Bugünkü konuğumuz yazar Behçet Çelik. 1968’de Adana’da doğan Çelik, Adana Anadolu Lisesi’nden 1986’da, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden 1990’da mezun oldu. İlk yazısı 1986’da Yeni Adana gazetesinde, ilk öyküsü 1987’de Varlık dergisinde yayınlandı. Çeşitli dergilerde öykü, yazı ve çevirileri yayınlanan Çelik, Yazılı Günler ve Virgül dergilerini yayınlayanlar arasında yer aldı. 1989’da Akademi Kitabevi Öykü Başarı Ödülü’nü kazanan yazar, “Gün Ortasında Arzu” adlı öykü kitabıyla 2008’de Sait Faik Hikâye Armağanı’na, “Diken Ucu” adlı öykü kitabıyla da 2011’de Haldun Taner Öykü Ödülü’ne değer bulundu. “Kaldığımız Yer” adlı öykü kitabı, Erendiz Atasü’nün öykü kitabı “Kızıl Kale” ile birlikte 5. Türkan Saylan Sanat Ödülü’ne layık görüldü.
Yazarın, İki Deli Derviş (1992), Yazyalnızı (1996), Herkes Kadar (2002), Düğün Birahanesi (2004), Gün Ortasında Arzu (2007), Diken Ucu (2010), Kaldığımız Yer (2015) ve Yolun Gölgesi (2017) adlı öykü kitaplarının yanı sıra, Dünyanın Uğultusu (2009), Soluk Bir An (2012) ve Belleğin Girdapları (2019) adlı romanları ile Sınıfın Yenisi adlı ilk gençlik romanı (2011) yayınlandı. Çelik’in doğup büyüdüğü Adana üzerine yazılmış yazılardan oluşan Adana’ya Kar Yağmış (2006) adlı bir de derlemesi ve Ateşe Atılmış Bir Çiçek/ Yazarlar, Kitaplar, Okuma Notları (2012) adlı bir deneme kitabı bulunmaktadır. Ayhan Geçgin ve Barış Bıçakçı’yla edebiyat üzerine yazışmalarından oluşan “Kurbağalara İnanıyorum” adlı kitap 2016’da yayınlandı. Behçet Çelik’in “Çok Tanıdık, Çok Bildik” adlı öyküsü ABD’de yayımlanan Istanbul Noir adlı kitapta, “Soğuk Bir Ateş” adlı öyküsü de Hollanda’da yayımlanan Stad en Mens adlı kitapta yer aldı. Texas Studies in Literature and Language dergisi ile Transcript Review, Words Without Borders gibi internet sitelerinde öykülerinin çevirileri yayınlandı.
Yazar Behçet Çelik’le bu yıl yayınladığı “Belleğin Girdapları” adlı romanı üzerine gerçekleştirdiğim söyleşiyi okurlarımızla paylaşıyorum.

Roman, kaçan bir adamın, bir nevi kendi gerçekliğiyle hesaplaşması olarak yorumlanabilir mi?
Romanda, haklısınız, bir hesaplaşma var, ama bu baştan tasarlanmış bir hesaplaşma değil. Romanın anlatıcısı yaşayageldiği yerde artık yaşamakta zorlandığı için kaçıyor. Bu kaçış bile çok tasarlanmış değil, bir ölçüde rastlantısal. Dayanamayacağını giderek daha sık hissederken bir imkân çıkıyor karşısına, birdenbire karar verip gidiyor. Giderken de, gittikten sonra da bu kararı nasıl verdiğine şaşırıyor. İçinden gelen bir sesi takip etmiştir ama bundan sonrası nasıl olacaktır? Geçmişle, kendisiyle hesaplaşması bir zaman sonra ortaya çıkıyor. Gittiği yerden bir beklentisi yok. Orada bir gelecek kuramayacağını düşünüyor, çünkü gittiği yer o yaşına kadar yaşadığı yerlerden farklı, üstelik bunca zamandır benzerlerinin arasında hayatını sürdürmüşken kendisinden farklı olduklarını düşündüğü insanların yanına gidiyor. Hatta burada bir şimdiden bile söz etmenin zor olduğunun farkında. Öyleyse elinde bir tek geçmiş kalıyor. Hatırlamak istiyor, kendisini daha bütünlüklü hissettiği gençlik yıllarını. Gelgelelim elinde sadece geçmiş olduğunda insanın, bu geçmişten gönlüne göre kimi anları seçmesi mümkün değil. Dolayısıyla geçmişle ve kendisiyle bir hesaplaşmaya girmesi kaçınılmaz oluyor.
