Selda Uygur
1 Nisan 1956’da dergiyi çıkarmaya başladık. Amacımız, sığlaşmış gerçekçilikle, gerçekçiliğin bir örnek, basmakalıp hale getirilmesine karşı çıkmaktı.
(Türkiye Yazarlar Sendikası, Yazar Mutfağı söyleşileri kapsamında, 23 Aralık 2014 tarihinde, Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde yapılan konuşmanın metnidir.)
50’lerin başıydı, Demokrat Parti seçimi kazanmış başa geçmişti, bizler henüz liseliydik. O yıllarda İstanbul’da liselerarası edebiyat matineleri yapılırdı. Gençlerin oldukça rağbet gösterdiği etkinliklerdi. Biz o matinelere Kemal Özer’le beraber katılırdık. Galatasaray Lisesi’nde yapılan bir matinede Demir Özlü ve Hilmi Yavuz’la, Beyoğlu Atatürk Lisesi’nde de Ferit Edgü’yle tanıştık.

1955 yılında Kemal Özer, ben ve Konur Ertop İstanbul Erkek Lisesi’ni bitirip İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümü’ne kaydolduk. O sıralar Erdal Öz, Onat Kutlar, Hilmi Yavuz, Demir Özlü, Ergin Ertem ve Uğur Cankoçak da Hukuk Fakültesi’nde öğrenciydi. Yılmaz Güney de İktisat Fakültesi’ndeydi ama hepimiz Hukuk Fakültesi’nin etrafında toplanıyorduk
Ben, Kemal Özer, Onat Kutlar, Hilmi Yavuz, Ferit Edgü, Demir Özlü Hukuk Fakültesi’nin kantininde toplanarak saatlerce sanat ve edebiyat gündemini, sorunlarını konuşuyorduk. Kantinde yuvarlak bir masa vardı, onu seçtik ve hep orada oturduk. Zamanla herkes benimsedi, bizden başka kimse oturmadı o masaya. Tıpkı on birli, on ikili, on üçlü silahşorlar gibiydik…
O sırada tüm dünyada yeni gerçekçilik akımı yayılıyordu, biz de gerçeği daha derinlemesine anlatmanın yollarını denemek üzere buluşuyorduk.
Elli kuşağı olarak -a kuşağı da deniyor- Sartre, Camus, Kafka okuyorduk ama filmler de bize çok şey katıyordu. O zamanın newrealist (yeni gerçekçi) filmlerinden, İtalyan filmlerinden yararlanıyorduk. Secca’nın Milena Mucizesi diye bir filmi vardı. Bu filmi biz arkadaşlar arasında aylarca tartıştık. Bir tanesi Fellini’nin La Strada, Sonsuz Sokaklar filmiydi, o filme Onat, ben ve Ülkü üç ya da beş defa gittik. Yeni gerçekçiliğe bakış açısını o filmler yoluyla da derinleştiriyorduk. Fransız filmlerinden Alain Resnais’nin filmleri başat filmlerimizdendi. Alain Robbe Grillet’nin hem yeni roman açısından, hem filmler açısından bize verdiği şeyler vardı. Fransızların Yeni Dalga filmleri de etkilendiklerimizdendi. Biz yalnız kitaplarla beslenmedik o filmlerle de beslendik.
