Kafileyle birlikte yürüyordum. Daracık sokaktaki eski evlerin bulunduğu yerde ilerlerken, uzaktan camları kırık harap bir ev dikkatimi çekti. Eve yaklaşıp, her an yıkılacakmış gibi duran kırık kapısından içeriye süzüldüm. Kapının üzerindeki boyalar kazınmış, kerpiçten yapıldığı belli olan evin sıvaları yerlere saçılmıştı. Bu evde yıllardır kimseler yaşamıyor gibiydi. İçeride bulunan birkaç güvercin havalanıp, kanatlarını çırparak camlardan uçtu. Üst kata çıkan merdivenlere doğru yürüdüm. Etrafa saçılan tahta parçaları yürümemi zorlaştırıyordu. Yerlerdeki cam kırıklarına basmamaya çalışarak harabeye dönmüş evde, ahşap merdivenlerin gıcırtısını duyarak yürümeye devam ettim. Merdivenlerin gıcırtısından binanın bir anda çökmesinden korkmadım dersem yalan söylemiş olurum. Sonra bu tür ahşap evlerde gıcırtıların normal olduğunu düşünüp, rahatlattım kendimi. Gizemli bir şeyler beni üst kata doğru çekiyordu. Yukarıda ne olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu. Yine de beni bekleyen gizeme doğru kararlı bir şekilde ilerledim.

Üst katta loş bir ışık vardı. Camın hemen yanında küçük bir masa duruyordu. Üzerinde etrafa rastgele atıldığı izlenimi veren kırık dökük eşyalarla birkaç fotoğraf ve bir kitap vardı. Kitabın üzerindeki tozu üfleyip, adını okumaya çalıştım. Nemden iyice buruşmuş ve yağan yağmurların etkisiyle üzerindeki yazıların mürekkebi yer yer dağılmıştı. Yine de başlığı çok fazla zarar görmemişti. Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” adlı kitabıydı. Kitabı elime alıp, nemli sayfalarını karıştırmaya başladım. Kitabın arasından vesikalık bir fotoğraf ile iki çocuk, bir kadın ve bir adamın olduğu ikinci bir fotoğraf daha yere düştü. Tozlu zemine düşen fotoğrafları incitmemeye çalışarak elime aldım. Vesikalık fotoğrafta, yaklaşık on on iki yaşlarında saçları örülmüş bir kız çocuğu vardı. Üzerindeki siyah  önlükle yakalık da hemen dikkatimi çekti. Çocukluğumu hatırladım bir an. ‘Ben de böyle bir çocuktum buradan taşınırken’ diye düşündüm.

Çocukluğumun bir bölümü bu mahallede geçmişti. Babamın bizi terk edip, ortadan kaybolmasıyla birlikte annem ve erkek kardeşimle birlikte dayımın köyüne taşınmıştık. Annemin bize bakıp, yetiştirmek için çektiği acılar ve sıkıntılar geldi bir an aklıma. Köyde yaşadığımız dönemde dayım bize her türlü desteği verse de eşi olmayan bir kadına hiç de iyi gözle bakılmazdı orada. Okuldaki çocuklar bana “Babası yok piç çocuk” diye bağırır, aralarına alıp saçlarımı çekiştirerek döverlerdi. Ben de elimde okula giderken aldığım çantam ve her tarafı çekiştirilerek yırtılmaya yüz tutmuş önlüğümle ağlayarak evin yolunu tutardım. Annem önce beni öpüp koklar, sonra yüzümü yıkayıp,  teselli ederdi. Gözyaşlarımı silip, “Ağlama yavrum baban İstanbul’a çalışmaya gitti, yakında gelecek” der, bilmediğim bir nedenle gerçekleri anlatmaktan özenle kaçınırdı. Ben de çocukça masumiyetimle söylediklerine hemen inanıp, anneme sımsıkı sarılırdım. Annem beni bağrına basar, gözlerinde öfke ve hüzünle uzaktaki dağlara bakardı. O an ne düşünürdü tam olarak anlayamazdım. Yıllar sonra babamın evi neden terk ettiğini öğrendiğimde anlamlandırmaya çalışacaktım annemin bakışındaki gizemi…  

