Akşam vakti inmiştik Odessa’ya. Şoföre “Beni Odessa’nın kalbine götürür müsünüz?” dediğimde oturduğu yerden sağına arkaya dönüp yüzüme şaşkın şaşkın bakışını hala hatırlıyorum.

“-Deribasovskaya Caddesi mi demek istediniz?” demişti sonra da…

“-Evet yanlış mı söyledim, Odessa kalpsiz mi yoksa?” deyip güldüğümde o da gülümsemişti.

“-Bu ilk seyahatim değil buraya,” diye bilgilendirdim sonra adamcağızı. Öyle ya ilk defa gelen biri nereden bilecekti kalbini Odessa’nın.

Hava oldukça kararmış, caddenin bütün ışıkları yanmıştı. Rengârenk ışıltılı süslerle donatılmış ağaçların saf tuttuğu caddedeki sarı turuncu sokak lambalarının altında yürümek insana sanki bir masaldaymış hissi uyandırıyordu. Burası şehrin trafiğe kapalı en hareketli caddesi ve keyif noktası. Caddedeki kafelerde yemek yeyip, alışveriş yapabildiğiniz, eski kaldırımlarında trafik korkusu olmadan güzel müzikler eşliğinde rahatça yürüyüp sohbet edebildiğiniz bir vaha. Kahkaha seslerinin caddeye taştığı o rengârenk ışıklarla donatılmış eski ve antika vitrinli kafeye doğru gitti adımlarım. Hava alışık olduğumdan daha serindi ama ortam öyle güzeldi ki dışarıda oturmayı tercih ettim ve üzerinde ışıklandırılmış kelebeklerin uçtuğu yaşlı çınarın altındaki hasır koltuğa gömüldüm.

1200’lü yıllarda Kırım Hanı Hacı Giray tarafından “Hacıbey” adında bir Tatar köyü olarak kurulan ve sonraki dönemde Osmanlı’nın kontrolüne geçen ancak 1792 savaşından sonra Rusların olan ve 2. Katerina’nın emriyle “Odessa” olarak ismi değişen bu şehirde bulunmak insanı garip bir şekilde etkiliyor. 800 yılda çok şey değişmiş elbet, geçen geldiğimde Tatarlara ait izler aramış, bir köşeden aniden bir Tatar atlısının çıkmasını düşlemiştim yürürken ama sanki hiç yaşamamış gibiler bu coğrafyada, akan zaman izlerini de anılarını da silmiş süpürmüş bu coğrafyadan. 2. Katerina’nın Fransız mimarlara inşa ettirdiği bir şehir burası. Onun aşkın ve güzelliğin yanı sıra edebiyata ve bilime olan tutkusunu, Avrupalı ruhunu da görüyorum meydanlarda, heykellerde, parklarda, Operada ve şık binalarda… Romantik bir şehir bana kollarını açan, özlemle kucaklayan.

Yazar olmamdan kaynaklanan bir hayalperestlikle aramış olsam da o yitik Tatar atlısını, geniş caddede, heykeller, akasya ağaçları arasında yürümek etkiliyor beni. Odessa’da da bu yüzden bulunuyordum zaten. Yazdığım son romanımın konusuydu bu şehir. Eskiyle yeniyi harmanlayıp bir aşk hikâyesine arka mekan etmiştim bu tarihi şehri.

Bir zamanlar âşık olmuştum. “İlk aşklar unutulmaz” derler, şimdilerde “İlk geçicidir, unutulur” deseler de… Ben ilk aşkımda tutuklu kalmıştım. Bu aşkın şahidi ise bu güzel Odessa şehri olmuştu, onun içindi bu şehrin bendeki özel yeri.

Ünlü şair Nazım Hikmet’in sevgililerinden Lena Yurçevko’ya mezar olan bu şehir, âşık düştüğüm bir şehir olmuştu benim için de. “Ölülerimi serpmişim yeryüzüne / Kimi Odessa’da yatar, kimi İstanbul’da, Prag’da kimi” demiş ya usta… Bana da “Açılmak için şafağı bekleyen çiçekler gibiyim / Güneşim ol doğ bana” satırlarını yazdırmıştı. Onunkinde bitişler benimkinde ise sadece bekleyiş, …ler hiç olmadı bende ustanın aksine, bir tek, derin ve özel…

Belki de yaşadığım bu aşkın kitabıma kattığı ruhtur romanımın beğenilmesini sağlayan. Ve ben şimdi bu aşkın yaşandığı şehre ikinci kez ama bu defa ödül almak için gelmiş bulunuyordum. “İnsan ya aşkta, ya kumarda” derler ya ben de bir kumar oynamış ve aşkımı masaya sürüp beklemiştim. Kim kazanmıştı, kazanan var mıydı, kaybeden kimdi bilmiyorum ama ben elimden geleni yapmıştım. Ve işte şimdi buradaydım.