Marksizmi de edebiyat kitaplarından öğrendik. Marksizm yasaktı. Ben sahaflarda dolaşırken Lenin’in Hayatı diye bir kitap buldum. Haydar Rıfat çevirisi. Aldım yarı Osmanlıca bir kitap. Türkoloji’de okuduğum ve Osmanlıca’yı az buçuk bildiğim için o kitaptan bir şeyler öğrendim. Haydar Rıfat çevirisinden Robinski’nin Anarşizm kitabını okudum. Yasaklı dönemde okuduğum kitaplar bunlardı. Öteki arkadaşlarımın okuyup okumadığını bilmiyorum. Nazım Hikmet yasaklıydı, okuyamıyorduk. Sabahattin Ali yasaklıydı. Ancak Sabahattin Ali’nin kitaplarını sahaflardan buluyorduk, öyle okuyorduk. O arada Fahri Erdinç önemli öykücülerimizden biriydi.Onun da kitapları yoktu. Ben onun dergilerde çıkan öykülerini topladım, sahaflardan bir dosya kitap yaptım, bütün arkadaşlar okudu. Onat Kutlar onu yurda götürmüş, çocuklar da o öyküleri okumuşlar. Böyle bir yasaklı dönemin içinde el yordamıyla toplumcu romanı öğrendik.
Fakat Demokrat Parti’nin özgürlükler ve aydınlar üzerindeki baskıları artmaya başladı, biz ise demokrasinin gereğine yürekten inanıyorduk. Sanatçının ve aydının üzerindeki baskı gündemi ister istemez işgal ediyordu. Hemen her gün baskılara nasıl karşı geleceğimizi tartışır olduk.
Sonuçta, hem dönemin iktidarına, hem de edebiyatın yozlaşmış gerçekçiliğine karşı sokak eylemleri yaparak karşı çıkmaya, iktidarın düşünceleri kısıtlamasına ise kültürel bir eylemle karşı çıkmaya karar verdik. Bunun için yapılacak bir tek şey vardı: Dergi çıkarmak.
Fakat hepimiz öğrenciydik, parayı nereden bulabileceğimizi bilmiyorduk. Sonra her ay on kişi harçlıklarından onar lira verirse yüz lira denkleşir diye düşündük. Bu da arkalı önlü tek yaprak dergi çıkarabilmek için yeterli bir miktardı. Böylece işe giriştik.
Hiçbirimizin dergi çıkarmak için yaşı tutmuyordu. Hukuk Fakültesi’nde bizden daha büyük arkadaşlarımızdan Edip Özyörük, derginin yazı işleri müdürü oldu. Derginin çıkışı çok önemliydi. Daha önce sözünü ettiğim Ergin Ertem, bizim derginin çevirmenleri arasındaydı.
Şekil açısından beğendiğimiz bir iki dergi vardı onları model almayı düşündük; Orhan Veli’nin çıkardığı Yaprak dergisi ve Ankara’daki arkadaşların çıkardığı Şimdi dergisi. Derginin adı ne olabilir diye düşündük, o sıralar bu tür dergilerde sayı akımı vardı. Bir tanesinin adı On Üç‘tü mesela. Herkes bir şeyler söylüyordu, kendi kendime dedim ki; Adnan diye bir adam var, baş harfi a, neden olmasın. “a olsun” dedim. Herkes alfabenin baş harfi olan a’yı işaret ettiğimi düşündüğünden beğendi ve kabul etti, derginin adı a oldu. Oysa ben adımın ilk harfini düşünerek söylemiştim.
1 Nisan 1956’da dergiyi çıkarmaya başladık. Amacımız, sığlaşmış gerçekçilikle, gerçekçiliğin bir örnek, basmakalıp hale getirilmesine karşı çıkmaktı. Biz üst gerçekçi, sürrealist yöntem kullanıyorduk. Amacımız gerçekliği daha derinlemesine ve daha boyutlu olarak ortaya koyabilmekti.
Nezihe Meriç ve Vüs’at O. Bener 1940 kuşağı yazarlarının gerçekliğe bakış açısının dışına çıkarak farklı bakış açısı kullanmış, ara kuşağı oluşturmuşlardı. Bizler bu ara kuşaktan oldukça etkilendik ve basmakalıp gerçekçiliği değiştirmek üzere yola çıktık.
a dergisi‘ne öyküler yazdık; Onat Kutlar, Ferit Edgü, ben, Yusuf Atılgan, Erdal Öz. İşin garip yanı Yusuf Atılgan o sırada Manisa’da çiftçiydi. Manisa’dan çiftini çubuğunu bırakıp geliyor, bir ay, bir hafta, on beş gün İstanbul’da bizimle kalıyor, sonra tekrar çiftliğine, çubuğuna dönüyordu. Romanı çıkmadan önce öyküleri a dergisi‘nde çıktı,Bodur Minareden Öte v.b.