Hüzünlü bir hal vardı sanki bende. Diğer fotoğrafı da aldığım zaman elindeki simidi yiyen bir çocukla, hemen yanında başka bir çocuk, tanımadığım bir adamla, hemen yanında annem vardı. Aradan nereden baksanız otuz yıl geçmişti ama ben annemi masmavi gözlerinden hemen tanıdım. O anda irkilerek baktım elimdeki fotoğrafa. Ben neredeydim, annemin bu yıkık dökük harabeye dönmüş evde fotoğrafının ne işi vardı? Annemin yanında üzerinde eski bir ceketle duran bu iri yarı adam da kimdi? Sonra nereden geldiğini anlamadığım bir ışık çaktı kafamda. O anda bütün parçalar yerine oturdu. Babamdı bu adam. Bizi terk edip, başka bir kadına giden bu alçak adam ne yazık ki benim babamdı. Elimdeki fotoğrafı yırtıp, öfkeyle yere fırlattım. Anlamlandıramadığım garip bir ses bu yaptığımın yanlış olduğunu fısıldadı kulağıma. Belki de iç sesimdi bu. Tozların arasında üç dört parçaya böldüğüm bu fotoğrafı özenle elime alıp, yeleğimin cebine yerleştirdim. İlk fırsatta yapıştıracağıma dair kendime söz vererek.

Evden çıkarken üzerimde tanımlayamadığım hislerle doluydum. İçimden bağıra bağıra ağlamak geliyordu ancak sesimi yitirmiştim sanki, konuşamıyordum. Bağırsam sesimi duyar mıydı acaba annem ve hiçbir zaman yanımda olmamış, bana aynı annem gibi sımsıkı sarılmamış, beni öpüp koklamamış babam. Benim babam yok artık. Hiçbir zaman da olmadı. Bizi terk edip gittiğinden bu yana arkadaşlarımın babalarını görüp içten içe üzüldüğüm çok olmuştur.

Kafamdaki karmaşık düşüncelerle evden ayrıldım. Annemin mezarının bulunduğu köye giden otobüse bindim. Bir buçuk saat sonra köy meydanına girdik. Otobüsten inip, mezarlığın yerini sordum kahvenin önünde bekleyenlere. Köylülerden biri eliyle işaret etti kerpiç evlerin arasındaki yolu. “İleride, dört yüz metre ileride kızım” dedi. Artık hiçbir şey beni köyün meydanında tutamazdı. İlçede çiçekçiden aldığım kırmızı güllerle mezarlığa doğru yürüdüm. Her tarafını kuş cıvıltılarının sardığı ağaçların arasından yola devam ettim bir süre. Mezarlığa yıllardır gelmemiştim. Birkaç dakikalık arayıştan sonra etrafı mermerle çevrilmiş, üzerinde çimlerin ve çiçeklerin bakımsızlığıyla dikkati çeken mezarı buldum. Önce mezarın içini sonra etrafını cebimde getirdiğim çakıyla güzelce temizledim. Elimdeki kırmızı gülleri annemin başucuna bırakıp, dua ettim bir süre. ‘Anne neden anlatmadın bana babamın evi terk ediş hikayesini’ diye düşünürken, gözyaşlarımı tutamıyordum artık.

Annem, babamın evden gidiş nedenini hayatı boyunca bize anlatmadı. Üniversite sınavı için Ankara’ya gittiğim o gün bütün gerçekleri öğrendiğimi de ben anneme hiçbir zaman anlatmadım, anlatamadım. Nasıl mı oldu bu karşılaşma, ona da geleyim. Ankara Keçiören’de bulunan bir okulun bahçesinde beklerken gördüm babamı; yanında bir kadın ve benimle aynı yaşta bir erkek çocukla birlikte. Bir an göz göze geldik. Beni tanıdı mı bilmiyorum ama ben onu bakışlarından hemen tanıdım. Küçücük bir çocuktum ben o zaman. Babam işten eve döndüğü zamanlarda bize hediyeler alır, yüzümüzdeki sevinci görünce o masmavi gözleriyle gülümserdi. Rengini yitirmişlerdi sanki. Omuzları da iyice çökmüş, artık babam olmaktan çıkmış bir cesede dönüşmüştü her yanı. O zaman her şeyi anladım. Babam bizi başka bir kadın için terk etmişti. Geride gözü yaşlı eşi ve çocuklarını bırakarak. ‘O kadar acı çektik ki seni çok özledim, neredesin baba diye seslenmek istedim önce’.  Sonra bakışları iyice donuklaşmış, bir cesetten farksız yüzüne hiç bakmadan oradan uzaklaştım. Babam o günden sonra bizi hiçbir zaman aramadı. Annemle mezarının başında konuşurken, ‘biliyorum kardeşimle benim acı çekmemi istemedin anne’ dedim. Aynı annem gibi terk edilmiş bir kadın olarak ‘seni şimdi çok daha iyi anlıyorum anne’ diye usulca fısıldadım…

Hakan Kizir