Puşkin’in Odessa’da on üç ay yaşadığı evine girdiğim anda sesi kulaklarıma fısıldamaya başladı: Yenilik, devrim, özgürlük, aşk, romantizm, cesaret…

Bir yandan müzeye dönüştürülen evi gezmek için bilet alırken, diğer taraftan kulağımdaki fısıltıların gürültüsüyle etrafa bakınıyorum. Ahşap merdivenlerin, alçak basamaklarına adım atarken Puşkin kıvırcık saçları, uzun faulleri, karakteristik yüz hatları ve zayıf bedeniyle yukarıdaki ahşap tırabzanlardan beni seyrediyor. Siyah pantolonu, beyaz gömleğinin üzerinden taktığı pantolon askısı ile bin sekiz yüzlü yılların ev halinin sıcaklığını hissettiriyor. Heyecanlanıp, derin nefesler alırken, eskimiş ahşabın kokusuyla etrafımdaki arkadaşlarımdan iyice soyutlanıyorum.

Yazdığı eserlerdeki hürriyetsever ruhundan rahatsızlık duyan Çar I.Alexander, Puşkin’i Rusya’dan sürgün ettiğinde en kıymetli eserlerinin bu sürgün yıllarında ortaya çıkacağını hesap edememiş olsa gerek. Puşkin o dönemlerde, 1823 yılında bu evde zaman zaman sosyalleşerek, zaman zaman da yalnızlaşarak yaşadığında henüz 24 yaşındaymış. Sağ taraftaki beyaz kapıdan içeri girdiğimden itibaren; el yazması eserleri, notları, çalışma kâğıtları, tabloları ve çalışma masasıyla Rus Edebiyatı’nın talihsiz dâhisiyle göz göze geldim.

“Çünkü yasak tanımaz rüzgâr,

Zincir vurulmaz kartala, genç kız kalbine.

Şair de öyledir işte

İçinden geldiği gibi yaşar…”


Diyerek sırtımı sıvazlıyor. Her ne kadar not kâğıtlarında yazanları anlamıyor olsam da çalışma tarzı kendini hemen ele veriyor. Yazdığı kelime yağmurlarının bir kısmının üzerini ince ya da kalın çizgilerle çizmiş. Kelimelerle ilişkisi tıpkı gerçek yaşamı gibi. Kiminin üzerini nefretle karalamış, bir daha kullanmamak üzere belki de. Kiminin üzerine ince bir çizik atmış. Belli o kelimeler daha az yaralamış onu.  Rus masallarını anlatan, eski Rus türkülerini söyleyen yaşlı dadısı Arina Rodionovna’nın ona aktardığı Rus halkının ruhunu, yazdığı notların yanına silüetleriyle resmetmiş. Aşka tutkun realist yazar, kadınları çizmeyi de ihmal etmemiş. Çizmeye başlayıp yarım bıraktığı silüetler, bu evde yazmaya başladığı ama tamamlayamadan ayrıldığı Yevgeni Onegin Şiir-Romanını hatırlatıyor.

Bir ara pencereyi açıyor Puşkin. Odessa’nın rüzgârı beyaz perdeleri havalandırırken uzaklara dalıyor. Kim bilir belki de ölümüne sevdiği Natalya’sını hayal ediyor. Yüksek rütbeli bir memurun kızı olan Natalya Gonçarova ile bir baloda karşılaşmış. Büyüleyici güzellikteki bu genç kıza gördüğü an âşık olmuş. Natalya; edebiyatla hiçbir ilgisi olmayan, Puşkin’i şair olarak umursamayan, aklı fikri kendine rahat yaşam sağlayacak bir koca bulmakta olan sıradan biriymiş. Ailesinin de ondan pek farkı yokmuş. Puşkin’in evlenme teklifini belirsiz bir tarihe kadar erteleyen Natalya, şairin 1829’da, aşkını unutabilmek amacıyla Rus ordusuna katılarak, Osmanlı topraklarına Erzurum’a kadar gelmesine neden olmuş. Aşkın acı halinin ona “Erzurum Yolculuğu” eserini getirmiş. Bizim o topraklardan geldiğimizi anlamış olmanın  buruk mutluluğu ile fısıldıyor Puşkin;

“Seviyordum sizi ve bu aşk belki

İçimde sönmedi bütünüyle.

