Bir, iki, üç … yüz doksan, yüz doksan bir, yüz doksan iki. Hani iki yüz merdiven vardı? Soruma cevap alamıyorum. Kendi kendimle konuştuğumun farkına vardığımda yeniden o merdivenleri çıkmam gerektiğini anlıyorum. Sağa sola bakınıyorum. Aşağı inerken görmediğim teleferik dikkatimi çekiyor. Kapısına gidip bilmediğim dilde konuşan insanlara, bilmedikleri dili konuşan kadına cevap vermelerini bekliyorum. Anlamaları uzun sürmüyor. Cebimden bozuklukları çıkarıp, hızlıca kalkmak üzere olan teleferiğe atlıyorum. Sayarak indiğim merdivenlere hızlıca göz gezdirip tepeye varıyorum. Yeniden aşağıya iniyorum. Bugün son günüm istediğim kadar saçmalayabilirim. İlk basamak, sonrasında ilk düzlük derken dizlerimin üzerine kapaklanıyorum. Potemkin Zırhlısı geliyor denizin içinden, koşuşturan kadınları görüyorum. Ayaklar altında ezilen çocuğu çekip karnımın altına yerleştiriyorum. Saçlarım kopuyor, yüzümdeki acıyı hissediyorum. Burnumdan akan kanın sıcaklığı acımı arttırıyor. O esnada içinde bebek olan sepet ve altındaki tekerlekli araba merdivenlerden aşağıya iniyor.
Yine bilmediğim dilde söylenen birileri beliriyor tepemde. Konuştukları iyi mi kötü bilmiyorum ama yüzümden sızan kanı hissedebiliyorum. Kendime geldiğimde daha fazla ilgilenmeden uzaklaşıyorlar. Arkadan gelen Türk kafileden bir kadın yardım ediyor. “Cık cık, vah vah, aman kızım ne oldu? Dur başına bakalım!” Ölme vakti geldi diye düşünüyorum. Yanlarına gevşek konuşmalı bodur bir tip geliyor, “Abla biz gelmesek çantanı çarpacaklardı,” diyor.
Su, bisküvi, ev yapımı poğaçadan kenarı işli mendillere kadar önüme saçıveriyorlar. Otuz kişilik teyze kafilesi… Umreye giderken yolu şaşırmış gibiler. Hepsinde beyaz örtüler var. Ellerinde tespihi olan mı dersin, avucunda zikirmatiği olan mı istersin? Kafile başı Nemrut teyze küçümseyerek bakıyor.
– Ağzı kokuyor mu Hanife?
-Aman Necmiye Hanım siz de yani!
-Hepsinin ağzında emzik gibi şişe var. Ne deseydim.
Hanife Hanım, beni anne şefkatiyle kaldırıyor.
-Hemşireyim kızım ben, yakının kimse arayalım.
-Tek geldim.
-O zaman bizimle dolaş azıcık, gözümüz sende olsun.
Hayır diyemiyorum. Usulcacık sokuluyorum yanlarına. Yeniden inmeyi gözüm kesmiyor. Sakince düştüğüm merdivende bekliyorum onları. Belini tutandan dizini tutana, inerken inleyip, çıkarken tıslayana her model teyze var. Kendimi onların yaşında hayal ediyorum. Sabahlığım üzerimde, elimde konyak kadehim ve sigaram var, öksürükten boğulmak üzere çökmüş bir koltukta oturuyorum. Tam boğulacakken bir yudum suyla oksijen giriyor boğazımdan içeri. Yeniden bir nefes daha alıp köklüyorum sigarayı ağzımın içinde. Aslında biraz önce ölmeliydim. Bebek arabası gibi yuvarlasam kendimi buradan aşağıya, ölmez, kötürüm kalırsam diye endişeleniyorum.
Deli kız, diye sesleniyor biri. Hiç üzerime alınasım yok. Benden olsa olsa bezgin kız olur. Birkaç kez daha duyunca teyze kafilesinin bana seslendiğini anlıyorum.
-Adını sormadan indik. Herkes bir isim uydurdu.
-Deliye kim karar verdi?
Ben, diyor kafile başı Nemrut teyze. Neden diye sormuyorum. Tombul, yürürken her yanı oynayan, elleri hiç durmayan, bıcırca konuşan teyze ağzının içinde lafları yuvarlayarak bir şeyler anlatıyor. Birkaç tekrar sonrasında anlıyorum.