O sırada Paris’ten Selahattin Hilav geldi. Selahattin Hilav felsefeciydi. Paris’ten gelince onu a dergisi‘ne aldık. Selahattin Hilav da a dergisi‘ne katılınca o zamana kadar a dergisi‘nde olmayan iki şey yapıldı. Bir tanesi “sürrealizm” özel sayısı, ikincisi de “varoluşçuluk” özel sayısı. Tabii bunda Selahattin’in çok büyük katkısı oldu. Yalnız Jean Paul Sartre değil, Kierkegaardları, Hegelleri, onların varoluşçu düşünceye katkılarını gösteren geniş bir perspektif getirdi.
Ece Ayhan, Edip Cansever a dergisi yazarlarındandı. Ankara’dan geldikçe Cemal Süreya uğrardı. Cemal Süreya’nın daha sonra çok sözü edilen Folklor Şiire Düşman yazısı a dergisi‘nde çıktı. Ergin Günçe, İstanbul Erkek Lisesi’nden arkadaşımızdı. Ankara Siyasal’da okuyordu. O da şairdi, geldikçe o da aramıza katılırdı.

O sıralar ilginç bir şey daha oldu; Sezai Karakoç için uzun tartışmalar oluyor ama yazı ve şiirleri bizde yayımlanmıyordu. Sezai, edebiyat olarak İkinci Yeni şiirine dönük olduğu için sanatsal olarak bizimle en küçük bir anlaşmazlığı yoktu. Ama düşünsel olarak ayrılığımız vardı.
Amerikan Edebiyatı zamanın yazarlarını ve bizim dergileri çok etkiledi. Çünkü o zaman Amerikan kitaplarının yayımlanması için Amerikan Konsolosluğu kitapların yarısını satın alıyordu. Böylece yayınevleri masrafı ilk anda çıkarıyorlardı, öbür tarafı kâr oluyordu. Böylece Amerikan Edebiyatı furyası oluştu. Amerikan Edebiyatı furyasının önemli bir faydası oldu. Biz, Hemingway’i, Faulkner’i, tanıyarak Amerika’nın öteki yüzünü öğrenmiş olduk. Onlar propaganda yoluyla kendilerini bize tanıtmak istediler, biz ters bir taraftan meseleyi alarak, doğru yazarları okuduk. Özelikle Faulkner ve Steinbeck’in elli kuşağı üzerinde etkisi önemlidir.
a dergisi’nin yeni kuşakların yetişmesine de büyük katkısı oldu: Aysel Özakın, Çetin Öner, Mehmet Güler ve Hasan Kıyafet’in ilk öyküsü, Işıl Özgentürk’ün de ilk oyunu a dergisi‘nde yayınlandı.
Cumhuriyet gazetesindeyken bir gün elinde iki çocuk, yanında karısı, sırtında eşyası bir adam içeri girdi –Cumhuriyet‘in konak bölümünde büyük bir odamız vardı- Kayseri’den öğretmenim, size hikâye getirdim dedi. Belli ki trenden inmiş. Hikâyeleri a dergisi‘nde yayınladık.
Dergide bir de eylemsiz okurdan eylemli okura diye bir köşemiz vardı. Bu sayfada eylemli okur istediğini yazıyordu. Öykü, şiir, eleştiri ne isterse gönderiyordu.
Bunlardan biri de Van’dan Rıza Zelyut’du. Önce bu sayfaya yazılar gönderdi, sonra dergide yazıları yayınlanmaya başladı.
