Yorgundum işte, herkes kadar.
Çıkan rüzgâr yapış yapış yaz akşamını biraz olsun katlanılır kılıyordu. Aceleci araba farları çevremde koşturup duruyor, birbirleriyle pek de çocuksu sayılmayacak bir usulde kovalamaca oynuyorlardı. Yeşil ışık biz yayalara yanmıştı ancak bunun tersini düşünen bazı sürücülerin arasından ezilmeden karşıya geçmeyi başardım. Bir yere yetişme telaşı olmayan bu anların değerini bilmeliydim. Dükkânların ışıklı vitrinlerinde el yakan fiyatlarıyla alıcısını bekleyen elbiseyi, çantayı, ayakkabıyı almak hiç kolay değildi. Birkaç ay parana düğüm üstüne düğüm atsam da yetmezdi. Canım sıkıldı, rüzgâr da esnemeyi bırakmıştı. Sağa, sola bakınırken benim gibi canı sıkılan bir başkası daha olduğunu fark ettim. Kaldırım taşları arasında sıkışan akasya ağacı yalnızlıktan bunalmış olmalıydı. Beton denizinin ortasındaki yeşil yaprakları bulunduğu ortama ferahlık katarken dimdik duruşu direngen ve onurlu bir tavrı anımsatıyordu. Dükkânların bittiği yerden başlayan duvara yapıştırılmış el ilanlarında neler vardı neler! Kiralık az kullanılmış kepçeyle başlıyordu ilk ilan. Kim bununla ilgilenirdi? Memlekette inşaat işleri bitmişti. Hala meraklısı olanlar çıkıyordu demek ki. Yaşlılar artık güven içinde olacak yazıyordu yanındakinde. İlanda resmi görünen üç katlı bina huzur evinden çok hapishaneyi anımsatıyordu. Sineklik yapıyordu bir başkası. Pencereye, kapıya, bacaya istenilen ölçülerde. Zararlılar girmesin diye bitiyordu sonu. Kayıp yazıyordu bir diğerinde. 8 yaşında, zihinsel engelli, kendisinden üç gündür haber alınamıyor. Fotoğraftaki yüzün masumiyeti, hayli yıpranmış kağıt üzerinde güneş gibi parlıyordu. İletişim için verilen numaranın yanına el yazısıyla bir de not iliştirilmişti: “Arkadaşım eşek şarkısını çok sever.” Sigara yaktım. İlanların bittiği yerde grafitilerin renkli dünyası başladı. Yakından baktığımda çözemediğim harfler birkaç adım geriye gidince bütününü ele veriyor, anlaşılır oluyorlardı. Diğerlerinden daha uzağa yapıştırılmış başka bir ilânın sahibi İngilizce özel ders veriyordu. Hem de garantili. Bir yerde çalmaya başlayan şarkıyı duydum o sırada. Zamanında dilime pelesenk olan parçayı ilk notasından tanıdım. “Hey Jude”. Anılar belleğimden özenle çıkan kahramanlarıyla gösterisini yapmaya hazırlandı. Akasyaya doğru birkaç adım attım. Yaslandığım gövdesi bedenimle, başıma dek uzanan yaprakları saçlarımla bir oldu.
“Hey Jude, bunun kötü olmasına izin verme”
Söylenilenlerin hemen hepsini anlıyor, sıra konuşmaya geldiğindeyse dili adeta tutuluyordu. Özellikle birinci tekil şahsın özne olduğu cümlelerde fiilin sonuna eklemek gereken –s yi söylemeyi unuttuğunda çok kötü bir şey yapmışçasına utanıyor, konuşmayı orada kesiyordu.
“Hüzünlü bir şarkı tuttur ve düzeltiver durumu”
Mr. and Mrs. Brown. Nokta. Yalnız bunu biliyor gibi geliyordu bazı anlarda. Madem İngilizce dünya dolusu insanın konuşup, anlaştığı meramını anlattığı geçerli bir dildi, o zaman gittiği okullarda- üniversite dahil- neden öğretilmemişti? Yanıtını bir süre kendinde aramış; uzak, yakın tanıdıklarının da aynı sorunu yaşadıklarını görünce kafasındaki soru daha da büyümüştü. Neden yabancı bir arkadaşı olamıyordu ya da merak ettiği bir konuda İngilizce kaynaklara başvuramıyordu? Girdiği işte konuşma aşamasını geçmesi için adı sanı duyulmamış bir dershaneye -elbette çok hesaplı- gönderdiler. Ne demişti ayağının tozuyla İstanbul’a gelen öğretmenleri? “Konuşurken yanlış yapacağım diye düşünmeyin. Unutmayın karşınızdaki kişi sizi alay etmek için değil anlayabilmek için dinliyor.” Genç kadın, her dersini istisnasız aynı cümleyle başlayıp, bitirmişti.
