Aydınlanmak isteyen düşünceler, her gece beden adı verilen kafesten uyanır. Karanlıktan kurtulup, hayalini kurduğu hür ve özgür iradenin aydınlığına adım adım koşan Zeynep, herkesin uyuduğu saatlerde, yine ürpertiyle uyandı.  

Kocası, yanında dünya yıkılsa uyanmayacak kadar derin uyuyordu. Siyah, uzun sakalları, kahverengi nevresimli yorganın üzerinde örümcek ağları gibiydi. Yavaşça üzerindeki yorganı kaldırdı, yataktan temkinlice çıktı. Arkasına dönüp yatağa doğru baktı. Bu kahverengi nevresim artık karabasan misali üzerine çöküyordu. Belki de uykusuzluklarının asıl sebebiydi. Beyaz uzun kollu, ayak parmaklarına kadar inen, bedenini komple kapatan geceliğinin üzerine yeşil hırkasını giyindi. Hırkası ile geceliği arasında kalan, beline kadar uzun, örgülü kestane karası saçlarını çekip düzeltti.

Aylardır süren bu uyanmaların sayısı son zamanlarda iyice sıklaşmıştı. Buna rağmen ruhu günlerce uyumuş kadar dingin, enerjisi hiç olmadığı kadar yüksekti. İlk zamanlar evinin içinde şuursuzca gezinirdi. Her gece eşyalarını ilk kez görüyor edasıyla dikkatlice inceleyip her birini adet adet sayıyordu. Çatallar, kaşıklar, tabaklar, halılar, ayakkabılar, sandalyeler… Hangisini ne için kullandığını, herhangi birinin olmaması durumunda yaşamının nasıl olabileceğini enikonu düşünüp dururdu. Son zamanlarda ise sadece uyuyamadığı gecelerde değil, kocasını işe gönderdiği gündüz saatlerinde de ev işlerini bitirdikten sonra kendini oyalamak için, gizli gizli yastık kılıfları dikiyor, yastıklarının üzerini boyadığı kadın figürleriyle süslüyordu. Afrikalı, Asyalı, Avrupalı, Amerikalı kadınlar renk renk, desen desen gecelerinin yoldaşı olmuşlardı. Karşılanmamış ihtiyaçlarının ifadesiydi bu portreler. Karanlık dehlizlerde kendi güneşini yaratma haliydi.  Diktiği kılıfları kocası görmeden çeyiz sandığına özenle yerleştiriyordu.  Gördüğünde yapacağı barbarlık, öyle hır gürle geçiştirilemezdi. Kocasıyla gece yarısı uyanmalarını her paylaştığında aynı cevabını almıştı. “Gece yatmadan ılık süt iç, yatakta da Allah’a sığın uyursun.”  Artık bu konu aralarında hiç konuşulmaz hale gelmişti. Sadece bu konu da değil, genel olarak zaten pek konuşmuyorlardı.

Zeynep sandığından boyalarını ve bu gece boyayacağı beyaz kumaşı kucağına, küçük el fenerini eline aldı. Salona geçti, kucağına sığdırdığı boyaları camın önüne yavaşça yere bıraktı. Fener’in arka ucunu ağzına aldı, yere doğru aydınlığını verdi.  Yer minderine oturup kumaşı ölçüp biçerek kare olarak kesti. Kenarlarını, beyaz ip taktığı iğne ile özenerek dikmeye başladı. Güneşten ışığını alan ay, ona torpil yapıp camdan kılıfın üzerine aydınlığını yansıtıyordu. Elleriyle okşadı kumaşı. Önce yapacağı kadın portresinin taslağını siyah kurşun kalemle çizdi. Bu gece daha bir özenli. Yüzünde soğukkanlılığın ifadesi, nefes kesen anların verdiği mutlulukla kendinden geçti. Sıra boyamaya geldiğinde önce siyah boya ile saçları boyamaya başladı. Ardından pembenin üç tonunu yumuşak fırça darbeleriyle yerleştirdi. Pembe, beyaza hâkim olmaya başladıkça, çizdiği kadın figürü ortaya çıktıkça gülümseyişi daha kadınsı, daha dişi olmaya başladı. Bitirdiğinde kılıfı cama doğru tuttu. Arkadan gelen ışıkla kusursuz işine ferah bir ifadeyle baktı. İlk kez kendini olmak istediği haliyle resmetmişti. Yalıtılmış düşüncelerle çizdiği Zeynep portresinde; saçları uzun değil, kısaydı, yüzü şeker pembesi, üzerinde hiç giyinmediği rengarenk çiçekli pembe bir elbise vardı. İfadesi değişti baktıkça. İmdat çığlıklarıyla yüzleşir gibi baktı son kez. Ardından kılıfı kuruması için minderin üzerine bıraktı. Feneri eline aldı.