Düşüncelerim yan masadan gelen heyecanlı konuşmalar ve gülüşmelerle birden başka yöne kayıverdi. Oldukça neşeli ve kalabalık bir grup vardı karşımda. Bir müddet onları dinleyip anlamaya çalıştım. Fransızca gibi şiirsel ya da İtalyanca gibi seksi değildi ama oldukça sıcak ve cana yakın bir konuşma dili vardı ortalarda çınlayan, hele kahkahalar. Ne kadar da içten gülüyorlar, bu zamanda böyle samimi ve sıcak insanlar bulmak zor hele grup olarak diye düşündüm ve daha bir kulak verdim. Çok tanıdık geliyordu konuşulan dil bana, Romanya’da duyduğum ama bir türlü tanışamadığım bir ülkenin dili olmalıydı.

Beklediğim kişi hâlâ gelmemişti ama bu fazla canımı sıkmamıştı çünkü yeni ilgi alanım beni oldukça meşgul ediyordu. Çoğunun elinde fotoğraf makinaları ve hepsinin elinde not defteri ve kalem vardı. Müzelerden bahsediyorlardı onu anlayabiliyordum, bir de  “Babel” diyorlardı ki meşhur İsaac Babel’di bahsettikleri kesinlikle. Babel ismini duymak beni daha da meraklandırmıştı. Tam onlara seslenip konuşma konusu açacaktım ki Ukraynalı editörüm Anton elinde çiçeğiyle masamın başında beliriverince yarıda kaldı isteğim. “Tipik Ukraynalı erkek işte” dedim içimden sevinçle. Genelde centilmen ve nazik buranın erkekleri. Anton da onlardan biriydi üstelik okumuş, kariyer sahibi bir erkek.

Kitabımın Ukrayna’da tanınmasına ve hatta Odessa’daki imza günüme de Anton vesile olmuştu. Kız arkadaşının tercümesiyle okuduğu kitabımı ve içindeki aşk öyküsünü öylesine beğenmiş ki kendi dillerine tercüme etmeye karar vermiş. Sonrası malum, mektuplaşmalar, yazışmalar derken kitabım yayınlanmış ve büyük sükse yapmıştı bile. Bunda editörlüğünü yaptığı yayınevinin de büyük ve ciddi bir kurum olmasının da büyük payı vardı, bire bir yazışarak her cümlenin bendeki duygusunu öğrenmek istemesi ve kendinde hissettirdikleriyle birleştirmesinin de ayrı bir payı. Kahvelerimizin yanında “Budmo” ve “Gey” sesleri eşliğinde Gorilkalarımızı içip,  aç gözlülük yapıp ısmarladığım Zhale ve Paska’dan büyük parçalar alıp hazzın doruklarına çıktıktan sonra utanmadan bir de kalanlarını paket yaptırmama gülümseyen gözlerle bakan Anton’a göz kırpıp biraz yürümeyi önerdim. Bu şehri seviyordum, diğer soğuk şehirlerin aksine Odessa deniz, güneş ve kumsal demekti, üstüne bir kültür şehriydi ve keyif, daha ne olsun.

A tree in front of a building

Description automatically generated
Boutique Hotel Palais Odessa

Ertesi gün hava beklediğimin aksine güneşli ama hafif serindi. Arada bir incecikten bir yağmur çişelese de Ukrayna’ya göre güzel sayılırdı. Bohem tarzı elbisemi ve rengarenk uzun hırkamı üzerime geçirdikten sonra Odessa Opera Binasının hemen yanındaki Boutique Hotel Palais Royal’den dışarıya çıktım. Odessa Pasajının içindeki o güzelim heykellerle ruhumu doyurduktan sonra Fankoni Cafe’nin edebi hayaletlerinin kollarına kendimi bırakabildim. “Burayı mesken edinmiş olan Isaac Babel ve nice yazarlar şu halimi görseydi romanlarına beni de komik bir karakter olarak alırlar mıydı acep?” düşünceleri içinde köpüklü kahvemi yudumlarken muhteşem “Pampushky” ile de sabah keyfimi taçlandırdım.