-Tek başına gelmiş, olsa olsa delidir, dedi.
Deli değilim, yalnızım diyemiyorum. Hafif gülümseyerek bakıyorum. Cevap vermek zor geliyor. Koluma giren bir kadın, hafifçe sırtımı sıvazlıyor. Yanındayız, demek istiyor. Geriye dönüp bakıyorum merdivenlere. Biraz önce ölmeliydim, diye düşünüyorum.
En arkadan yürüyoruz. Bana laf yetiştiren sümsük adamın tur rehberi olduğunu anlıyorum. Kafile başı teyze yanında, sürekli soru soruyor. Adam yüksek sesle cevaplayıp tüm kadınlara sesini duyuruyor. Kadınları inceliyorum. Aslında başlarındaki örtüler ince ve sadece soğuktan ya da rüzgârdan korunmak için takılmış. Hepsi beyaz almış ama örtülerin modelleri farklı. Elinde zikirmatik olan kadın aslında adımlarını sayıyor. Tespih sandığım, ateşli bir teyzenin boynundaki kolye. Boğazındaki ağırlığa dayanamayıp eline almış.
Opera binasına geliyoruz. Tur rehberi ve kafile başı teyze içeri giriyor. Hanife Hanım’ın kolundan sıyrılıp, yanlarından ayrılmak için hamlede bulunuyorum.
-Acelen ne deli kız?
-Otele gidip dinlenmek istiyorum.
-Gayet iyi görünüyorsun. Bugün bizimle gez.
Kimsesizliğimin ezikliği içimden haykırıyor, “Bir gün sonra ölürsün, son günlerin tadını çıkar.” Yeniden koluna girip bekliyorum. Cevabımı anlıyor, koca bir tebessüm yerleşiyor yüzüne. Sevinç nidaları yükseliyor. Uygun fiyatlı bir opera bulmuşlar, paralar toplanıyor. Hanife Hanım iki kişilik uzatıyor. Ertesi güne benimle randevuyu kesinleştiriyor. Üzülüyorum parasını boşa harcadığı için, gelmeyeceğim diyemiyorum. Israrlara, nasihatlere açık bir kalbim yok. Bunca sözü dinleyecek bir kulak, onların ritmini yakalayacak bir beynim hiç yok.
-Kaç gündür buradasın?
-İki gün.
-Nereleri gezdin?
-Barları…
-En güzel bira neredeyse bizi götür o zaman.
Mimikleri aynı, kızgınlık, küçümseme, dalga geçme, sevinme hiçbir duygu hissedemiyorum kadının yüzünde. Olur, diyorum.
Bir anda bıcırca konuşan teyze bağırıyor.
-Deli kız bizi birası en güzel olan yere götürecek.
Sinsice arkamızdan gelip bizi dinlediğini anlıyorum. Hanife Hanım bıyık altından gülüyor.
-Sahi adın ne senin?
-Deli kız.
Sevinç çığlıkları, alkışlar, küçük ıslıklar… Bana taktıkları ismi benimsemiş olmam hoşlarına gidiyor. Kafile başı teyze gururla göğsünü geriyor. Uzaktan sesleniyor.
-Düş önümüze Deli kız.
Hanife Hanım’ın refakatinde tur rehberi ve kafile başı teyzenin önüne geçiyoruz. Aslında bir haftadır burada olduğumu, geldiğimden beri hiç bira içmediğimi söylemiyorum. Votkaların dibini gördüğümü anlatamıyorum. Oyuna sonradan girmiş hilebaz sinsiliğinde, onları ikinci gün gittiğim köhne bara sokuyorum. Ankara’nın ter kokan pavyonları kadar berbat, İstanbul’un acınası türkü barları kadar kaba.
-Ambiyansa bayıldım Zehra.
-Ah evet Arzucuğum, muhteşem, muhteşem!
Tur rehberi onları otele götüreceği saati söyleyip kayboluyor. İlk biralar masaya geliyor. Benim birama shot bardağında votka eşlik ediyor. Kolları kaslı, dövmeli, göbeği ve memeleri sarkık kocaman abinin gözlerimin içine bakarak biramın içine bıraktığı shot bardağını izliyorum. Sanırım yarın denizde onun gibi kaybolup boğulabilirim.
