“Biz oğlumla aşağıya ineceğiz,” der demez kapıdan çıktılar. Cama koştum baktım, tir tir titriyorlardı. Afyon’un ayazı ünlüdür derler ya doğruymuş. Yaz falan dinlemiyormuş demek ki. Oğlumun üstüne kalın bir şey gerektiğini hissederek kaşla göz arasında camı açıp elimdeki pikeyi attım onlara. Ranzanın alt katında yatan ikiz kızlarım mışıl mışıl uyumaya devam ediyorlardı. Akşama kadar dudaklarını uzatarak “Çuf çuf çuf” diye tren taklidi yapmalarına güldüğümüz kadar uykularında birbirlerine sarılan anca trenin takırtılı sarsıntısıyla biraz uzaklaşıp tekrar yanaşan hallerine hepimiz çok güldük. Gören de gündüz devamlı çekişen onlar değil sanırdı. Her gece ikisine biberon taşımaktan yorulmuş bir anne olarak ben bile hayretler içindeydim bu durumlarına.

Kocamın, elinde iki ekmek olan bir adamla konuştuğunu gördüm. Bir anda el kol hareketleriyle bir yerleri tarif etmeler başladı sanki. Kocam, oğlumun üstündeki pikeyi alıp cebinden çıkardığı bozuk paraları eline sıkıştırdı. Ve çocuğum trenin sonuna doğru koşmaya başladı. Olanları camın arkasından izlemenin şaşkınlığını üzerimden atıp koridora çıktım. Aklıma yalnız kalan kızlarım gelince zihnim, mehter takımı modunda iki ileri bir geri yapmaya bedenimi zorlarken, vagonun kapısında elinde ekmekler olan adamla çarpıştım. Sıcak ekmek kokusunun nasıl çekici bir koku olduğunu, o telaşlı anımda bile genzime kadar ulaşabilmesiyle anladım.

-Ne oldu, oğlum nereye gitti?

-Kim? Kim senin oğlun hanım?

-Demin kocamla konuşup çocuğumu nereye yolladınız?

-Ha, o mu ben mi yolladım hanım, kocan ekmek almaya yolladı.

-Allah kahretsin! El kadar çocuk gönderilir mi gecenin köründe?

– Git kocana sor! Allah Allah! Çattık valla! Çekil önümden!

Adam beni sıyırıp geçerken sıcak ekmek kokusu tekrar yaladı yüzümü. İki basamağı hoplayarak inip kocamın yanına koştum. Pikeyi sırtına koymuş ardından atlı kovalıyormuş gibi sigarasından üst üste nefes çekip duruyordu.

-Nasıl yollarsın çocuğu ya! Sen gitseydin ya. Ekmeği ne yapacaksın hem?

-Ne yapayım çok güzel koktu. Ne olmuş, erkek çocuğu o, gelir şimdi. Adam güzel tarif etti, aptal değil ya anladı, hemen şuradaymış fırın.

-On yaşında çocuktan bahsediyoruz burada. Çabuk git arkasından.

-Gelir şimdi ya. Niye sinirleniyorsun?

-Çocuk biliyor mu burayı? Hiç görmediği bir yer. Üstelik üstü incecik hem de gecenin körü.

-Aslan oğlum becerir benim.

-Ben gidiyorum o zaman. Bak tren kalkar falan.

-Dur sakin ol, gelir şimdi diyorum sana.

-Nasıl sakin olayım ya! Nasıl bir düşüncesizlik bu!

-Senin yüzünden hanım evladı olacak bu çocuk. Gir içeri ben istasyon görevlisine anlatırım durumu treni kaldırmaz.

Birden kızlar düştü aklıma. Ya uyanmışlarsa, ya yataktan düşmüşlerse diye koşturdum. Allah’tan uyanmamışlardı. Tekrar vagonun kapısına döndüm telaşla. Kocam hâlâ aynı yerde sigara içiyordu. Görevliye söyleyip söylemediğini sorunca “Daha trenin kalkmasına var zaten,” diye yanıt verdi.  Cinlerim tepeme çıktı. En aşağı on dakika olmuştu oğlum gideli. Gözümün önünde avucuna konan para, koşan cılız bacakları… Sonrası büyük bir boşluk… Zaman içini bizim doldurduğumuz bir boşluk değil mi zaten? Sakın geçme, dur nasıl doldurayım seni yalvarışlarına başladım zamana.

Kocam görevliyi aramış ama bulamamış olarak döndü. Bu arada beş dakika daha geçmişti. Şurası denen yer on beş dakika sürer miydi? Ağlamaya başladım. Trenin önünde bekleyenler başımıza toplandı bir anda. El âleme olay lazımdı tabii. O sırada burnuma fırından yeni çıkmış ekmek kokusu çarptı yine. “Oğlum,” diye heyecanla yerimden kalktım. Bir adam kucağındaki dört ekmeği zapt etmekte zorlanarak yanımızdan kayıtsızca geçiyordu ki “Fırında on yaşlarında bir erkek çocuğu gördünüz mü?” diye ardından telaşla seğirttim. “Görmedim kardeş,” demesiyle kocama döndüğümde “Daha ne duruyorsun hayvan herif çabuk git oğlanı ara!” diye gırtlağımdan boğuk bir ses çıktı. Benden ilk kez duyduğu sözlerin şaşkınlığı ile “Tren kalkarsa ama,” kekelemesine karşın “Tamam, ben giderim Allah’ın belası,” diye koşmaya başladım. Arkamdan yetişip “Git otur kızların yanında, kafamı bozma daha fazla, alır gelirim ben şimdi onu,” diye iki kolumdan tutup beni sarstı. Adeta sürünerek kompartımana geldim. Kızlar uyanmamıştı neyse ki. Dua üstüne dua edip trenin camına yapıştırdım yüzümü.

