Aslında aylar öncesinden biliyordum bu düğünü ama sevgili asistanımın (üstelik işte henüz bir yılı dolmamışken) kendinden emin bir şekilde genel müdürümü davet etmesi aklımı karıştırdı son anda.

Ah bu Y kuşağı! Nasıl da öz güvenleri yüksek! İletişim kurmakta üstlerine yok. İşe başvurduğu ilk günü hatırlıyorum. Pazarlama asistanı olmak istiyordu ama yalnızca satış pozisyonu açıktı. “Olsun” demişti. “Pantolon olmadı, gömlek giyelim.”

Ben ne yapayım şimdi? Elbise yerine pantolon mu giyeyim müdürüm geliyor diye?

X kuşağı olmak ne zor. Kim ne der, uygun kaçar mı? Kafamda hep deli sorular.

Ensemde topuz yaptığım saçlarımla dengelemekte buluyorum çözümü. Hem ağır bir hava yaratmış olurum, hem de temmuz sıcağında elbisemin üzerime yapışmasından kurtulurum. Zaten masada oturacağım belli. Müdürüm yanımdayken başka nasıl olabilir ki?

Trafiği de hesaplayarak yola erken çıkıyorum. Ben mali yılı bitirmek için ofise hapsolmuşken İstanbul boşalmış. Tatile giden gidene. Mekan olarak Kumkapı’da bir yer ayarlamışlar. Aslında benim tavsiyemi dinlemişler. Onca bütçe hesabı yaparken Zümra’nın bütçesini düşünmemek olmazdı. Arada farkımız olsun o kadar. Sevgili Y kuşağıma kalsa gider, Etiler’de bir yer ayarlardı. Sonra da düğün borcuyla uğraşıp dur.

Tarihi yarımadanın tarihi Ayia Panayia kilisesinin önünden geçerken kendimi takdir ediyorum. En güzel yerler, buralar.

Ama eski taş yollarında topukluyla yürümenin zorluğunu hesaba katmamışım. Katsaydım zar zor park ettiğim arabamdan inerken topuğumu taş arasına sıkıştırmazdım.

Kırılan topuğumu yapıştırmak için bir ayakkabıcı arıyorum bu kez. Ama kırmızı dekoltemle seke seke Kumkapı’yı dolaşmak pek kolay değil. Stilettomdan vazgeçip arabada her daim hazırda bekleyen düz beyaz pabuçlarımı giyiyorum. Nasılsa görünmez, elbise uzun.

İçeri girdiğimde ailesi karşılıyor beni. Tüm ailenin müzisyen olduğunu anlatmıştı Zümra. Müzisyen bir ailenin kızı ofis ortamında ne arar diye kafa  yormak boşuna. Y kuşağı bu. Kendi özgür iradeleri onlara yapmak istediklerini  yapmalarını söylüyor.

Biz X’ler gibi yapması gerekeni değil.

Müdürüm  gelmiş çoktan, selamlaşıp yerime geçiyorum. “Müzik dolu bir gece olacak” diyorum. Ofis ruhu, ön bilgilendirme yapmak gerekebilir.

Mekân çok küçük, sahne yok gibi. Seviniyorum içimden. Masada oturmak zorunda mıydım diye hayıflanmayacağım. Ah yoksa, şu biten mali yılın tozunu atmaya benden heveslisi olmazdı.

Mekânda bir hareketlilik başlıyor. Masalara mezeler hızlıca konuyor bir taraftan. Yanımdaki yaşlı hanım kendini tanıtıyor. “Gelinin babaannesiyim.” Aslen Bulgar göçmeniymişler. Zümra gibi düz sarı saçları ışıltısını kaybetmemiş. “Deliorman derler bizim oralara .” diyor ve tek tek saymaya başlıyor ; “Bu patlıcan mancası; köpoğluna benzer, fasülye piyazı, bu soğuk etin adı ise suho meso.” Dayanamayıp bir çatal alıyorum. Baharatsız etin en lezzetli hali bu. Sofrada yok yok. Mezeler Kumkapı balık restoranlarını aratmıyor. Ben iştahla yerken devam ediyor anlatmaya. “Bu salatanın adı mamzana. Bu da meşhur lutenitsa”.

“Annem mancanın çeşitlerini yapar.” deyince seneler sonra ilk kez öğreniyorum müdürümün de Bulgar göçmeni bir aileden geldiğini. Heyecanlanıp önümdeki tabağı uzatmasam iyiydi. Kırmızı  biberli ajvar salatasının müdürümün Prada takımına  sıçraması, yüzümün rengiyle  beyaz gömlek arasında bir renk geçişi yaratıyor.

Neyse ki damatla gelinin alkışlarla içeri girmesi durumu kurtarıyor. Nasıl da rahatlar. İlk dans müziğini Fransızca bir melodiyle yapıyorlar. ‘Je t’aime je t’aime’.

Komparsita da neymiş. Zavallı X kuşağının kitapları arasına sıkışmış bir gül onlar için.