A tree in front of a building

Description automatically generated
Fankoni Cafe

Puşkin müzesine doğru yürüyüşe geçerken bir yandan da acaba otelde kalıp dinlense miydim diye tereddütteydim. Ne de olsa akşamüstü toplum önüne çıkacaktım, dinlenmiş olmak iyiydi ama günümü sırf iyi görüneceğim diye de boşa geçirmek istemiyordum. Girişteki heykele gözlerimle öpücük yollayıp içeriye kayıp bir ruh gibi süzülüverdim. Henüz sabah olduğundan kimsecikler yoktu, sessizliğin tadını çektim içime ve söz verdiğim gibi bir zamanlar kendime Puşkin’in şiirini fısıldadım maziye:

“Seviyordum sizi ve bu aşk belki

İçimde sönmedi bütünüyle

Fakat üzmesin sizi artık bu sevgi

İstemem üzülmenizi hiç bir şeyle

Sessizce, umutsuzca seviyordum sizi

Kâh çekingenlik, kah kıskançlıkla üzgün

Bu öyle içten, öyle candan bir sevgiydi ki

Dilerim bir başkasınca da böyle sevilin”

İçeriye giren neşeli sesler ve gülüşmeleri duyduğumda fark ettim bluzumun akan gözyaşlarımla ıslandığını. Uzun zaman olmuştu bu şiiri görmeyeli, duymayalı ve hissetmeyeli. Ayrıldığımız günün akşamı elime “Yolda okursun” diye tutuştururken okumuştu bu şiiri kulağıma. O zaman anlayamamıştım ne olduğunu… Meğer son anlarımızmış o, bir daha onu görmeyeli yıllar oldu, siz deyin 30 ben diyeyim 39…

Hani ilk aşk unutulur diyenler var ya  duyun beni, ben hâlâ o aşktayım. Vuslat önemli değil, sevmek mi sevilmek mi deseler şimdi bana sevmek derim çünkü emin olduğum tek şey bu. Dar zamanlarda tanışmış, ilk bakışta aşka düşmüştük ama sonrası meçhule bir yolculuk. Bilmiyorum o nerde, kimle, yaşıyor mu, yaşamıyor mu ama ben sevgimde sabit, inatla büyütüyorum içimde. Ondan sonra ben yaşamadım, mış gibi yaptım. Sustum… Uzun yıllar sustum. Yazmasaydım boğulacaktım, yazdım. İçimde kabuğu asla iyileşmeyen bir yara… Tam iyileşiyor diye korkarken aniden kulağıma çarpan bir ses, bir müzik ve tekrar kanamaya başlayan gözüm gibi bakıp, sarıp sarmaladığım sevgili yaram. Ömür boyu süren hasretim. Hep bir yanım eksik yaşadığım. Ben kanatsız bir kuş, ben denizi olmayan balık, ben kalbi atmayan beden. Tepeden tırnağa âşık, tepeden tırnağa yaralı.

Gözyaşlarımı çaktırmadan silip, zoraki bir tebessümle döndüğümde dün akşamki neşeli grubun içeriye girdiğini görmem… Hayat ne garip, biraz evvel acının en dibindeyken şimdi sevinç ışıltısıyla dolmuştu içim. Biraz ferahlamış ve yenilenmiş bir halde sekerek indim merdivenleri ve Şehir Parkında bir tur attım, o yeşilliğin içinde ve kuş cıvıltılarının eşliğinde ruhum biraz olsun sakinlemişti. 

A plate of food on a table

Description automatically generated
Londonskaya Oteli

Duncan, Aragon, Çehov, Mayakovski‘nin de konakladığı Londonskaya Oteli’ne uğrayıp hüznümü o mis gibi vanilya kokulu elmalı strudel’la boğduktan sonra sakin ama emin adımlarla Edebiyat Müzesi’ne doğru yola koyuldum. İçim pır pır ediyor, anlayamadığım bir duygu beni ele geçiriyordu. Yazarken değil ama anlatırken nasıl olacaktı hiç bilmiyorum. İnsanın kendi içini öylece ortaya koyuvermesi kolay değil sonuçta. Neyse ki Anton ve kız arkadaşı beni bekliyorlardı. İmza günümün Edebiyat Müzesinde olması da beni heyecanlandırmıştı. İlk kitabını yazan ve yabancı dile çevrilen bir yazarın böyle bir olanağı elde etmesi… Bana rüya gibi geliyordu ama artık buradaydım ve gerçekleşiyordu o yüzden de heyecanlanmıştım doğrusu.  Bahçedeki heykellere bakmaktan ve binanın büyüklüğüne ve edebi eserlerin çokluğuna şaşırmaktan bir an ne için geldiğimi unutsam da Anton’un sesiyle kendime geldim ve bana ayrılan salona doğru yürüdük.