“Hey Jude, korkma sakın”
Bu dil konusunun anlaşılmaz başka tarafları da vardı doğrusu. Ana dilinde de bazı düşüncelerini söylemeye çekiniyor, İngilizcede olduğu gibi dili tutuluyordu. İşaret dilinin bile her ülkede farklı olduğunu öğrendiği zaman aklı daha da karışmıştı. Yoksa geriye tüm dünyaca anlaşabilmek için bir şey kalmıyor muydu? Babil Kulesinin inşasında çalışanlar İngilizce bilseydi, bulutların üzerine erişmeyi başarabilirler miydi?
“Ve ne zaman acı hissedersen, Hey Jude bırakma kendini”
Kursta on kişiydiler. İşten çıkar çıkmaz soluğu o küçük odada alıyor, İngilizceyi alt etmek için geceli gündüzlü çalışıyorlardı. Arkadaşlarıyla karşılıklı diyaloglarında gülme krizine girmeleri –özellikle Türkçe düşünüp kurdukları cümlelerde- âdet haline gelmişti. Zamanların, eklerin, çoğulların, tekillerin arasında sıkışıp kalmış gibiydiler. Sözcükler cümle içine yerleştikçe karışıklık artıyor; kullandıkları zamanı, fiil çekimlerini düşünmekten bir türlü cümlenin sonuna varamıyorlardı.
“Hey Jude başla hadi. Birini bekliyorsun birlikte yapmak için. Ve bilmiyor musun bunu yalnızca sen yapabilirsin”
The Beatles’ın “Hey Jude”şarkısı kur sonu ödevleriydi. Parçanın tercümesini yapıp uyandırdığı duyguyla ilgili İngilizce bir şeyler yazacaklardı. Metroda, vapurda, yolda kulaklıkla dinlediği yetmezmiş gibi eve girer girmez de Hey Jude’ u yüksek sesle söylemeye başlıyordu. Evdekiler de onu şarkıyla bir tutar olmuşlardı. Öyle ki kız kardeşi ona şakayla karışık Hey Jude diye seslenmeye bile başlamıştı. O anlarda ikisinin de yüzünde belli belirsiz bir gülümseme belirir, şarkının da verdiği esinle İngilizceyi bülbül gibi konuşacağı hatta yaşamdaki her şeyin çok güzel olacağı inancına kapılırdı.
“Hey Jude yapacaksın. İhtiyacın olan hareket omuzlarında”
Masa tenisi şampiyonası için Çekya’ya gittiğinde İngilizce karşısına daha hava alanındayken pat diye çıktı. Turnuvadaki sporcular, hakemler, katılımcılar arasındayken de aynı durum geçerliydi. Başlardaki tutukluğunun geçtiğini üçüncü günün sonunda fark etmişti. Bu cesaretle dördüncü gün Liberec’ten Prag’a tek başına gitmeye karar verdi. Ertesi gün dönüyordu. Franz Kafka müzesini ziyaret etmek için çıkacağı yolculuğunda, otobüs ve metroyu kullanarak oraya ulaşabilecekti. Otobüsten indikten sonra ulaştığı metro istasyonuysa hatların çeşitliliği, anonslarıyla ona çok karışık gelmişti. Önce soru sormaya çekindiğini fark etti. Bu duyguyu takiben olduğu yere mıhlanıp, gelip geçen insanları seyretmeye koyuldu. Birine derdini anlatması için İngilizce konuşması gerekiyordu. Olmadı, yapamıyordu. Susmuş, kaybolmuştu.
“Sen de bilirsin, aptaldır dünyasını daha da soğutarak umursamazmış gibi davranan”
Yanında duran genç kızın kulaklığından Hey Jude’u dinlediğini duydu. Ona doğru döndü. Ve sordu. Kurduğu ilk cümlenin coşkusuyla sormaya devam etti. Böylece konuşmaya başladılar. Kafka’yı anlattı ona. Müzesini ne kadar çok görmek istediğinden söz etti. Genç kız ona bineceği metro hattına kadar eşlik etti. Kafka’ya ondan da selam söylemesini isteyerek yanından ayrıldı.
“Hey Jude” son nakarata gelmişti. Na na na, nananannaaaa…
Kafka’nın müzesini karşısında gördüğünde neredeyse ona doğru koşacaktı. Bilet almak için görevlinin yanına gitti. Ne yazık ki kapanış saatine denk gelmişti. Beş dakika önce varabilseydi… Yapıya içini görmek ister gibi baktı. Kendisinin ve istasyondaki genç kızın selamlarını yüksek sesle söyledi. Oradan Kafka kafeye gitti. Kartlar aldı. Bir kahve içti.
Rüzgar yeniden esmeye, akasyanın yaprakları saçlarımı okşamaya başlamıştı.
Gülayşen Erayda
Keyiflen okudum, kalemine sağlık.
BeğenBeğen
Teşekkürler…
BeğenBeğen