Çeviri ve Seçki: Bekir Karaoğlu
Jean Aicard (1848-1921)
Şair, romancı ve oyun yazarı. Provence bölgesinden kır hayatını tasvir eden şiir ve romanları ile pek çok ödül almıştır.
Başlıca eserleri: Maurin des Maures (roman), Pygmalion, Othello (oyunlar).
Kil Vazo
(Le Vase D’argile, 1895)
I
Jean’a babasından deniz kenarında küçük bir arazi miras kalmıştı. Arazinin çevresindeki çam ağaçlarının iğneleri dalgaların kükremesine vızıldayarak cevap veriyorlardı. Çamların dibindeki toprak kırmızı ve toprağın küçük körfezin mavi sularına düşen pembe gölgesi özellikle akşamın hayal kurulan saatlerinde mor ve hüzünlüydü.
Arazide güller ve çilekler vardı. Yörenin güzel kızları gelip yanaklarına benzeyen bu meyve ve çiçekleri Jean’dan satın alıyorlardı. Güller, dudaklar ve çilekler, hepsi aynı tazelik ve güzellikteydi.
Jean orada denizin karşısında, dağların dibinde, kapısına dikili ve evin beyaz duvarına mavimsi gölgesi düşen bir zeytin ağacı altında mutlu yaşıyordu.
Zeytin ağacının yanında bir kuyu vardı. Suyu o kadar serin ve berraktı ki gül yanaklı ve çilek dudaklı komşu kızları sabah akşam testileriyle oraya geliyorlardı. Bir yastıkla taçlanmış başlarındaki testileri çıplak güzel kollarıyla destekleyip taşıyorlardı.
Jean bütün bunları hayranlıkla izliyor ve hayata şükrediyordu. Henüz yirmi yaşına gelmemiş olan bu genç kuyudan su çeken, çileklerinden yiyen ve güller gibi kokan o kızlardan birine âşık oldu.
O kıza su gibi berrak ve serinsin dedi, çilek gibi tatlı ve gül gibi güzel kokulusun dedi. Kız ona sadece gülümsedi.
Jean aynı şarkıyı tekrarladı. Kız ona dudak büktü.
Aynı şarkıyı tekrarladı, kız varıp bir denizciyle evlendi ve uzak ülkelere gitti.
Jean çok ağladı, ama hâlâ hayatı hayranlıkla izliyor ve şükrediyordu. Jean belki de güzel olanın narin, iyi olanın kısa ömürlü oluşunun şeylere güzellik kattığını ve iyiliğe değer olduğunu düşündü.
II
Bir gün bitkilerin kökleri altındaki kırmızı toprağın kil olduğunu fark etti. Eline biraz toprak alıp kuyu suyuyla ıslattı ve testilerinin kıvrım ve bombelerine benzeyen kızları hayal ederek, ilkel bir vazo yaptı.
Gerçekten de tarlasının toprağı iyi kalite kildi. Kendine bir çömlekçi çarkı yaptı, o kille evin duvarına yanaşık bir fırın inşa etti ve çilek koymakta kullanılabilecek küçük çömlekler yapmaya başladı.
Giderek bu işte ustalaştı, civardaki bahçıvanlar gelip bu hafif, gözenekli ve güzel kıvrımlı kırmızı çömleklerden alıyorlar, dibine yaprak koyup çileklerini ezilmeden üzerine yerleştiriyorlardı.
Bu yaprak, çömlek, çilek, biçim ve renk karışımı herkesi büyülüyordu; ev kadınları kasaba pazarında sadece Çömlekçi Jean’ın bu kıvrak ve bombeli çömleklerindeki çileklerden satın alıyorlardı. Şimdi güzel kızlar Jean’ın bahçesine daha sık geliyorlardı. Sazdan örülmüş sepetlerine fırından yeni çıkmış kırmızı boş çömlekler yerleştiriyorlardı. Fakat Jean artık kızlara arzu duymadan bakmayı öğrenmişti. Kalbi ebediyen uzak denizlerdeydi.
Fakat arazide kil çıkardığı yerdeki çukur giderek genişliyor, yaptığı çömleklerin rengi giderek pembe, mor, yeşil ve hatta siyahla karışık çıkıyordu. Ve bu toprak nüansları ona doğayı güzelleştiren bitkiler, çiçekler, deniz ve gökyüzünü hatırlatıyordu. O zaman vazolarını yaparken toprağın rengini özenle seçip karıştırmaya başladı. Ve asırlarca gece ve gündüzün sırayla karıştırdığı bu renkler onun tasarımlarına hemen uyum gösteriyorlardı.
Ve çevik ayağının hareketiyle bir güneş gibi dönen çarkında her gün yüzlerce çilek çömleği şekillendiriyordu. O biçimsiz kil kütlesi çarkın merkezinde el değmeden şekilleniyor, uzayıp genişliyor, incelip şişiyor ve bir zambak tacı gibi aniden ortaya çıkıyordu. Çömlekçi toprağa hayat veriyordu.
III
Ve daima en çok hayran kaldığı şeyleri düşündükçe fikri, hatıraları ve tartıya gelmez iradesi alnından aşağı parmaklarına iniyor ve nasıl olduğunu bilmeden bilim adamının tarif edemediği hayatın esrarlı ilkesini kil parçasına aktarıyordu. Ve çömlekçi Jean’ın mütevazi eserlerinde şaşırtıcı zarafetler yaratıyordu. Şu kıvrımında veya öbür renginde çarpan bir yürek veya açan bir çiçek veya zamanın, acı ve sevincin izleri okunuyordu.
Dinlenme zamanlarında gözlerini yere eğip yürüyüşe çıkıyor, ovalarda kayalarda ve deniz kenarında renk değişimlerini inceliyordu.