Dansın bitmesiyle masalarda  yine bir heyecan.  Aman bu sefer almayayım. Bu kadar heyecan yeter. Yeni adetler biliyoruz artık. Gelinle damadın çocukluktan başlayan hikayelerini gösterecekler seçilmiş fotoğraflarda.

Yanılmışım! ‘Tosun Paşa’ yı izliyoruz ekranda. Oyuncuları farklı bu kez. Kendileri yazmış, kendileri oynuyor. Usta komedyenlere taş çıkartır bu aile. Kendileri gibi sanatçı bir aileyle birleşince  de olmuş sana çifte kavrulmuş fıstıklı lokum, tadından yenmiyor. Hem  eğleniyor hem eğlendiriyorlar. Biz de bu sahnenin içindeyiz artık. Her replik kahkahalara kavuşuyor, ardından alkışlar. Yanımda kıkır kıkır  gülen seksenlik Vedia teyzeyi tebrik ediyorum.

Bu ailede kuşak farkı yok.  Farklılıkları sanat alanında yalnız. Ama sanat farklılığı deyip geçmemeli. Vedia teyze hışımla sesleniyor yan masaya;

“Hey koca Derviş… Ben sana demedim mi damadın önüne geçmeyecen, arkasında bekleyecen.” diye.

Yan masadan cevap  gecikmiyor. Derviş de derviş hani. Heybetli bıyıklarını ustalıkla büküyor.

“Kıskandın yine değil mi sıska Vedia. Sana iki bana on replik vermişler.”

Avını bekleyen kedi gibi gözlerini kısan babaannenin elini tutup masadan kalkmasına izin vermiyorum. Neme lazım, bir nokta atışı daha olursa müdürüm gömleğin parasını ödetir bana.

Neyse ki Derviş Bey’i ablukaya alıyorlar hemen. Meğer her ikisi de tiyatro oyuncusuymuş. Sahneleri kapanıp da  atışmalarını evde devam ettirince, boşanmaları kaçınılmaz olmuş.

‘Oyunu yazan büyükbaba olunca rol dağılımına fazla karışamadık’ diyor Zümra’nın annesi yanıma gelip teşekkür ederken.

Sanatçı ailenin rekabeti de sanatta olacak tabii. Tosun Paşa’nın  hararetli başarısının ardından gelinle damat sahnede yerini alınca  daha iyi anlıyoruz bunu.

Büyük bir ciddiyetle sahneye geçiyorlar. Zümra’yı ilk kez yan flüt çalarken görüyorum. Ne duygu dolu dökülüyor sesler nefesinden. Nasıl güzel yakışmış eline. Damat ise org çalıyor ve sesiyle eşlik etmekte melodiye. Damadı gözüm tuttu hemen, sakin birine benziyor.

Hiç kavga etmezler umarım.

Anne, baba, kardeşler, durur mu? Gelinle damada kaptırmacasına atıyorlar kendilerini sahneye. Sahne devleşiyor gözümde. Müziğin her hali yayılıyor masalara.

Bir Balkan fırtınası esmeye başlıyor. Kimse karşı duramıyor bu fırtınaya. Masalar ustalıkla geri çekiliyor garsonlar tarafından. Müziğin oynak ritminde ne varsa sıfırlanıyor. Her yer sahne, her yer müzik.  Kollar açılırken havaya hep  bir ağızdan bağırıyoruz ‘Heeeyyyy!’.

Balkan müzikleri ile coşkuya teslim alev topu saçlarım çözülüp yanardağ misali geceye akmış çoktan. Bir tek davul meydan okuyor bu  geceye tok sesiyle. Dayanamayıp Zümra’nın abisinin elinden alıyorum. Kim tutar beni! Mali yılın bütçesi düşmüş elime bir kere. ‘Düm tek te tek tek’ vuruyorum rakamlara. Üç, beş, yedi, sekiz halay kurmuş dans ediyorlar, meğer ne ahenkliymişler. “Siz misiniz bir araya gelmeyen?” yeniden vuruyorum tokmağı beyaz tenine, nezaketine hayranım davulun. Müdürümün “Bravo” diyen feryadı davulun sesini bastırıyor, ayakta alkışlıyor beni. Yüzüm saçlarımın rengini mi aldı ne?

Almasına fazla gerek kalmadan birlikte danseder buluyorum kendimi bir ateş dansında ! Bu dansın adının ‘Nestinarka’ olduğunu  duymuştum ama böylesine doğal, insanın içinden kopan bir ezgisi olduğunu bilmezdim. Yürüyor gibiyim korkusuzca yanan ateşin üzerinde.

Bugünü yaşamalı, yarın yok!

Yarının olmadığı  gecede bir Zümra var beyaz , bir de tokuşan rakı kadehleri. Bitmeyecek bir zamanı içiyorum keyifle.

Vedia teyzenin bana el salladığını  görene dek sürüyor bu keyif.

Gecenin sonunu bekleyenler var dercesine göz kırpıyor bana.

Tosun paşayı bilmem ama ‘Y’ nin anlamını biliyorum artık.

‘Yaşamayı bilenler ‘ demekmiş.

Düğün sona ererken terfi ediyorum Y’ye.

Alev Ramiz

A.R / N.İ