Edinburgh Waverly – Manchester Havalimanı, Pazartesi 8:12 trenindeyim. Cep telefonumu bulamıyorum, sanırım sabah çıkarken otelde unuttum. Hayatımda ilk defa böyle bir şey geliyor başıma. Tabletim yanımda ama trende de Wi-Fi yok. Wi-Fi’ı bırak, az önce kondüktör anons etti, çay, kahve, sandviç arabası da yokmuş bu seferde, özür diledi. Üç buçuk saat aç susuzuz! Uyanamamıştır yiyecekleri getirecek olan ya da bugün tatil ya tüm Birleşik Krallık, bu işle ilgili kişi de tatildedir ve yerine başka birisini planlamamışlardır. Bu kadar basit işte! Bense cep telefonum yanımda olmadığı ve internete de bağlanamadığım için halledemeyeceğim işleri, beni arayıp da ulaşamayacak müşterileri düşününce fenalıklar geçiriyorum. Neyse ki, kondüktörün anonsuyla tanıştığım gelmeyen çay-kahve arabası, geçmeyi her zaman sevdiğim başka bir boyuta doğru el veriyor bana; “yapacak bir şey yok!” boyutu. Geleneksel yaklaşımla “kısmet böyleymiş”, daha güncel/popüler haliyle “olanı kabullenmek” diyerek bu boyuttaki varlığımı sağlamlaştırıyorum, hemen camdan dışarıya atıyorum bakışlarımı, düşüncelerimi, duygularımı.
Camın dışında ne güzel bir dünya bekliyormuş meğer beni.
Yumuşak eğimler ve minik tepelerle hareketlenen göz alabildiğince uzanan yemyeşil arazinin üzerinde yüzlerce minik beyaz bulut ve her bulutun yanında daha minik ve daha beyaz bir bulut daha. Parlak yeşil çayırlarda annelerine yaslanmış, kısık gözlerle sabah güneşine karşı uzanan, otlarken biraz uzaklaşmış annesine yetişmek için pıtır pıtır koşan, emen, otlayan, zıplayan, uyuyan yüzlerce kuzu! Koyunların bir kısmı kediler köpekler gibi devrilip yatmış, uyuyor. Koyunları böyle yatarken hiç görmediğimi fark ediyorum. Çok rahat ve mutlu görünüyorlar. Cep telefonu ve Wi-Fi bağlantısı pek de umurlarında değil. Benim hala biraz umurumda.
Sisli puslu bilinen Edinburgh’a üç gün önce güneşli bir bahar günü geldim, yine güneşli bir havada dönüyorum. Ama Edinburgh kesinlikle sisli ve puslu, ayrıca yağmurlu ve soğuk. Ve çok güzel. Pembe, beyaz, eflatun çiçekli ağaçlar şehrin her yerinde. Müzeye, otobüs durağına, otele, markete yürürken birden bir park çıkıyor insanın karşısına. Gözüne gözüne sokmuyor kendisini ben parkım diye. Çiçeklerden devasa kurdeleler yapılmamış, çimenler her ay sökülüp yenisi serilen halı çimlerden değil, çitlerle çevrelenmemiş. Girişine siyah demirden, işlemeli ve kocaman bir kapı yapılıp, kapının üzerine devasa “Edinburgh Büyükşehir Belediyesi Park ve Bahçeler Müdürlüğü” yazılmamış. Girişi yok zaten, istediğin yerden gir. Sadece bakımlı ve doğal.
Küçük kasabalardan geçiyoruz. Yeşil çayırlar, kuzular devam ediyor. Birkaç tane de at gördüm, hepsinin üzerinde kıyafetleri vardı. Buranın soğuğuna bu tatlı koyunların yumuşacık yünü olmadan dayanmak zor gerçekten. Boşuna değil İskoçya’nın yün ve kaşmir konusunda ünlü olması. Ekoseli yünlü İskoç etekleri! Bu ıslak soğukta bir yudumuyla insanın içini ısıtan İskoç viskisini de unutmamak lazım. Kaldığım küçük oteli, İskoç kocasıyla birlikte işleten İngiliz kadının, şehrin sokaklarını arşınlamaktan döndüğüm ilk gece yorgun ve üşümüş yüzüme bakıp ikram ettiği bir bardak viski beni öyle bir canlandırdı ki, gerçek İskoç viskisinin nasıl içilmesi gerektiğini hiç unutmam artık; oda sıcaklığında ve asla buz koymadan.

