beklemekte.

Akarsu’yu aşka yaktı yaradan

Ömür birgün gibi geçti aradan

İşte geldim gidiyorum dünyadan

Oturmuş bekliyor kuru sal beni

Ateş gibi yanmaya başladı her yanım, soluğum dörtnala giden ata döndü. Terimle gözyaşım yarışıyorlar. Çıkarmak istemiyorum üstümdekileri. Odanın içindeki eşyaların yerini değiştiriyorum nedensiz.  Duvara dokunuyorum; çocukluğumun kömür sobasından sıcak. Güneş kırmızıdan mora, pembeye geçiyor. Dilim şişti, ağzıma sığmıyor; dudaklarım patladı patlayacak. Ayna yok, iki telefon var masada. Basılacak bu tuşlara biliyorum ama, hiç bir numara kalmamış aklımda, zihnim boşalmış onca terle beraber. Sancı vuruyor boğazıma, mideme, kulaklarıma. Genç adamın acısına bulaşıyorum etrafımı saran dumanla beraber, hissediyorum.

Kocaman gözlüklerinin ardından bile gözlerinin aydınlığı fark ediliyor Hasret Gültekin’in. Sivas’ın Kızılırmak kıyısındaki köyünden İstanbul’a geliyor daha iki buçuk yaşında. Sonra duvardaki kırık saza uzanıyor gözleri, eline alınca bırakmıyor. Ustaları Haydar Acer ve Ali Ekber Çiçek ile çalışıyor. Nesimi Çimen’den mızrapsız-tezenesiz çalmayı, yani şelpeyi öğreniyor. Sadece Alevi deyişleri değil, Kürt ezgileri de onu etkiliyor. On altısında ilk albümünü yapıyor. Ardından gelen altı yılda altı albüm yapıyor, toplu çalışmalarda yer alıyor. Bunlardan ikisi, Kürt ezgilerini topladığı Newroz albümleri. 1990 yılında Kürtçe söylemenin yasak olduğunu düşünürsek, ne kadar cesaretli olduğunu anlıyoruz… Bu albümde bağlamanın yanında kaval, kabak kemane ve cümbüşü kendinin çaldığını duyunca da ne kadar iyi bir müzisyen olduğunu.       

Hüda-i’yim hüdamız var

Dost elinden bademiz var

Muhabbette gıdamız var

Ölüm ölür biz ölmeyiz. “

Köyünün çiçeklerini Köln’deki evinde okuduğu kitapların aralarında saklayan; şiir, günlük, mani, deneme yazan; kuş sesini, su sesini kaydeden Hasret, Anadolu Lisesi terk olmasına rağmen Köln’de bir müzik okuluna öğretim görevlisi olarak davet ediliyor. 1 Temmuz Perşembe günü saat 17:00 de, Sivas Kültür Merkezi’nde, panel öncesi sahneye çıkıyor. Üzerinde hardal rengi keten pantolon ve spor ceketiyle deyişlerini söylediği sırada, altı aylık hamile karısı onun yolunu gözlüyor.  2 Temmuz 1993 günü Madımak Oteli’nin içinde dostlarıyla yan yana oturmuş beklerken, tedirgin, mutsuz, hüzünlü değil umutlu görünüyor her zaman olduğu gibi. 

Sevdanın güzelliğinde

Canın cana hasretinde

İnançlı yürekleriyle

Kavganın ateşlerinde

Yananlara selam olsun

Güneş içeriye girmiş. İlk patlamadan sonraki büyük patlama yanı başımda olacakmış gibi sıcağım.

Kalbim elime tutuşturulmuş, sanki atmıyor da fışkırıyor yerinden. Yapışmış kolum bacağım, kımıldayamıyorum. Bağlamayla cura sesleri geliyor kulağıma, ardından insan sesleri, bir değil beş değil on değil. Otuz beş ses geliyor. Güneşle aynı renge duruyor duvarla kapı. Derin bir soluk alıyorum. Kaskatı kesiliyor ciğerim. Kabuk bağlıyor içi dışı. Yanıyorum.