Kocasını kontrol etmek için tekrar yatak odasına doğru gitti. Kapı aralığından feneri kısarak içeriyi hafifçe aydınlatıp baktığında, kocasının hâlâ uyuyor olduğuna sevindi. Kocasının sakallarının bittiği elmacık kemiklerinin üstünde kıpırdayan bir şeyler fark etti. Parmak ucunda içeriye girdi, yatağa yanaştı. Işığı yansıttı, gördüğü karşısında eli titredi, fener yatağın üzerine düştü. Bağırmamak için eliyle ağzını kapattı. Sırt üstü yatan kocası, yan döndü. Telaşla feneri eline aldı, duvara tuttu. Yastık kılıflarının üzerinden duvarda yıllardır asılı olan yeşil heybeye doğru yol almış, kara kara irili ufaklı böcekleri fark etti. Yeşil heybe kararmış haldeydi. Böceklerin bir kısmı kendi yastığının üzerinde geziniyorlardı. İğrendi, midesi bulandı. Koşarak banyoya doğru yöneldi. Dizlerini çöküp, tuvalete kusmaya başladı. Akşam yemeğinde yediği kuru fasulyeyle pilav basınçla yemek borusuna geliyor, boğazını yakarak dışarı çıkıyordu. Uzun siyah saçları tuvaletin kenarında yere değiyordu. Kusması bittiğinde fayansların üzerine boylu boyunca uzandı gözlerini tavana dikti, nefes alıp vererek rahatlamaya çalıştı. Biraz rahatlayınca tekrar salona geçti, kılıfın üzerine feneri tutarak uzunca baktı. Gözüne çarpan makası eline alıp, banyoya döndü. Beyaz küvetin içine girdi. Uzun saçlarını önüne alıp örgünün başladığı yerden itibaren kesmeye başladı. Kestikçe makas daha keskinleşiyor, gür saç telleri tutam tutam birbirinden ayrılıyordu. Parmakları makasa yaptığı basınçla acıyor, kolları ağırlaşıyordu. Bırakmaya niyeti yoktu. Acıdan kaşlarını çatıp, dişlerini, çenesini sıkıyordu. Saçlarını sonuna kadar kesmeyi başardı. Bir urgan halinde elinde kalan saçlarını  asılı olan duş başlığına taktı, makası yere bıraktı. Elleriyle ensesinde hissettiği ferahlığa dokundu. Sabunluğun yanında duran tarağı aldı, örgünün ucundaki lastik tokayı çıkarıp, kalın yerinden kesik saçlarını bağladı. Asılı olan saçının örgülerini birer birer düğüm açar gibi açtı, tarakla taradı, sevdi okşadı.  Üzerindeki yeşil örgü hırkasını çıkardı makasla doğramaya başladı. Çıplak ayaklarının üstü yeşil iplerle kaplandı. Sıra her gece giyindiği geceliğine gelmişti. Her gece bu kefenle uyuduğu gecelerin, sabahları olmuyordu. Onu da bir çırpıda çıkarıp, doğramaya başladı. Külot ve sütyenine dokunmadı. Neredeyse çırılçıplak olan bedeniyle, kısacık saçlarıyla ayaklarını silkeleyerek küvetten çıktı. Salonda yerde duran yeni yaptığı yastık yüzünü, boyaları kucağına aldı. Yatak odasına geri döndü. Böcekler daha da çoğalmıştı sanki. Tüm renkli boyaları kahverengi nevresimin üzerine sonuna kadar döktü. Nevresimin rengi artık neredeyse belli olmuyordu. Boyadığı beyaz kılıfı bir cesaretle böceklerle kaplı yastığının üzerine bıraktı. Böcekler bir anda kaçışarak kocasına doğru yönelmeye başladı. Güneş artık perdenin arkasından kendini göstermeye, içeriye ışığını vermeye başlamıştı. Sandığına yöneldi. Annesinin genç kızken giyindiği, hatıra olsun diye Zeynep’e verdiği rengârenk çiçekli elbisesini çıkardı. Elbisenin biraz naftalin, biraz ağaç kokusu, sessiz sessiz içine çektiği her nefesin bir parçası oldu. Elbiseyi üzerine geçirdi. Kocası yavaş yavaş kıpırdanmaya başladı. Gözlerini açtı Zeynep’i o halde görünce “Bismillah, Bismillah” diyerek gözlerini açıp kapattı. Tam ağzını açıp hesap soracaktı ki Zeynep önce davrandı.