Odessa Edebiyat Müzesi

Kitaplarım ve ben, yazar masasının ardında artık hazırdık. Doğrusu çok da kalabalık olacağını zannetmiyordum sonuçta yabancı ve tanınmamış bir yazardım ancak salon kalabalıklaşmaya başlayınca işin ciddiyetini de anlamış oldum. Ellerim terlemeye, kalbim küt küt atmaya başlamıştı. Derken içeriye kalabalık bir grup girdi, sessiz ama cıvıl cıvıl neşeli, hayat dolu bir grup. Hemen tanıdım onları, karşılaşmalarımızın kader olduğu bir andı sanki onlarla yaşadıklarım. Anton’un  beni ve kitabımı tanıtmasının ardından başlayan sorular, tebrikler, konuşmalar derken kaderdaşlarım diyeceğim gruptakilerden biri söz aldı. İstanbul’dan geliyorlarmış meğer, NEYYA Edebiyat Grubu… O güzel musiki gibi konuşmalar da “Türkçe” imiş.

NEYYA

Karşılaşmalarımızdan bahsedip bu gün burada olmalarının da bir kader olduğunu söylediler. Bu sene inceledikleri Odessa’lı yazar Isaac Babel’in “Kral” öyküsünden hareketle Odessa’ya gelmişler ve Babel’in izini aramışlar sokaklarında, insanlarında, müzelerinde… “- Belki bir gün benim de izimden gelir Romanya’ya birileri” dedim, gülüştük birlikte.

İnşallah uğurlu gelirsiniz bana” deyip imza seronomisine başlarken, kalabalığın arasından arkalardan bir ses:

“-Peki hiç vazgeçmediniz mi?” diye bir soru yöneltti.

Etraf birden ıssızlaştı, ışıklar loşlaştı. Kendimi her şeyden ve herkesten soyutlanmış gibi hissettim bir anda. Düşünmeden cevapladım soruyu. 

“-Hayır, asla. Vazgeçmedim. Onu sevmekten hiç vazgeçmedim.

Peki ya özlem?

İnsan kaybettiklerini özler, vazgeçtiklerini değil” dedim demesine de ya o ses, o ses… Allah’ım bu sesi nerde olsa tanırım, o ses ki ruhuma şifa, o ses ki hep özlediğim…

Peki ya artık vuslat vaktidir desem

Yıllar geçse de hiç bir an aklımdan çıkmayan ve nerde duysam tanıyacağım o derin, duygulu sesin sahibi, o gülüşüyle hayatıma güneş gibi doğan, yıllardır kanayan yaramın devası, NEYYA grubunun arkasındaki sıralardan ayağa kalkıp bana doğru adım atmasın mı…

Elimdeki kitabı masaya düşürdüğümü bile fark etmeden ruhum ona uçarken ve herkes merakla ne olduğunu anlamaya çalışırken “Yaşasın Aşk” diyen tempo tutan NEYYA kadınları sayesinde ortalık bir şölen yerine dönüşüverdi birden. Ben gözlerimde yılların acısıyla mütebessim ve aşkla, o ellerinde çaresizliğin yıkılmışlığına inat inançla karşımdaydı işte.

Sonrası… Sonrası… Daha ne olsun… Daima “Aşk” olsun…

İstanbul’lu dostların söylediği “Ezginin Günlüğü” şarkısındaki gibi:

Bin Kere Tekrarı Olmaz, İnsan Sever Bir Kere

Ayşen Cumhur Özkaya-

N.İ.

                          

Not                  :

Zhale               :  Meyveli Jöle.

Phaska            :  Ukrayna ve Rusya’da özel günlerin vazgeçilmez tatlılarından, kuru meyvelerle  yapılan muhteşem bir tada sahip bir kek.

Gorilka           :    Ukrayna’nın milli içkisi. Bu içkiyi en iyi üreten markalardan biri Nemiroff. Bir sürü çeşidi var: Klasiğinden huş ağacı sapı ve yaban mersinine kadar uzanan farklı tatlara sahip.

Budmo ve Gey :  Ukraynalılar içerken “Na zdorovya” demezler. (O Rusya’da popülerdir). Ukraynalılar Kazaklar gibi kadeh kaldırır ve “Budmo!” derler. 3 kere “Gey!” yanıtını aldıktan sonra kadehler içilir :

Budmo! – Gey! – Budmo! – Gey! – Budmo! – Gey! Gey! Gey!

Bin kere tekrarı olmaz, insan sever bir kere : Türk pop müzik şarkısı, Yazan – Nadir Göktürk, Söyleyen : Ezginin Günlüğü