Dergide mizaha da yer veriyorduk, Ferit karikatüristti. Bu muskayı taşıyanın başına halel gelmeye diye karikatürler çıkardı. En çok ilgi görenlerden biri de; “4000 Yıllık Mezar” karikatürüydü. Şöyle diyordu, “Mezarda hüküm giymiş bir yazar yatmaktadır. Yalnız cumartesi günleri ziyaret edilmektedir.”
Bir de adı şimdilerde unutulmuş yazarlarımız vardı. Mesela; Onat Kutlar’ın kardeşi Ergün Kutlar, Uğur Cankoçak a dergisi‘nin yazarıydı. Eski İşçi Partisi’nin militanlarından Yüksel Yaşar diye iyi bir hikâyecimiz vardı.
Dergi 5000 satıyordu. 2000 İstanbul’da geri kalanı taşrada satıyordu. Aboneler vardı.
Bu süreçte yaşanan pek çok sıradışı hikâye var. Onların da bir kaçını paylaşmakta yarar görüyorum:
Bizim bir araya gelişimizde kahvelerin rolü önemlidir. Bir gün Malatya’dan gelen bir arkadaşımla kahvede oturmuş, konuşuyoruz.Kahve İstanbul Üniversitesi’nin tam karşısında, Koska Helvacısı’nın yanında. Biraz ötemizde biri oturduğu yerden bizi izliyor. Ülkü, “Galiba sivil polis bizi takip ediyor,” dedi. Ben Râmi’de oturuyorum o sırada. Kahveden çıktım. Baktım çocuk arkamdan geliyor, ama bayağı arkamdan. Edirnekapı’ya giden bir otobüse bindim. O da bindi. Edirnekapı’da indim, Râmi’ye giden dolmuşa bindim, o da bindi. Eve geldim kapıyı çalacağım, tam arkamda. Hışımla döndüm, “Kimsin sen?” dedim. “Ben Adnan Işık, Malatya’dan geldim, size katılmak istiyorum. Pazar Postası’nda hikâyelerim çıktı sizde de çıksın istiyorum.” deyince şaşırıp kaldım. Daha sonra kaç yerde anlatıp güldük bu hikâyeyi. Adnan Işık’la hâlâ dostuz. Hangi toplantımız olsa gelir. Hikâyeye devam etmedi ama Malatya hakkında bir kitap yazdı. Şimdi de Galatasaray tarihini anlatan bir inceleme yapıyor. Yani yazarlar yazarlığı bırakmıyorlar, çünkü öyle bir hastalık ki bu, o mikrop gelince bir daha çıkmıyor.
Bir de Ülkü’yle benim kitabımın çıktığı zaman başımıza gelen olay var; Demokrat Parti karşıtı tüm hareketlere katılıyoruz, üniversite hareketi başlamış biz de o hareketin içindeyiz. Gizli bir örgüt gibiyiz, caminin arkasındaki Çınaraltı Kahvesi bizim görüşme mekânımız. CHP Gençlik Kolları bu örgütlenmede önde gidiyor. Bir tanesi de Nurettin Sözen. Nurettin Sözen liseden benim sıra arkadaşım, yalnız okul sınıf değil, sıra arkadaşım. Yalnız Nurettin Sözen değil, Raif Ertem, o da CHP Gençlik Kolları’nda. Onlar birtakım şeyleri örgütlüyorlar. 