-Gidiyorum…

-Ne? Ne diyorsun be kadın, zıbar yat Allah aşkına. Gece gece, tövbe tövbe. Ne yaptın sen kendine öyle? Hey kime diyorum?

-Vaktim geldi, gitmem gerek

-Maval okuma bana. Allah Allah! Gel buraya dedim sana!

Söylediklerine, homurdanmalarına kulak asmadan, sokak kapısına doğru koşmaya başladı, kocası da arkasından yataktan fırladı. Zeynep kapının üzerindeki anahtara korkuyla yapıştı. Titreyen elleriyle anahtarı çevirmeye başladı. Kocasının holden gelen ayak sesleri ve haykırışları, telaşını daha da artırdı. Çevirdi anahtarı, kapı koluna bastırdı, olmadı. Tekrar çevirdi anahtarı kapı koluna bastırdı, açıldı kapı. Dışarıdan gelen rüzgâr yüzüne vurdu, almayı unuttuğu nefesini hatırladı. Kapıyı çekti. Tak diye gelen gürültüyle, kapı aralık kaldı. Kapının üstündeki emniyet kilidine takılmıştı. Orayı da açınca özgürlüğüne tek bir adım kalmıştı. Kapıyı kapattı, üst kilidi açtı, tekrar kapıyı çekti. Bedeninin yarısı içeride yarısı dışarıdayken kocası dirseğinden yakaladı. Kolunun yarısı içerideyken kapı tokmağını yakalayıp hınçla üzerine çekti, eli acıyan kocası yaban kazları haykırışıyla Zeynep’in kolunu daha çok sıktı. Tekrar kapattı kapıyı, öyle sert, öyle son güçle, son inançla. Kolunu kocasının elinden kurtarıp bedenini dışarı atmayı başardı. Kapı arkasından sıkıca kapandı. Kocası içeride kapıyı tekmeliyor, açmaya çalışıyordu ama nafile. Bir daha hiç açılmamak üzere sıkışmıştı. Dışarıda kısa saçları, güler yüzleri ve çiçekli elbiseleriyle pek çok kadın onu bekliyordu. En önde duranı, Zeynep’e elini uzattı.  

-Hoş geldin, ne iyi ettin de geldin, dedi kadın. Başak tarlalarında uyumaya, güneşi üzerimize örtmeye gidiyoruz. Elini ver kardeşim.

Özlem Budak

ÖB/Nİ