Böyle bir karakter yaratma fikri nasıl gelişti?
Şehirden kaçıp geçmişe gömülmek isteyen bir karakter fikri epeydir aklımdaydı. Yanlış hatırlamıyorsam bir vesileyle şehrin çeperlerindeki bir yerlere gidişlerimin birinde aklımdan geçmişti ilk kez. O zaman kendi kendime buralarda yaşamak nasıl olur, şehrin merkezinden sonra insana iyi mi gelir, boğucu mu, diye sormuş olabilirim. Zihnimde bu kurguyu gezdirdim hayli zaman, ama hikâyeyi ana hatlarıyla kafamda ilerletemediğim için başlayamadım. Biraz da başka işler, kitaplar öne çıkıp durdu. 2013-2014 gibi bu kurguya bir boyut daha ekleyebileceğimi düşündüm. Karakterin gittiği yerde geçmişin vehimlerini de yanında götürmesi ve bu nedenle sürekli bir tedirginliğe düşmesi. Bu tedirginliğin sahici temellerinin bulunup bulunmadığının belirsiz olması vs. Bu fikir aklıma geldikten sonra iyi kötü yazmaya başladım, ama aralıksız ve sürekli yazamadım. 2015’de roman değil öykü yazmak daha cazip geldi bana, daha doğrusu öykü yazabildim sadece. Giderek daha kararan bir toplumsal atmosfer içerisinde romana yoğunlaşamadım sanırım. Bu dönemde yazdığım öykülerle 2017’de yayımlanan “Yolun Gölgesi” adlı kitabım ortaya çıktı. O kitabın ardından yeniden romana dönebildim.

Anlatıcı, Serhat’a, Nuray’a, Eylül’e ve geçmişte tanıdığı birçok kişiyle birlikte anılarına takılıp kalmış bir karakter. Kendi gerçekliğini göremeyen anlatıcı, yalnızlıkla boğuşurken insan psikolojisinin sınırlarını zorlayan bir ruh haliyle de dikkat çekiyor. Anlatıcının çelişkileri ve çatışmaları, karmaşık bir ruh halinin göstergesi. Böylesine karmaşık ruh haline sahip karakterlerin sizce hayatta bir karşılığı var mı? Yoksa edebiyat hayatı yeniden mi üretiyor, üretmeli mi?
Söz ettiğiniz karmaşık ruh halinin giderek daha belirgin hale geldiğini düşünüyorum. Arzularımızla yaşamak zorunda olduklarımızın çelişkisi daimi ve bu çelişki arttıkça ruh hallerimiz kararıyor, karmaşıklaşıyor. İşe gitmek, orada ve toplumsal hayatın başka düzlemlerinde bize hem benzeyen hem de bizden çok farklı insanlarla bağlantıya, iletişime geçmek ve bu sırada farklı dozlarda çatışmak durumundayız. Oysa yaşamak sadece çalışmak ve çatışmak değil, bunun da farkındayız. Giderek daha sık duyuyoruz kaçma düşlerini. Gerçi yaygın olan kırlara, deniz kenarlarına kaçmak. Roman kişisinin farkı bir kıyı kasabasına da gitse gene benzerlerinin arasında olacağını bilmesi. Benzerleriyle sorunu var onun, ama aynı zamanda onların yanında kendisini onlara beğendirmek zorunda kalacağını biliyor ve on yıllardır bu baskıyla kendi yapıp ettiklerinden de çok rahatsız. Kendisine benzemeyen birilerinin yanına kaçmayı yeğlemesi biraz da onların yanında kendini beğendirmek arzusunun depreşmeyeceğini sanması. Daha doğrusu bir bağlantısı olmayacağını ve dolayısıyla kendisini beğendirmek için sonradan pişman olacağı şeyler yapmayacağını düşünüyor.