Şimdi ikisi de yoktu işte. Yolcular yerlerini almak üzere yavaş yavaş trene dönmeye başladı. Artık kızların üşümesi umurumda değildi. Üstlerini kalınca örtüp camı sonuna kadar indirdim. Kafamı olabildiğince dışarı çıkarıp adeta sarktım. Peronda hiç kimse kalmadığından kocamla oğlumun gittiği taraf artık olduğu gibi görünüyordu. Ama ne gelen, ne giden vardı. Yarım saatlik mola bitmek üzereydi. Kesin evlâdımın başına bir şey geldi diye dizlerimi dövmeye başladım. Görevliyle konuşmalıydım. Kocamın bulamadığı adamı yani hareket memurunu hemen bulup durumu anlattım. Önerisi trenden inmem oldu. Beş dakika içinde tren kalkmak zorundaymış.

-Bavullar, bebek bezleri, ikizlerin arabaları ben nasıl toplanayım? Siz yardım etseniz bile on dakikadan önce toplanamam. Çocuklarının üstünü giydirmem lazım, bu ayaza pijamalarıyla çıkaramam ya. Gidin makiniste söyleyin, anlatın durumu. Vagonun kapısında bekliyorum.

-Ben size yardım edemem hanımefendi. Hem tren sizin malınız değil. Tüm trenlerin geliş gidiş saatleri birbiriyle koordineli. O kadar yolcu sizi bekleyemez zaten. Birini yollayayım lütfen bir an önce toparlanıp inin ya da yolculuğunuza devam edin.

-Ne diyorsun sen be! Ne yolculuğu? Ben burada can derdindeyim, kesin oğlum kayboldu. Senin derdine bak! Nasıl bir sistem bu ya! Lanet olsun!

-Hakaret ediyorsunuz bakın. Polis çağırmak zorunda bırakacaksınız beni hanımefendi. Vakit daraldı.

-Çağır be çağır! Sen çağırmazsan ben çağıracağım zaten. Oğlum kayıp benim oğlum!

Artık feryatlarım gecenin karanlığında art arda yükselip duruyordu. Yıllar sonra o zamanlar cep telefonunun olmamasının acısını hâlâ duyarım. O andaki acımla memurun yakasına yapıştım “Hemen telefon ediyorsun polise,” diye. Bazı yolcular pencerelerden sarkarak, bazıları perona inerek meraklarını gidermeye çalışadursunlar polis hemen geldi. Bense her an oğlumla kocamın gelmesi için dua ediyordum. Polisi görmemle üstüne atlamam bir oldu. Ağlayarak anlattım. Telsizle gerekli yerlere ulaştırdı durumu. O ara hareket memurunun elinde salladığı bir yanı yeşil, bir yanı kırmızı disketi her an yukarı kaldırmak için sabırsızlandığını, elindeki düdüğü aralarına almaya hazırlanan dudaklarını fark ettim.

İkizlerim… Tamamen aklımdan çıkan ikizlerim. Doğru kompartımana koştum. Yine uyuyorlardı Allah’tan. Havanın etkisiydi bence bu.

Trenin kalkma saati geçmişti. Kapıyı açtığımda toparlanmam için gönderildiğini söyleyen çelimsiz bir adam vardı karşımda. Onu görünce gündüz birkaç kez bir ihtiyacımız var mı diye bizi yoklayan iri yarı kondüktörün neden ortada görünmediği aklıma geldi. Çaresiz önce ortadaki dağınıklıkları bir torbaya soktum. Bebekleri birbirinden ayırıp üstlerini giydirmeye çalıştım. Avaz avaz ağlamaya başladı ikisi de. Süt vermek gerekiyordu biliyorum. Gözyaşlarım aka aka birer biberon soğuk süt verdim ellerine, arabalarına oturttum. Adam bavulları yüklendi. Ben de önce bir arabayı koridora çıkardım, ardından diğerini. Neyse ki yavrularım sustular. Kapüşonlarını kafalarına çektim. Battaniyelerini örttüm üstlerine. “Dikkat et, inince frenini indir!” diyerek kardeşinden bir saat büyük ikizimin arabasını basamaklara sürdüm. İtinayla aldı, peronun ortasına doğru götürdü.

O anda bir çığlık duydum.

-Anne! Anne!

Tam da görevli ikizlerimden diğerini indirmiş, arabasını kardeşinin yanına sürüyordu. Tabii dönüp bavulları da indirecekti.  O sesle bir de baktım oğlum önde, babası arkada bana, trene doğru koşuyorlardı. “Yavrum,” diye boğazımdan gelen canhıraş bir sesle kendimi perona attım. Buz gibi olmuştu çocuğum. Titriyordu. Kocam da çok korkmuş olmalıydı ki bana sarıldı. Aramızda kalan taze ekmek kokusu genzime ulaştı. Üçümüz bir süre yumak olmuşçasına öylece kalakaldık. Sonra bir düdük sesi… Ardından hareket eden tren… Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. Aynı şaşkınlığı bavulları almasına fırsat kalmayan adam da yaşıyordu. Hep beraber öylece bakakaldık trenin ardından.

İki ay sonra mahkemede hareket memuru ile yüz yüze geldiğimde o yeşil disketi kaldıran eliyle, düdüğü üfleyen dudaklarına tükürmemek için kendimi zor tuttum.

Sevgi Ünal  

S.Ü / N.İ.