Adnan Özyalçıner, 3 Şubat 2012 günü Koşuyolu Mahalle Evi’ndeki Yaratıcı Yazarlık Atölyemize katıldı. Konuşmasından aldığımız notları ve biz de bıraktığı izleri paylaşıyoruz:

Yazı Üzerine :
18 yaşındayken Salim Şengül’ün çıkardığı “Seçilmiş Hikayeler” adlı edebiyat dergisine yolladığı öyküsünün ekinde yazdığı mektupta, “Gerçek, kirli ve yırtık bir yorgan yerine, temiz ve yamalı bir yorganla da anlatılabilir” diyerek salt gerçekçilik yerine gerçeği boyutlandırarak imajiner, sinematogratif bir anlatımı seçtiğini belirtti. Orhan Kemal buna söyle cevap verir: “18 yaşında bir gencin bu kadar iddialı olması ne kadar güzel.”
Öykü, şiire en yakın tarzdır. Atom çekirdeği gibidir. Yoğundur. Çarpıcıdır. Öyküde ayrıntı çok önemlidir. Fakat ayrıntılar hiçbir zaman bütünü ezmemelidir.
“Roman yazmayı düşünmedim. Dünyaya öyküsel bakmak istiyorum. Öykü daha ‘sık’, roman gibi dağınık değil,” diyerek niçin öykü sorusunu cevaplamıştır.
Öyküyü irdeleyerek okumalıdır. Tek bir cümle bile olsa, “Nasıl anlatmış?” diye sormalıyız.
Sabahattin Ali’nin “Ben bir öykü yazmadan önce başlangıç cümlesini bir hafta düşünürüm,” ifadesini hatırlatarak, başlangıç cümlesinin önemine değindi ve son cümlenin de başlangıç cümlesiyle ilişkili olması konusunda uyardı. Öykünün başlangıcıyla bitişi arasında bir denge olması lazım. Bu anlamda her öykünün bir çerçevesi olmalı ve bu çerçeve öncesinde kurgulanmalı.
Öykü sözcük sözcük işlenir, paragraf paragraf gelişir.
Betimleme, öyküde sinematografik görüntüyü sağlayan unsurdur. Ya betimleme olayın içinde olmalıdır ya da olay betimlemeyle iç içe olmalıdır. Betimlemeyi öyküye yedirmek gerekir, betimleme bir şey anlatmalı. Örneğin Refik Halit, 1909’da işçilerle ilgili yazılan ilk öykü olan Hakkı Sükut‘ta Bursa’da ipek fabrikasındaki Hasip Usta’nın ruh halini ‘dağ’ ile anlatır: Uludağ ‘patlayacak bir gazometre’ gibidir.
Daha önceki Gerçekçiler, olayı birebir anlatıyorlardı. Biz daha boyutlu anlatmak istedik. ‘İmajiner’ bir yazı biçimi getirdik. ‘Metaforik’ bir anlatım getirdik. Bu anlatımda her okuyucu kendine göre farklı bir yorum getirir.” …Biz sadece edebiyat kitapları okumadık, Neo Realist İtalyan filmlerini, Fransızların Yeni Dalga filmlerini izledik. Öykülerimize ‘filmatik yapı’, ‘görüntüsel verme’ olarak yansıdı bu.
Metaforik anlatım, bir şeyi başka bir şeyle anlatmaktır. Öyküyü zenginleştirir. Bir öykünün tamamı bir metafor olabilir. Örnek olarak kendisinin Panayır öyküsünü, romanda da Camus’nun Veba’sını gösterdi. Veba, Paris’in işgalini, direniş hareketini anlatır. Son cümle: “Bu Veba mikrobu, farelerle tavan arasına saklanır, günün birinde tekrar ortaya çıkar”dır. Faşizm metaforudur.
Yağma öyküsünde bir kent anlatılır. Yağma‘da kahraman ‘kent’ tir. Kentle çatışma, insanla kapitalizmin çatışmasıdır.
Metaforik anlatım, benzetmeler, imajlar ve betimlemeler hepsi birleşerek “plastik” bir yapıyı oluşturur. “Plastik Yapı”dan kastedilen yazılanın sinematografik, içine girilebilen, somut bir hal almasıdır.
Öyküde, İnsanla-Mekan, İnsanla-İnsan, İnsanla-Eşya ilişkileri çok önemlidir. (İnsanla-Eşya ilişkisi üzerinde özellikle durdu.) Öyküde uzun uzun bir eşyanın anlatımı yapılıyorsa mutlaka karakterlerle bir ilişkisi olmalıdır. Bu ilişki gerçeği ve çelişkileri ortaya çıkarmada çok önemlidir.
Öyküde ayrıntı çok önemli ama ayrıntı bütünü hiç bir zaman ezmemeli.
İyi bir öykücü olmak için iyi bir gözlemci olmak lazım.
