Bu hale düşeli bir ay oldu. İlkinde çıldıracağımı zannetmiştim, artık korkmuyorum.
Bütün bu olanlar, geldiği ilk günden itibaren dünyamı değiştiren saatin yüzünden. Antika meraklısı patronum, bu saati, o pejmürde eskiciden almadan önce mutsuz ama normal bir hayatım vardı. Tilki suratlı adam, hangi akılla onu benim tam karşımdaki duvara astı bilmiyorum. Üstelik burası geceleri içinden insan seli geçen bir bar. Ben de bir barmenim. Ve tam karşımdaki duvarın en tepesine konulmuş saatin sarkacı, durmaksızın bana zamanın tükendiğini bildiriyor.

Babamın süresi dört ay önce tükendi. Bizi onsuz bırakmak için ne çok acelesi varmış meğer zamanın. Özledim, son vakitlerde daha çok. Annemi, kız kardeşimi memlekette bıraktığımdan beri uzaklaştım onlardan. Aslında kendimden de…
Bu saat, sarkacı boşlukta sallanan saatlerden değil, her şey, cilası eskiliğini kapatamamış kahverengi dikdörtgen bir ahşabın içinde. Üst kısmı camdan bir tabut sanki. Beni gözlediğine inanıyorum, kanatlarını açıp bana gözlerini dikmiş bir kartal var tepesinde.
Bir an oluyor, kaçırdığım gözlerim bu saate yakalanıyor, işte o zaman dünya dönmeyi bırakıyor ve bunun tek tanığı benim. Zaman tanrısı, sarkacından tutmuş bırakmıyor, saniye olduğu yerde tir tir titriyor. Belki zaman çözülür çözülmez birilerini öldürecek yıldırımlar düşecek yeryüzüne, belki bir kurşun bir adamın göğsünü parçalayacak. Kim bilir doğacak bir çocuk ilk nefesini alacak ya da ameliyat olmuş bir çift göz ilk defa sevgili ile buluşacak belki de. Zaman çözülür çözülmez bir saniye sonra olacak bütün bunlar. Ben o zamana kadar kımıldamadan duracağım, sadece düşüncelerim vahşi atlar gibi oraya buraya koşturacak. Zaman tekrar yolculuğuna başladığında ben ne olacağım, bütün acılarımdan beni kurtaracak sihirli bir değnek dokunur mu ki omzuma?

Başıma gelenlerden kimseye bahsetmedim, aklımdan zorum yok ve öyle düşünülmesini istemem. Donakaldığım zamanlar ne kadar sürüyor bilmiyorum, saatler sürüyor gibi geliyor, belki de günler. Benden başka kimse bu duraksamanın farkında değil. Her şey çözüldüğünde onlar kaldıkları yerden hayata devam ediyorlar.
Ben ise düşünüyorum, put halimde yapacak başka bir şeyim yok. Uzun uzadıya inceliyorum insanları. Onlara gerçekten hiç bakmadığımı fark ediyorum. Anlıyorum, nasıl oluyor bilmiyorum ama onları anlıyorum. Korkularını, hüzünlerini, endişelerini hissediyorum. Mesela etrafa görmez gözlerle bakan utangaç kız, ondan beklenmeyecek kadar çok içiyor. Hüzünlü dudakları, ben içki vermeyi reddedene dek içtikten sonra şaşkın bir sırıtışa dönüyor. Kalabalığın içinde yalnızlığını unutmaya çabalıyor. Barın en ucunda oturup, kendini duvara yaslayan, enine boyuna dağ gibi duran adam; müdavimi o köşenin. Bedenindeki ürkütücülüğe tezat bakışları var. Gözlerindeki naifliği görebilmem için zamanın durması ve ona bakabilmem gerekliymiş.
Bu barda çalışmaktan hoşlanıp hoşlanmadığım üzerine hiç düşünmedim bile, para kazanmak için okulu bırakmam gerekti. Öfkeliydim. En çok da babama. Ölmesinin onun suçu olmadığını bilmem bir şeyi değiştirmedi, ölesiye kızdım ona. Yirmi yaşında evin babası olmanın yükü yığıldı üstüme, kaldıramadım.
Bu bardaki insanların çok azı sadece eğlenmek için buradalar. Benim gibi uyuşmak, zihinlerini susturmak için içiyorlar. Acaba onlar içinde duruyor mudur zaman? Benim gibi susuyorlar mıdır onlar da?
Ben en çok annemin bakışlarındaki, sesindeki çaresizliğe tahammül edemedim. İçki yoldaşlık etti bana, beynimi uyuşturduğumda annemin sesi elini eteğini çekti gitti aklımdan. Daha doğrusu çekmişti ama bu zamanın orta yerinde durduğum kıpırtısız kalakaldığım anlar gitgide çoğalıyor. Saatin üzerindeki kartalla gözlerimiz birleşip, kanatlanıp bana konduğunda; bedenim putlaşıyor, zihnim açılıyor.