Fakat üzmesin sizi artık bu sevgi

İstemem üzülmenizi hiçbir şeyle.

Sessizce, umutsuzca seviyordum sizi.

Bazen çekingenlik, bazen kıskançlıkla üzgün.

Bu öyle içten, öyle candan bir sevgiydi ki

Dilerim bir başkasınca da böyle sevilin.”

Duvarda asılı Puşkin portrelerine ve resimlerine göz gezdiriyorum. Kiminde asil aileden gelen asil beyefendi, kiminde yalnızlığının arkadaşı çalışma kâğıtlarının arasında kaybolan bir meftun. En çok ilgimi çeken tablo da Puşkin çalışma masasında. Masanın üzeri dağınık notlarla ve kitaplarla dolmuş, mum ışığı masasını yarı aydınlatır halde. Kendisi oymalı büyük koltukta yan otururken, çalışma masasına arkasını dönmüş. Çalışmaktan yorulmuş vaziyette elinde tutuğu kâğıda göz gezdirirken yazdıkları kendisine bile ağır gelmiş gibi bir hali var. Kalbindeki boşluktan gelen sesle fısıldıyor yine,

“Tüm arzularımı yaşadım ben

Hayallerime de soğudum artık

Sadece acılarım kaldı içimde

Meyveleri kalbimdeki boşluğun…”

Aile resimlerinin olduğu alana geçiyorum. Dedesinden babasına, eşinden çocuklarına hepsinin portreleri mevcut. Natalya’sının portresine kadınsal kıskançlığımla uzun uzun baktım. Utangaç ve melankolik yüzü ve asil bir duruşu var. Dantel kıyafetleri içinde oldukça zarif bir kadın. Puşkin ölümünden birkaç yıl önce bir arkadaşına yazdığı satırlarını kulağıma fısıldarken bu kez sesi titriyor.

“Eşim bir melektir. Bu tatlı, saf ve iyi kalpli yaratığa olan aşkım günden güne artıyor. Ben Allah’ın huzurunda bunu hak etmedim.”

Eline geçen birkaç imzasız mektupla karısının gizli aşk yaşamış olması ithamı, aile haysiyetini korumak adına, ona gümüşlerini sattırarak silah almasına sebep olmuş. Sonrası düello, ölüme meydan okuma, silah sesleri ve kapanmayan derin bir yara… Puşkin iki gün can çekişerek 29 Ocak 1837’de soğuk bir kış günü öğleden sonrasında ebedi uykusuna dalarken, Çar karşıtı olan Puşkin için bu düellonun bir komplo olabileceği söylemi de tarihteki yerini almış oldu.

Bunları düşünürken, yüzüme düşen su damlası ile irkildim. Yukarı baktım, geçen yıllara yenik düşen binanın hafif çatlamış ve ıslanmış tavanından sızan yağmur damlasıydı düşen. Ya da Puşkin’in gözyaşlarıydı yüzüme değen. Aramızda anlık bir köprü kuran bu evde ondan pek çok parçayla çıktığımı seziyorum. Her ne kadar bu parça nesnel olmasa da tıpkı her Rus’un söylediği ‘’Puşkin’i sevmek Rusya’da bir gelenektir’’ sözünden ilhamla, onu daha iyi kavramış olmanın kazancı cebimde, geldiğim merdivenlerden iniyorum. Aleksandr Sergeyeviç Puşkin arkamdan ağır ağır gelirken son kez fısıldayarak son nasihatini bırakıyor kulaklarıma,

“Her şey sendedir, sende; büyük mahkeme sensin;

Eserine, elden çok, kıymet biçebilensin,

Söyle ey titiz şair, sen ondan memnun musun?”

Özlem Budak