Edebiyatın hayatta daha sık gördüğümüz, görmeyi umacağımız insanları yazması gerektiğini düşünmüyorum. Bir karakterin hayatta karşılığı olup olmadığı değil bence mesele, bu karakterin inandırıcılığı mühim, böyle biri olabilir mi? Edebiyatın muazzam bir gücü var. Bizi sadece bize benzeyenlerin (hayatta karşılığı olan karakterlerin) hikâyesinin değiştirebileceğini düşünmek bu gücü görmezden gelmek demek. Kaldı ki bize en benzemeyen (hayatta karşılığı olmadığı zannedilen) kişilerle bile ortak yanlarımız, duygularımız, ruh hallerimiz olabilir. Edebiyat söz ettiğimiz gücünü buradan da alır bir yanıyla, ama aynı zamanda iyi yazılmış bir karakterin iç dünyasına yoğunlaştığımızda kendi iç dünyamıza da yaklaşırız –çok farklı iç dünyalar olsa bile–, bunu mümkün kılansa edebiyat aracılığıyla iç dünyalara, ruh hallerine eskisinden daha aşina hale gelmemizdir.
Anlatıcının, arkadaşı Serhat’a bu kadar bağlı olmasının arka planında ne var sizce? Romanda bu soruma dair ipuçları var ama romanı okumayanlar için neler söylemek istersiniz?
Çok yakın arkadaşlıkların arka planında benzeşmekle farklı olmak arasındaki bir salınım var gibi gelir bana. Bize hem çok benzeyen hem de bizden bir hayli farklı birinin dünyamıza girmesi bizim kendi içimizden çıkmamızı kolaylaştırır, bize benzediği için ona daha rahat açarız içimizi.
Bu anlatma, açılma aynı zamanda kendi içimize eskisinden daha cesur bakmamızı da sağlar, çünkü karşımızdaki de kendi iç dünyasını açıyordur. Bu kertede yakın olduğumuz arkadaşlarımız tuhaf birer aynadır bizim için: Evet, karşımızdaki bir baktığımızda bizim gibidir ama bir başka sefer yabancı mı yabancıdır. İlk gençlik ve gençlik arkadaşlıklarının önemi bu gelgitte, bu salınımdadır. Bu hal anlatıcının Serhat’la arkadaşlığı için de geçerli.
Bunun yanı sıra anlatıcının hayatında kendisini en iyi hissettiği, dünyada bir yer kaplamaktan hoşnut olduğu zaman dilimindeki arkadaşları, sevgilisi ve yoldaşlarıyla kendisini bir büyük bütünün parçası olarak gördüğü yıllardır. Bu bütünün, bu dünyanın içinde de ayrıcalıklı bir yeri vardır Serhat’ın. Bu dünya yerle yeksan olduğunda yanında yalnızca o kalmıştır, kendilerine her şeyin giderek daha anlamsız geldiği bu dönemde birlikte debelenmişlerdir. Daha sonrasında da o bütünlüklü yılların ideallerinden uzak kalmayan da öbür arkadaşlarının yanında sadece Serhat olmuştur. Bu durum da anlatıcıyı ona daha da bağlamıştır. Kafasındaki Serhat (çok uzun yıllardır görüşmüyorlardır) onun için artık bambaşka bir aynadır – aynadaki görüntünün gerçekliğinin tartışılır olduğunu bildiği halde. Yapamadıklarını orada görür, suçluluk duygusunun verdiği bir rehavet vardır, hiç değilse bu rehavete kapılmasının önünde engeldir arkadaşı. Gidişinin ardından anlatıcıya arkadaşından bir tek bu kalmıştır.