Kimi zaman anın içinde kalıyor, ama çoğunlukla geçmişe koşuyor zihnim. Çocukluğum güzeldi benim, güvendeydim o zaman. Tonlarca yük binmemişti daha omzuma, babam dağ gibiydi arkamda. Belki çabuk vazgeçtim, biliyorum, denemedim. Daha çok denemeliydim. Babam hep derdi ki ; “Oğlum dur bir düşün bakalım,” dedem de ona böyle nasihat verirmiş “Hem aklına, hem yüreğine sor evladım, onlar sana doğruyu söyler.”
Babam gittikten sonra hiç düşünmemiştim bu cümleleri, belki de düşünmeyi bıraktım… Amcam defalarca bana yardım edeceğini söyledi, anneme destek olmuştur muhakkak. “Gel biz de kal, hem okur hem çalışırsın, okulu bırakma, sen bana babandan yadigârsın,” dedi. Hâlbuki ben babamın oğlundan başka hiç kimsenin hiç kimsesi olmak istemiyordum. Hayat öfkemden yakalamıştı beni. Dişleri arasında öğüttükçe öğütüyordu. Benimle ne alıp veremediği vardı ki bu hayatın?
Bir gün polisler geldi bara, kontrol yapılacak sanan kalabalık, çıkarmaya başladılar kimlikleri. Polisler, insanlara ilgisiz bir şekilde duvardaki saate yöneldi. Saati yerinden alıp, arkasını çevirdiler ve aradıkları antikanın bu olduğunu söylediler.
Şaşkındım. Garip duygular içindeydim. Gerçeküstü bir parçam benden koparılıp alınmış gibi hissediyordum. Bu saat burada olduğu sürece defalarca göz göze gelmiş ve zamanı askıya almıştık. Zihnim berraklaşmış, herkesi ve kendimi bambaşka görmeye başlamıştım. Durmuş ve düşünmüştüm, tıpkı dedemden bana kadar uzanan mirası gibi.
Zamanın dişlileri bana daha şefkatli davranıyordu artık, planlar yapmaya başlamıştım. Umut, merhametli davranıyordu bana. Bu saatle birlikte benim de buradan gitme zamanım gelmişti, biliyordum. Hayatımı bu akıp giden zamandan nefret ederek geçirmek yerine, uyum sağlamalıydım. Her tik tak, bir nefes daha borcunu alıyordu benden.
Bir polisin kollarında bardan çıkan saati izlerken içime hüzün doldu, “Nostalji seviyorum diye eskiciden aldım ben bu saati,” diyerek polise açıklama yapan patronum, benim ceketimi alıp çıkışımı şaşkınlıkla izledi. Kapının önüne çıktığımda polislerin aralarında konuşmalarına tanık oldum. “Doğru saat olduğunu arkasındaki yazıdan anladık amirim, sizin de bahsettiğiniz gibi “Dur ve düşün!” yazıyordu. Amirim bu saati bu kadar özel kılan nedir?” Amir cevapladı. “Çok eski bir saat. Meşhur bir saat ustasının ürettiği seriden biriymiş. Çalınan bütün saatlerin arkasında bu yazı yazıyor.”
Duyduklarım, bütün bedenimi bir sarsıntıya soktu, durmaksızın titremeye başladım. Saatten gözlerimi ayıramayan halimin oldukça şüpheli göründüğünü bildiğimden polise hiçbir şey soramıyordum. Amcamı aradım. “Oğlum, nerdesin sen?” dedi ağlamaklı. “Aramadığımız yer kalmadı seni, nasılsın?” Oğlum deyişiyle babamın sesi geldi kulağıma, yutkundum. “Merak etme amca iyiyim, bir şey soracağım, dedemin memlekette bir duvar saati var mıydı?” dedim sesimin titremesine engel olmaya çalışarak. “Sorma oğlum vardı da bir ay oldu evi soymuşlar, hiçbir şeyi değil bir o saati almışlar. Bizim için manevi değeri önemliydi fakat maddi olarak da oldukça değerliydi.”
Boğazımdaki hıçkırığı elimle susturmaya çabaladım, “Bulundu amca, merak etme, akşam yanına geleceğim, anlatacaklarım var, hem de çok özledim.”
Kapadım telefonu, göğe kaldırdım başımı, gökyüzünden bir kuş sürüsü geçti, bütün gökyüzünü doldurdum içime, “Tamam dede, anladım!”.
Nalan İncekara