İskoçya, özellikle Edinburgh edebiyat alanında da ünlüymüş meğer. Gençliğimden beri çok severek okuduğum Sherlock Holmes hikayelerinin yazarı Arthur Conan Doyle Edinburgh’da doğmuş. Sherlock Holmes heykeli şimdi Canon Doyle isimli publa Tesco süpermarketinin arasında kalmış gerçi, ama ben ünlü dedektifi hafif dumanlı kafasında düşüncelerle, Arnavut kaldırımlı ıslak ve dar Edinburgh sokaklarında, puslu ve karanlık bir gece vakti yürürken hayal edebiliyorum. Üzerinde kahverengi ekoseli pelerini, kafasında kulaklıklarını yukarı kıvırdığı aynı kumaştan şapkası, sağ elinde baston gibi kullandığı şemsiyesi. Şemsiyenin sokak taşlarına değerken çıkardığı tıkırtı kendi ayak sesine karışıyor. Sol elinde tuttuğu piposunu ağzına götürüyor, derin bir nefes çekiyor. Duruyor. Gözleri uzak bir noktaya sabitlenmiş. Piposu ağzında, hala dışarıya üflemedi az önce çektiği nefesi. Çok uzaklardan birkaç ayak sesi duyuluyor, başka ses yok. Hala duruyor. Birden sağ elindeki şemsiye ile sol ayağını aynı anda ileriye doğru atıp hızla yürümeye başlıyor. Kafasını hafifçe yukarı kaldırıp öne doğru uzatıyor, çektiği nefesten kalanı karanlık geceye üflüyor. Gözlerinde bir ışık altından geçtiği sokak lambasının aydınlığında kısacık bir süre parıldıyor. Daha da hızlanıyor, bir an önce Watson’la konuşması lazım.
Yolu neredeyse yarıladık. Sevgili kondüktörümüz anons yaptı. Çay-kahve arabası konusunu ana kontrol merkezi ile görüşmüş, yolculuğumuz bitmeden araba hizmete girecekmiş, ancak bunun ne zaman olacağı konusunda kesin bir bilgi veremiyorlarmış.
Ünlü Define Adası kitabının yazarı Robert Louis Stevenson da Edinburgh’luymuş. Dr. Jeykıll ve Mr.Hyde’ı yazarken kendisinden yüzyıl önce Edinburgh’da yaşamış tüccar William “Deacon” Brodie’den esinlendiği söyleniyor. Brodie gündüzleri saygın bir tüccar, esnaf odası başkanı ve hatta İl Meclisi Üyesi olan bir vatandaşken geceleri azılı bir hırsıza dönüşmektedir. Gündüzleri marangozluk yaparken kilidini değiştirdiği kapıları geceleri bir bir açarak para çalmaktadır. Brodie, kumar alışkanlığı ve evliliği dışındaki iki ilişkisinden olan beş çocuğuna para yetiştirebilmek için gündüz işini değil gece işini geliştirmek yolunu seçer ve kısa süre içinde kendisine üç hırsızdan oluşan bir ekip kurar. İki yılı aşkın bir süre bu çift yaşamı sürdüren Brodie sonunda yakalanır ve Edinburgh’da kırk bin kişinin gözü önünde asılır. R.L.Stevenson’ın baba evindeki mobilyaların Brodie tarafından yapılmış olması ve Stevenson’ın Dr.Jekyıll ve Mr.Hyde kitabını yazmadan önce “Deacon Brodie ya da Çifte Yaşam” isminde pek başarılı sayılmayan bir oyun yazmış olması bu esinlenme fikrini daha da sağlamlaştırıyor sanırım.
Bu arada çay-kahve arabamız hizmete girdi! Sevgili kondüktörümüz anons etti; Charlie -arabanın sorumlusu herhalde- C vagonuna konuşlanmış, oradan istediğimizi alabilirmişiz. 1. sınıf biletimiz varsa, ki yok, çay kahve bedavaymış. Ben zaten sabah istasyonda üçgen kesilmiş tost ekmeğinde yumurta ve mayonezli sandviçimi yemiş, kahvemi de trene binerken yanıma almıştım. Hatta az önce dünden beri çantamda yenmeyi bekleyen, minik bir paketin içinde dilimlenmiş 80gr kırmızı elmamı bile yedim. Charlie’ye hayırlı işler!
Bir de Sir Walter Scott var ki, Edinburgh’da her yerde kendisine rastlamak mümkün. Adına, dünyada bir yazar/şair için dikilen en uzun anıtı dikmişler Edinburgh’un ortasına. Şehrin merkez istasyonu da Waverly olan adını Scott’un ilk tarihi roman olarak nitelendirilen 1814 yılında basılmış Waverly romanından almış.
Kondüktörümüz değişti. Preston’a kadar sizinleyim demişti zaten ilk kondüktör. O, her istasyon anonsunu kendisi yapıyordu. Yenisi ise otomatik anonsu çalıştırıyor. Kondüktörümüzün -benim için “kondüktörümüz” makamı hala ona ait- sesi yerine mekanik bir anons duyunca Edinburgh edebiyatçılarından bir anda koptum. Manchester Havaalanına dört istasyon kalmış ve sanırım İskoçya bitmiş. Yeşil çayırların mutlu kuzuları yerlerini ağaçlar arasındaki az katlı binalara bırakmış.
İskoçya’ya veda ederken, Edinburgh’lu şair Robert Burns’un, çağdaşı ve “bedbahtlıkta ve şiir esininde ağabeyim” dediği, 24 yaşında ölen şair Robert Fergusson için kendi parasıyla yaptırdığı ve Edinburgh’un bir sokağındaki küçük kilisenin bahçesinde karşıma çıkıveren mezar taşına yazdığı vedayı ve mezarının bulunduğu kiliseden çıkmış yürüyen genç Fergusson’un heykelini hatırlıyorum.
Ne mermer bir heykel buradaki ne de ihtişamlı bir lahit,
Ne tarihi bir kül vazosu ne de neredeyse canlı bir büst,
İskoçya vatanına yol gösterir bu basit taş,
Şair’inin fani vücuduna matemini yağdırması için.

Sanatla, edebiyatla iç içe yaşayan bir şehir Edinburgh. Aklımda hep İskoç Parlamento binasının duvarında gördüğüm özdeyiş ile kalacak.
“Say but little and say it well.” (*)

(*) “Az konuş, iyi konuş.”
Ayşegül Ayman