Bu yürüyüşlerden birinde biricik ideal bir vazo yapma isteği uyandı; öyle bir vazo olacaktı ki gözlerinin gördüğü narin güzelliklerden, kalbinin yaşadığı kısa sevinçlerden, hatta umutsuzluk ve pişmanlıklarından bir şeyler o vazoda sonsuza kadar yaşayabilecekti.
O zamanlar ömrünün kemalinde bir adamdı. Bu arzusuna daha iyi yoğunlaşmak amacıyla, geçimini sağladığı paralı çömlek işinden vazgeçti. Artık çarkı eskisi gibi sabahtan akşama dönmüyordu. Çilek çömleği yapma işini diğer çömlekçilere bıraktı. Bahçıvanlar ve toptancılar onun bahçesinin yolunu unuttular. Genç kızlar yine berrak su, gül ve çilekler için geliyorlardı, ama çilek bahçesi bakımsızlıktan kurumaya, gül ağaçları yabanileşmeye başladı ve bahçe duvarı üzerinden aşıp tozlu yola karıştılar. Sadece kuyu suyu serin ve bol akmaya devam ediyor, her kuşaktan gençleri ve onların neşesini Jean’ın çevresine çekmeye yetiyordu.
Ama gençler artık onunla alay etmeye başladılar; alay onun için neşe yerine geçiyordu:
“Hey! Jean usta! Fırının artık çalışmıyor mu? Çarkın dönmüyor mu? Gül gibi açan, çilekler gibi kumlu ve dudaklar gibi konuşabilen o harika vazonu ne zaman göreceğiz?”
IV
Ama Jean yaşlandı, o artık ihtiyar. Kuyunun ve fırının yanında, zeytin ağacının dantelli gölgesi altındaki taş sıraya oturmuş, toprağı killi ama artık ne çilek ne de gül yetişen arazisine bakıyor.
Eskiden Jean “Üç şey var: güller, çilekler ve dudaklar,” derdi. Her üçü de onu terk etti. Genç kızların hatta çocukların dudakları onunla şimdi alay ediyorlar:
“Hey! Jean baba! Leylekler gibi yaşamaya başladın herhalde? Senin bir şey yediğini görmüyoruz! Sadece su mu içiyorsun? İnsan ihtiyarlayınca çocuklaşıyor mu? O harika vazonun, tabii eğer yapabilirsen, içine ne koyacaksın, ihtiyar bunak? O vazoda kuyunun suyu bile durmaz! Git kendine maşrapa yap suyunu saklarsın!”
Jean sesini çıkarmadan bu alaycı sözlere başını sallıyor, gülümseyerek cevap veriyor… Hayvanları seviyor ve kuru ekmeğini fakirlerle paylaşıyor. Artık fazla bir şey yemediği doğru, ama bundan sıkıntı çekmiyor. İyice zayıfladı, ama vücudu daha sağlıklı. Kaşları altındaki gözleri dünyayı dikkatle izliyor ve günler kaynak suyu gibi orada ışıldıyor.
V
Ve bir sabah vakti Jean, ayağının ritmiyle dönen çarkında uzun zamandır rüyasında gördüğü vazoya şekil veriyor. Yatay tabla bir güneş gibi dönerken kil vazo yükseliyor, alçalıyor, şişiyor, çöküyor ve sonra Jean’ın ellerinde yeniden şekilleniyor. Sonunda aniden görünmeyen bir sapın ucundan bir çiçek gibi fışkırıyor. Bir zafer tacı gibi hayat buluyor. Ve ihtiyar titrek elleriyle onu fırına götürüyor, orada hazır olan ateş Şekil’in güzelliğine, uçarı ve tamamlayıcı Renk’i katıyor.
Jean bütün gece fırını odunla besliyor, sıcaklığı ve alevi ölçülü tutuyor.
Şafak sökerken eser ortaya çıkıyor.
Ve ölüm döşeğindeki ihtiyar çömlekçi, viran arazisinde, kendinden doğan ve uzun hayatının sebebi olan bu hafif Şekil’i doğan güneşin ışığına doğru kaldırıyor. Bu küçük narin vazonun renk ve şeklinde, hayatta gördüğü en güzel şeylerin geçici renk ve şeklini ölümsüzleştirmek istemişti… Ey günlerin tanrısı! İşte mucize gerçekleşti! Güneş bu vazonun birliğinde harç olmuş renk nüanslarını ve kıvrak hatları aydınlatırken, ihtiyarın ruhuna gözleri aracılığıyla, yuvarlak kolları, çileğe benzeyen dudakları ve gül kokularıyla testi taşıyan genç kızların delikanlılara yaşattığı hoş sevinçler ve acıları, şafaklarda gökyüzünü ve batan güneşte hüzünleyici mor denizleri aktarıyordu… Ey kille gelen ve hayatı kapsayıp neşeyi sonsuzlaştıran mucize!…
Mütevazı sanatçı saf ruhunun çiçeği olan o narin şaheseri doğan güneşin ışığına doğru kaldırıyor.
Titreyen elleriyle onu, sanki güzelliği başa koymuş olan bilinmeyen tanrılara armağan eder gibi kaldırıyor. Ama işte fazla titreyen ellerinden kayıyor, yalpalayan vücudundan kayıp giden ruhu gibi, birlikte yere düşüyorlar; kırılan vazonun parçaları etrafa saçılıyor.
Nerede şimdi tan güneşinin bir an aydınlattığı, sadece sanatçının ve güneşin görebildiği o vazo şekli nerede?
Herhalde bir yerlerde olmalı, o tanrısal rüyanın bir an için gerçekleşen saf ve mutlu şekli…