28 Nisan için bize sabah haber verdiler, kantinde buluşulacaktı.O sırada benim de Panayır kitabım çıkmıştı. O gün için Ülkü’yle anlaşmıştık, kitabı paketleyip bayilere gönderecektik. Yayınevi kurmuştu a dergisi. İlk önce Onat Kutlar’ın İshak‘ını çıkardık, ondan sonra da Yusuf Atılgan’ın Bodur Minare’den Öte kitabını çıkardık, ardından benim kitabım, Ülkü Tamer’in Şiiristan diye çevirilerden oluşan ilginç bir kitabı çıktı.Ben üniversiteye gittim saat dokuz sıralarında, bayağı bir kalabalık toplanmış gençlik heykelinin etrafında Menderes aleyhine gösteri yapılıyor. O sırada bir cip içeri girdi, bir arkadaşı arkasında sürüklemeye başladı. Bir anda polisler gençlik heykelini çevirdi, iki yüz, iki yüz elli kişilik bir topluluk vardı. Çevirdiler ateş edeceğiz dağılın dediler kimse kıpırdamadı. Ateş açıldı, herkes yaralanan falan yok zannediyor. Bir çocuk ah elim vuruldum dedi, kaçtı gitti, hepimiz korktuk. Bu adamlar galiba ateş açacaklar dedik ateş açmadılar atlı polisleri üzerimize saldılar. Atlı polisler üstümüze gelince heykeli geçip,Hukuk Fakültesi’nin içine girdik. Fakat salona atlı polisler girdi. Arkamızdan kovalıyorlar.Bir öykümde yazsaydım Adnan Özyalçıner abartmış derlerdi. Gerçekten salonun içindeydiler, biz arka kapıdan Süleymaniye’ye doğru kaçıştık, burası berbat oldu ne yapacağız, zaten kitap işi vardı ben buradan kaçayım dedim. Bütün kapıları kapatmışlar. En sonunda Bakırcılar’a bakan kapıya gittim. Bakırcılar’ın kapısı da kapalı. Duvarı ölçüp biçip ben buradan atlarım dedim. Bakırcılar’ın kapısından atlayarak doğru yazıhaneye gittim. Büyük karanlık bir handa odamız vardı, orada Ülkü kitapları paketlemiş beni bekliyor. On buçuk gibi fakülteden ayrıldım, on ikiye doğru biz Ülkü’yle paketleri alıp Cağaloğlu’na doğru yola çıktık. Gazeteciler Cemiyeti’nden vilayete doğru yürüyoruz, baktık tanklar vilayeti kuşatmış bir şey var herhalde dedik, askerler geri dönüyor, biz de geri döndük. Beyazıt’a gidelim dedik. Beyazıt’a gittiğimizde her şey olup bitmişti. Ben ayrıldıktan sonra kalabalık daha da artmış, dışarı çıkmışlar; olan olmuş, Turan Emeksiz vurulmuştu.
Neticede 27 Mayıs’ın gelişi her şeyi değiştirdi. Fakat ben 27 Mayıs’a askeri darbe demedim, demiyorum. Hiçbir arkadaşım da demedi, çünkü biz 27 Mayıs’ı bir askeri dönüşüm olarak kabul ediyoruz. Neden askeri dönüşüm; çünkü aydınlarla ve gençlikle el ele yapıldı. Hem iktidarın baskılarını kaldırdı. Hem de kültürel açıdan büyük bir değişim yaptı. O zamana kadar yasaklı olan Nazım Hikmet, Sabahattin Ali gibi şair ve yazarlar serbest kaldı. Marksist teori kitapları arka arkaya yayınlandı. Geniş bir kültürel faaliyet oldu.
1960 sonrası buluştuğumuz kahve Yenikapı’da Kemal Bey’in kahvesiydi. O kahvede kimler yoktu ki; Müjdat Gezen, Yaman Tüzcet, Savaş Dinçel, Metin Akpınar.1960 kuşağı genç şairleri olarak Sennur Sezer, Melisa Gürpınar, Eray Canberk,Gülser Tuncer böyle bir ortama girdiler.
Üniversitenin gençlik tiyatrosu vardı. Ressamlarla -Mehmet Güleryüz, Komet- Beyoğlu’nda buluşuyorduk, yalnızca edebi değil kültürel yükseliş vardı.