Anlatıcının yaşamda edilgen kalması, kendi kafasındaki çelişkili ruh halinin etkisiyle birçok şeye yön veremiyor ya da vermek istemiyor olması romanın dikkat çekici yönlerinden. Sizce ne bekliyor anlatıcı bu hayattan?
Başta dediğim gibi hiçbir beklentisi yoktur kaçarken. Sadece eskiden olduğu yerde olmamak. Bunun yeteceğini umar. Zamanla elinde sadece geçmişin kaldığını görünce de hatırlayabilmek ister, bunu bekler. Hatıralarını yazmaya kalkışması da yazma uğraşının daha iyi, daha derinden, neredeyse kendisini o eski anlarda duyarmışçasına hatırlamasına yardımcı olacağını ummasındandır. Beklentileri bununla sınırlıdır ama şimdiden kaçmak mümkün olmadığı gibi şimdide başka beklentiler de devreye girecektir.
Kimseyi tanımadığı Serpmetepe’ye taşınıp, kimsenin fark etmediği biri olarak yaşamak isteyen anlatıcı, geçmişte yaşadığı birçok anıyı da yazmak istiyor. Günler geçtikçe gerek arkadaşlarıyla ilgili yaşadığı çelişkiler, gerekse de mahallede tanıştığı Kırtasiyeci’ye ilişkin korkuları ve kaygılarının etkisiyle bir iç hesaplaşma yaşıyor, zamanla yazmaktan uzaklaşıyor. Mahallelinin kendisine yönelik ön yargılarının sonuçlarıyla yüzleşmek zorunda kalan anlatıcı, yaşadığı hayal kırıklığının etkisiyle umutsuz bir ruh haline bürünüyor. Ben anlatıcının gözünden dile getirilen bu sahnelerde yazar olarak vermek istediğiniz mesaj neydi? Sizce anlatıcının hayatta göremediği ya da görmek istemediği şey nedir? Evet anlatıcı Serpmetepe’de düşündüğü gibi bir ortam bulamamıştır bu doğru. Ancak gerçekten bu ortamı istiyor mudur?
Romanı bir mesaj vermek kaygısıyla yazmadım. Bir karakteri bir durumun içerisine yerleştirip hikâyeyi yürüttüm, diyeyim. “Kurmaca yoluyla tefekkür” etmeye çalıştım, diyeyim. Bu tabiri Philip Roth’un bir roman kişisi yazar olan ağabeyi için kullanır. Ağabeyinin kurmaca yoluyla tefekkür ettiğini (düşündüğünü) söyler. O romanı okuduğumdan bu yana pek çok kez, birçok yerde değindim bu tabire, alıntıladım; yazarken ne yapmaya çalıştığımın yanıtı gibi göründü bana. Karakterin ne yapacağını, ne düşünüp ne hissedeceğini bilme çabası (kurmaca bir şeyler yazmak, hikâyeyi sürdürmek en nihayetinde böyle bir şey) elbette karakterin yanı sıra yaşadığı çevre, içinde bulunduğu zaman, dünyada yer kaplamak vs üzerine de farklı bir tefekkürdür (düşüncedir). Bir edebiyat metnini okumak da tabii ki. Sorduğunuz sorunun yanıtını romanı okuyanlar ayrı ayrı verebilirler, benzer ya da farklı yanıtları olabilir bu sorunun. Benim tek bir okuma yolu, yönü göstermem doğru olmaz, bunu yaparsam meseleyi sınırlandırmış olurum.
Romanda anlatıcı hem geçmişiyle ilgili kafasında yarattığı çelişkileri aşamıyor hem de mahalleliyle kaynaşma isteğini anlamlandıramıyor. Sizce yalnızlık mıdır karakteri bu psikolojiye sürükleyen?
