Hasan Uzunhasanoğlu

Ortaokul ve lise yıllarında hep neden Lazca bir kitap yok, neden Lazca yazamıyorum diye düşünmüşümdür. Bu düşünceler beni Lazca alfabe oluşturma noktasına doğru itelediğinde henüz lise çağlarında olduğumu hatırlıyorum.

2250-1-331 n206: Mç̆ita Muruʒxi gazetesinde İsmail Güney’in bahsettiği Mçxatura mahlaslı kişinin şiiri.

Alfabe oluşturmamla birlikte, ilk yazı yazma denemelerim ortaya çıktı. Bu ise bende Lazca sözlük hazırlama fikrinin oluşmasını sağladı. Sözlük ve bunun yanı sıra devam ettirdiğim çalışmaların belki de en ilginci Laz Şairi Helimişi Xasani’nin kaset çözümlemelerini yapmam ve bu vesileyle belki de Laz Edebiyatı ile tanışmam oldu. Bu ve benzeri uzun ve meşakkatli çabaların sonunda devlet okullarında 5,6,7 ve 8. sınıf seviyelerinde Lazca seçmeli dersler açıldı ve Lazca öğretmenliği yapma fırsatını yakaladım. Lazca Eğitim Öğretimi 1930’larda başlatan devrimci Laz Chitaşi İskenderi’yi anlayabilmek için seksen yıl beklemenin ne büyük talihsizlik olduğunu da anlamış oldum.

Artık, Lazca ve Laz Kültürü ile ilgili vermiş olduğum mücadele bir anlamda taçlanmıştı diyebilirim. Sınıf seviyelerine göre çocuklarla geliştirdiğim sınıf içi diyaloglar, mevcut Lazca masal kitaplarının dilin öğrenimi açısından olmasa da konu açısından yaş grubu için yeterli olmadığını anlamamı sağladı. Zira bilindiği üzere masal yaşı oldukça düşüktür.

Evet, hikaye ya da roman bir ihtiyaçtı, ya da belki bir ‘kısa roman’ yani novella. Peki ne yapmam gerekiyordu! Bir çeviri mi yoksa telif roman mı? Belli bir standart yakalayabilmek ve oturtabilmek için çevirinin daha iyi olacağına karar verdim. Ayrıca roman düzeyinde kurgu yapabilmek de ayrı bir yetenek gerektiriyordu. Sözlük tecrübemden dolayı Lazcanın tüm şivelerine hakim olmam da bana çeviri konusunda bir kolaylık tanıyacaktı hiç şüphesiz. Lazcanın gelişebilmesi ve modern edebî eserlere sahip bir DİL haline gelebilmesi için Kur’an-ı Kerim’den Das Kapital’e her türden literatürün zaman içerisinde Lazcaya çevrilmesi, yanı sıra da telif romanların yaygınlaştırılması gerektiğini biliyordum.

John Steinbech

Velhasıl, nasıl bir roman çevirmeliyim diye düşünürken, Millî Eğitim Bakanlığı’nın 100 Temel Eser kapsamında olan John Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar adlı novellasının uygun olacağına karar verdim. Zira bu novellanın konusu, henüz tarımsal faaliyetlerin yoğun bir biçimde yaşandığı bir döneminde geçmekteydi. Lazcayı sanayileşme sürecini yaşamadığı için hali hazırda bir “tarım ekonomisi dili” olarak kabul edebileceğimize göre, bu eser çeviri için biçilmiş kaftandı. Üstelik ütopik olmayan, hayalcilikten uzak konusu ve insan doğasını belirgin bir sadelikle işleyen yapısı da novellayı seçmemde etkili oldu.

Çeviri meselesinin ruhunu anlayabilmek için önce Jack London’ın Beyaz Diş romanına ait iki farklı çeviriyi temin edip karşılaştırdım. Omurgası değişmemekle birlikte cümleler oldukça farklıydı. Anladım ki çeviri esnasında kurulacak olan cümleler ya da kelimeler, duruma göre paragrafın ya da bölümün bağlamına, duruma göre ise romanın ana fikrine göre değişebilir, seçilebilirdi. Elbette bununla yetinmeyip birkaç ciddi roman okumayı da ihmal etmedim. Mesela Savaş ve Barış, Suç ve Ceza gibi…

Bütün bunları üst üste koyduğumuzda artık çeviri yapmaya hazır olduğumu hissettim.

Gerek sözlükten edindiğim birikim, gerek kardeş dil Megrelceyi kısmen de olsa biliyor olmam, gerekse de Lazca ile aynı dil grubunda yer alan Gürcüceye aşina olmam işimi nispeten kolaylaştırdı diyebilirim. Çeviri başlarda beni oldukça zorladı. Öyle ki dip notlardan geçilmiyordu. Ancak Lazcanın gramer kurallarına sadık kalarak yaptığım kelime ve kavram türetimlerimden tutun, kardeş dil Megrelceden Lazcanın morfolojik yapısına uygun alıntılar yapma seçeneğine kadar, hemen her olanağı kullandım. Henüz kaynaklarda yerini almamış derleme kelimeleri kullanmak ve Güney Kafkas Dillerinin ortak kelime türetme mantalitesiyle Lazca uyarlamalar yapmak da cabasıydı. Bu şekilde çeviri meselesini sonuçlandırdım. Tabii elimde çevirinin nüshaları; eş, dost, akraba ve büyüklerimin de başının etini az yemedim.

Neticede, yaklaşık beş ya da altı ay gibi bir süre zarfında çeviriyi sonlandırdığımda, geleneksel Lazcanın konuşma pratiğinde var olan kısa cümleler yerine nispeten uzun cümleler kullanarak – ve sokak ağzından uzak kalmaya dikkat ederek – bir nebze de olsa dar kalıpları aşmayı başarmıştım. Tabii bu esnada, bilgisayar çağındaki bir neslin ihtiyaçlarına cevap vermesi gereken bir Lazcanın gereğini de anlamış bulundum. Belki yapacağım çeviri bu bağlamda, bir geçiş özelliği de taşıyacaktı. Yani “roman dili”nin nasıl olması gerektiğini göstermesi ve literatür oluşturulması bakımından önem arz edecekti.

Evet, bu gereklilik ve önemle birlikte Lazca geleneksel olanla mümkün mertebe barışık olmalı, çağın ihtiyaçlarını da ıskalamamalıydı. Geleneksel tınısını ve sıcaklığını muhafaza ederken, geleceğin ihtiyaçlarını dışlamamalıydı. Lazca şüphesiz gelecekte kabuk değiştirecekti ama özü aynı kalmalıydı.

Konuşanı az olan “dil”ler, adeta kaderleri olan ve konuşucularının bilinçaltında yer etmiş ‘eskiye ait’ ve ‘nostaljik’ imajlarından sıyrılıp, modernizmi çağrıştıracak bir algı yaratamamaları durumunda yaşama şanslarını arttıramayacakları gibi, şüphesiz kendilerini de gelecekte var edemeyeceklerdir.

Not: Papirus Edebiyat Dergisinin Kasım-Aralık 2015 tarihli 14. sayısında yayınlanmıştır.