1961 Anayasası gerçekten Türkiye’de yapılmış en iyi anayasalardan biriydi. Ömrü uzun sürmedi, sürdürtmediler. Nitekim bu yüzden daha 1971’de ilk muhtırayla ortalık birbirine girdi. Biz 27 Mayıs’ta “özgürlük” özel sayısı çıkardık adergisi’nin son sayısı özgürlük özel sayısıydı, 25 bin basıldı sanıyorum.Siyasal baskılar da bitti diye 25 bin bastık ve üniversitede dağıtıldı. Ama yazık ki sevincimiz 1971 muhtırasıyla kursağımızda kaldı.
Belli bir özgürlük ortamının arkasından askeri baskı gelince yazarlar birer ikişer tutuklandı; Erdal Öz uçak kaçırmaktan, Can Yücel çevirdiği kitap yüzünden hapisteydi. Büyük bir baskı vardı, kitaplar toplatılıyor, yakılıyor, yasaklanıyordu.
Muhtıranın ardından bütün a dergisi yazarları birbirimizi aradık. Ben Ferit Edgü’yü, Ferit Edgü, Erdal’ı, Erdal, Konur’u, Konur başkasını aradı. Önay Sözer vardı yazarlarımız arasında felsefeci ve romancı, o da birini aradı, toplanalım mı diye. Hepimiz dağılmışız. Gazeteciler Cemiyeti’nde toplandık. Ne yapacağız, herkes birbirine soruyordu dergiyi yeniden çıkaralım mı diye. Ne yapacağımızı ve nasıl karşı koyacağımızı epeyce konuştuk. Sonuç bir öncekiyle aynıydı; eylemsel bir karşı çıkış ama asıl önemli olan kültürel karşı çıkış. Dergiyi yeniden çıkaracaktık, adı yeni a olsun dedik, “Ortam kötü, toplatılırsa ne yaparız?” diyenler oldu bu sefer de Yine a olur dedik…
Yeni dergi şu yazıyla yayın hayatına başladı;
“a dergisi, ilk yayınlanışında olduğu gibi sanat ve kültür ortamımızın bunalımla karşı karşıya olduğu günlerde yayınlanıyor, kültürel sorunlarımızı açıklıkla ortaya koymak, bilimsel irdelemesini yapmak, halkımızla ileriye dönük diyaloğa girmek bakımından somut koşulların elverişsizliği ortada.
Amacımız uzun sürede değişen sorunlarımıza çözümler getirmek, geniş etkileriyle karşı karşıya bulunduğumuz burjuva Batı kültürüyle hesaplaşmak, geleneksel ve aktüel sanatımızın köklü eleştirisini gerçekleştirmek. Bütün bu çalışmaları yaparken halkımızın mücadelesiyle dayanışma sağlamak, sınıfsal kökenleri sağlam bir kültürün ve sanatın oluşmasına katkıda bulunmak, kısa sürede ise bu hedeflere ulaşılmasını engelleyen somut koşullara karşı kesin bir tavır almak.”
yeni a dergisi‘nin düşüncesi böylece belirlendi. Somut bir karşı çıkış ve kültürel engelleri bertaraf etmenin karşı çıkışı gibi.
yeni a dergisi o dönemde beş bin basıldı. Neden beş bin basıldı, çünkü beş bini de satıyordu, karşı çıkan başka bir edebiyat dergisi yoktu. Millet satır aralarını okuyordu. Özel sayılar da yapıyorduk. Şili’deki Pinochet’nin darbesinden sonra hemen bir sayı hazırladık ve Neruda’nın son şiirini ek olarak yayınladık. Toprak Reformu özel sayısı yaptık. Başka bir sürü özel sayılar yaptık. Almanya işçi meselesini ele alan özel bir sayı yaptık. O sayıda Bir İşçi Fotoğrafı diye bir yazı ben yazdım, Kemal Özer,Göç adlı bir şiir yazdı. Almanya’ya İşçi Göçü diye bir sayı yapıldı. Sennur Sezer de Herhangi Bir Gurbetçi‘ye diye şiir yazdı. yeni a dergisi’nin böyle bir çalışma şekli vardı, konuyu seçtiğimiz zaman yazarlara söylüyorduk bu konuda şiir, öykü veya yazı yazılıyordu. Yani böyle bir çalışma içinde çıkıyordu dergi. Bekir Yıldız’ın da Pasaport öyküsü vardı. Şili’de de Neruda’nın Satraplar diye bir şiiri çıktı.