Kendisi hakkında çok şey bildiğini zanneden biri romanın anlatıcısı, ama gittiği, kaçtığı yerde bildiklerinin sağlamasını yaptığında eskiden ulaştığı sonuçlara varmıyor. Belki aşırı farkındalığın yarattığı bir farkındalıksızlık söz konusudur, belki de her şeye hâkim olduğunu düşünürken (mesela şimdiyi ve geleceği paranteze alabileceğini zannederken) böyle olmadığını görüyordur. Dediğiniz etmenler de söz konusu olabilir. Daha önce de yalnız kaldığı olmuştur, ama şu ya da bu biçimde bu yalnızlığı kırabilme imkânları olan bir yerde yalnızdır.
Üst kat komşusu Nazlı’ya âşık olması ve ona bir türlü açılamaması, anlatıcının ruhsal bunalımını büyütüyor gibi. Yoksa anlatıcı bir umuda mı tutunmak istiyor? Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Önceki soruda söylemeye çalıştığım gibi kafasında kendisine dair bir imge var, bu imgede aşk ya da aşka benzer bir his yok. Gelgelelim Nazlı’yla karşılaştıktan sonra kafasındaki imge bu noktada da çatırdıyor. Hiç yoktan bir aşk mı yarattığı (sizin deyişinizle “bir umuda tutunmak için” mesela) yoksa Nazlı’nın iç dünyasında başka şeylere mi karşılık geldiğini o da sorguluyor. Ne var ki sorguluyor olması onu Nazlı’dan uzaklaştırmıyor, karmaşasını büyütüyor. Roman yoluyla bu soruyu da düşünmek istedim, ama bir yanıt bulabildiğimi söyleyemem ben de.
Romanda çarpıcı bir anlatım var. Dilin olanaklarını sonuna kadar kullanıp, sınırlarını zorlayan bir anlatım tekniği benimsemişsiniz. Bu durum romanı okumamızı kolaylaştırıyor. Merak unsuru hep diri tutulmuş. Sizin için dil ve anlatım arasında nasıl bir ilişki var? Bu anlatı evrenini kurmak için nasıl bir hazırlık süreciniz oldu?
Yazmaya başlamadan önce bir hazırlık süreci olmuyor. Hazırlık süreci yazmanın bütününe dâhil belki de. Yazdığım metni son ana dek hep bir taslak olarak görüyorum. Dönüp yeniden defalarca okuyup düzeltiyor, değiştiriyorum. Romana ara verdiğim dönemlerde bile sayısız kez o zamana dek yazdığım kısımların çıkışını alıp okudum, düzelttim. Yazarken de keza sürekli geriden gelerek, önceki bölümleri okuya düzelte yazıyorum. Bunun şöyle bir faydası var. Metnin bir atmosferi var, anlatıcının ruh halini içeriden duyabilmemiz bu atmosfer sayesinde, bunu sağlayan da dil ve anlatım. Bunun sürekliliği için de daha önce yazdıklarıma bakmakta fayda görüyorum. Anlatıcının duygu durumundaki karışıkların da dil üzerinden sezilmesine çalıştım. Coştuğu ya da çöktüğünü, içinden geçenlerin yanı sıra bunları ifade edişinden de sezmek mümkün olsun, istedim. Dolayısıyla dili sadece bir ifade biçimi olarak görmüyorum, bir aktarıcı, bir aracı değil, onlardan önce dil romanın kurucu öğesi.
Romanda insan psikolojisinin girdaplarında dolaşma imkânımızın olduğu bir anlatı evreni oluşturmuşsunuz. Romanı yazarken herhangi bir uzmanın görüşüne başvurdunuz mu?
Hayır, uzman görüşüne başvurmadım. Yapmaya çalıştığım kendimi anlatıcının yerine koyup onun neler hissedeceğini, neler düşüneceğini, bunları nasıl ifade edeceğini düşünmekti.
Son olarak romana ilişkin eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Çok teşekkür ediyorum bu söyleşi için.
Ben teşekkür ederim, bana bu söyleşiyi yapma imkânı verdiğiniz için.
Hakan Kizir
H.K./N.İ