Bir kuşak olarak, mükemmel cümleyi bulmada Nurullah Ataç’ın Türkçe söz dizimine olan dikkatinden çok yararlandık. Çeşitli kelimeleri, alışılan yerde değil, başka yerlerde denemek bizim için bir oyundu. Bu yazmada supleks kazandıran bir şey. Orhan Duru, Divan edebiyatı sözdiziminden yararlanan yeni bir sözdizimi geliştirdi. Sözcükleri alışılmadık yerlerde kullanmayı deneyebilirsiniz.
Öyküde ritim çok önemli. Bir cümle içinde sözcük sözcüğe uymalı, cümle cümleyi takip etmeli ve hepsi uyum içinde olmalı. Şiir de öykü de ritm-müzikalite üzerine kuruludur.
Nurullah Ataç’tan bir paragrafta aynı kelimeleri kullanmamayı öğrendik.
Düzgün Türkçe kullanmak çok önemli, bunun için öykü mutlaka bu açıdan da gözden geçirilmeli.
Modern öykü, kendisinden önceki serim-düğüm-çözüm şablonunu aşar. Olay değil durum üzerine kurulur. Düş ve gerçek bir aradadır. Başı ve sonu olan bir durumu tüm ayrıntılarıyla, düş ve gerçeğiyle anlatmak gerekir. Düşünceler de katılabilir. Öykü-deneme, deneme-öykü iç içe geçmiş durumda.
Evliya Çelebi, ilk sürrealist yazarımız, ilk gazetecimiz ve ilk röportajcımızdır. Okumanızı tavsiye ederim. Evliya Çelebi, zor bir cümle ardından tek kelimelik, ya da iki kelimelik bir cümle kurarak, önceki cümleyi açıklar. Bu tekniği ben ondan aldım.
Divan edebiyatı nesiri de okunmalı. Özyalçıner, Seydi Ali Reis’in bir macera romanı tadındaki seyahatnamesi Mirat-ül Memalik‘i de önerdi. Hasan Özkılıç, Ahmet Büke’yi beğendiği güncel yazarlar arasında saydı.
Öykünün ilgi çekici bir yönü, bir bakış açısı olmalı; öyküyü okunur kılan budur.
Öyküde bir şey anlatılmalı ve öykünün bir derdi olmalıdır. Bir şey anlatmıyorsa öykü değildir.
Yazar, “kimin için ve ne için yazıyorum” sorularına cevap vermeli. Adnan Özyalçıner bu anlamda “toplumcu gerçekçi” bir öykücü olduğunu vurguladı. Ama ne yazdığınız kadar “nasıl” yazdığınız da çok önemlidir.
Öykülerinizi yazdıktan sonra bir süre dinlendirin, sonra öyküyü tekrar okuyun ve son halini verin.
Anılarından…
53’lerde yazmaya başladı bizim kuşak. Liseler arası edebiyat matineleri vardı. İstanbul Lisesi, Galatasaray Lisesi, Kabataş lisesi, Beyoğlu Lisesi. Bunu düzenleyenler arasında Behçet Necatigil gibi edebiyat öğretmenleri (Kabataş Lisesi) vardı. 50 kuşağının şansı… Birbirimizi oralarda tanıdık. 55’lerden sonra her birimiz ayrı dergilerde sürekli yazmaya başladık. Ankara’da yayınlanan ‘Seçilmiş Hikayeler’ dergisi bizim öykülerimizi basmaya başladı.
’56’da ‘A dergisi’ni çıkardık… Hem siyasal iktidara, hem edebiyat iktidarına karşı çıkmak için çıkardık… hem eylemlere katıldık, hem kültürel karşı çıkış yaptık. 27 Mayıs’ta dergiyi kapattık. ’71 muhtırası verildiğinde arkadaslarla toplandık. Dergiyi yeniden çıkarıyoruz …İsmi ‘Yeni A’ …Kapatılırsa? ‘Yine A’ yı çıkarırız.
Karagümrük’te büyüdüm. Annem, babam okur yazar değildiler ama dünyadan haberdardılar, bir çok fikirleri vardı, ama nasıl ifade edeceklerini bilmiyorlardı. Ben onların ve büyüdüğüm çevredeki insanların dili olmak için başladım. Kendini ifade edemeyenlerin düşlerini, isteklerini anlatmak istedim. 64’te Bitlis’teydim. Onların kendilerini ifade edecek dili de yoktu. Ben onları da ifade etmek istedim.
1959’da Cumhuriyet’te ‘müsahhih’ olarak iyi bir ücretle işe başladığını, bu görev için eski yazı da bilmek gerektiğini, çünkü o dönemde bazı yazarların yazılarını hala eski yazı ile yazmakta olduğunu ve bunun yeni yazıya dönüştürüldüğünü aktardı.