Neruda’nın bu son şiiri yayınlandı aynı sayıda. Olay Şili darbesi olduğu için, şiir güncel olaylar üzerine yazılmıştı. Meğer son şiiri Satraplar değiştirilmiş, biz de bu haliyle yayınladık -İsimler değiştirilmiş- Dünyanın her tarafına yayıldı, biz de o şekilde yayınladık.
Kemal Özer, Şimdi Bir Hançer Gibi Kıvrıksa Şili diye bir şiir yazdı o sayıya.
Yani böyle bir çalışma içinde gerçekten mücadeleci bir dönem geçirdik. Son sayımız 29. sayı, sanıyorum; Nazım Hikmet özel sayısıydı ben de o sayıda Sabah Ajansı diye bir yazı yazdım Sabah Ajansı‘nda şunu söyledim: O zaman bir af çıkmıştı, hırsızları adi suçluları saldılar, düşünce suçlularını af dışı bıraktılar. Ben de bunu dilime dolayan Sabah Ajansı diye bir yazı yazdım. “Daha önce Deniz Gezmişler, Hüseyinler öldürülmüştü. Düşünce suçlarını affetmeyen bir memlekette bu gençler öldürülürse bunlar yarının hukukçuları yarının doktorları, mühendisleri olacaklardı siz düşünce suçlarını affetmedikçe bu böyle gidecek,” diyordum. Beni 141-142’den yargıladılar; Komünizmi övmekten. Böylece dergi toplatıldı.
Avukatım Demir Özlü’ydü, o sırada bayram gazeteleri çıkardı. Bayram gazetesinde Ecevit “Düşünce özgürlüğü sınırsızdır” diye yazmıştı. Ben çıkardım o makaleyi savunma olarak hâkime verdim. Hâkim “Sizi sıkıyönetime göndereyim de orada görün” dedi. Sonunda serbest bırakıldık.
Papirus Dergisi 13. sayı, Eylül Ekim 2015’den alıntıdır.
Sayın Selda Uygur Hanımefendi.
Söyleşiyi zevkle ve heyecanla okudum.
Adı geçenlerin nerede ise tamamını tanımışlığım var. Özellikle, Adnan beyi ve rahmetli eşi Sennur hanımı (Rahmetli) çok yakın tandım. Ben de bir yayınevi emekçisi ve Yayıncılar Birliği Onur Kurulu mensubuyum. Cemal Süreyya’nın Papürus dergisini takip edenlerden ve kendisin (Rahmetli) tanıyanlardan biri olduğumu da ilave etmek isterim.
Doğan Hızlan, “a” Dergisinin yayın hayatına girmesi sürecini anlatan yazılarında ,hep, kendisinin de kurucuları arasında olduğuna dair, yada en azından böyle bir zannı oluşturacak satırlara nedense çok yer verir. Ve bunun doğru olmadığını, kurucular bilir ama ses etmezler.
Bu söyleşi, adeta benim doğru olarak bildiğimi teyid eder içerikte.
Gerçek kurucuların nezaketleri sayesinde, kendisine itibar payı çıkarma gayretindeki Doğan Hızlan’ın , artık buna bir son vermesini dilerin.
Yazılarını dikkatle takip edip okuduğum Doğan Hızlan’ın , zaten yereri kadar itibarı var. Onunla yetinebilir.
Bu vesile ile Size ve Dostum Adnan Özyalçıner beye iyilik dileklerimi sunarım.
Uğur G.
BeğenLiked by 1 kişi