“Deli Kız’a” çığlıklarıyla kalkan bardakların her tokuşmasında yere sıçrayan biralar üzerimize savruluyor. Votkaya heveslenen teyzeler ikinci biralarının yanına birer shot söylüyor. İkinci kadehler Ankara Rasim Burak Bey Lisesine diye kalkıyor. O anda bıcırca konuşan teyze yine açıklama yapıyor. Mezunlar derneğinin teyzeleri bunlar. Geçen sene erkeklerin kendi aralarında yaptığı turların inadına seçmişler Odessa’yı. Konuşmaya devam ederken üçüncü kadehler geliyor masalara. Bir, iki, üç derken dövmeli abiyle sıcak danslar, terli kadınlarla yakın temaslar, kocalarını toprak altında bırakıp torunlarının alnına öpücük kondurup gelen teyzeler kaçamaklarına yenilerini ekliyor. Tur rehberi geldiğinde, boynuna sarılan kafile başı teyzenin kusmukları arasında kayboluyor. Olayın akıbetine kapılıp bindiğim otobüste otelimden çok uzakta başka bir otelin kapısında dikiliyorum. Alkolün bana verdiği yetkiye dayanarak kendi otelimden kaçmış bulunuyorum. Bunu anladığımda geri dönmeye cesaret edemiyorum.
-Dibine kadar içtik evlat, bizim odaya kaçak gel.
-Ben taksi bulurum.
-Boş ver.
Ayakta duramayacak halimize tartışacak kuvvet etkisi veremediğimizden Hanife Hanım söylediğini tekrarlamıyor, ben direnmiyorum. Sabah, memeleri sarkık bir teyzenin koynunda uyanıyorum. Anneannemin giydiği transparan şile bezi geceliklerden birinin içinde kaybolan bedenini toplamaya çalışan teyze, yarı uykulu açıklama yapmaya çalışırken geri sızıyor.
-Top atsan uyanmam, seni ondan bana iliştirdiler.
Kendimi test kitapçığına iliştirilmiş cevap anahtarı olarak görüyorum. Bu kadınların beni ele geçirdiğini hissediyorum. İlk günün panoramik turundan sonra serbest kalan teyzelere eşlik edeceğimi anladığımda, sahibi olmadığım havluyu elime alıp banyoya giriyorum, duşta buz gibi suyun altında ayılmaya çalışıyorum.
Girişe indiğimde yükselen sirke ve sarımsak kokuları midemdeki sinyallere ulaşıyor. Kendi otelime kadar dayanacak bir midem olmadığını anlıyorum ve hunharca doldurduğum tabağıma yumuluyorum.
-Günayyyydııııın!
Y ve ı harfi sonsuza kadar uzayan bir günaydın seslenişi içimi kabartıyor. Teyze sinyalleri kafamın içinde oynuyor. Yatak arkadaşım uzun elbisesinin altına dik tutan sutyenden giymeyi ihmal etmemiş. Anlaşmış gibi yarısından çoğu aynı dakikada doluyor salona. Korktuğum başıma geliyor ve sihirli sözcükler kafile başı teyzenin ağzından dökülüyor.
-Bugün nereye gidiyoruz Deli kız?
-[Ölmeye] Deniz kenarına gideceğim.
-Harika, ilerideki marketten şarapları alalım.
Neden bile diyemiyorum. Çılgınlığın dibine vurmuş bu kadınları nasıl engelleyeceğimi bilemiyorum. Tamam, demekle yetinip bir ara denize dalar kaybolurum, diye kendimi teselli ediyorum. Bugün ölürüm diyerek kendime verdiğim sözü tekrarlıyorum.
Dün bizi otele bırakan otobüs kapıya yanaşırken Hanife Hanım sesleniyor.
-Haydi kızlar, gün başlasın.
Türk bir şoförle anlaştıklarını gördüğümde sevinemiyorum. Beni anlayan birinin daha eklenmesi sinirimi bozuyor. Bugün bu işi bitirmem gerektiğini daha iyi anlıyorum.
Arcadia sahiline doğru ilerliyoruz. Sahil boyu uzun uzun binalara baktıkça sinirim bozuluyor. Güzelim denizin önünü kapatmış olmalarına kızıyorum. Cep kanyağımdan ufak ufak çekiyorum. En arkada tek başıma takılırken yanıma oturan bıcırca konuşan teyzeyi dinlemek istemiyorum. Biraz sonra istemeden de olsa kulak kesiliyorum. Küçümsediğim tüm teyzelerin mezuniyet ve iş durumlarını öğrendikçe bakmak ve görmek arasındaki farkı çözdüğümü düşünüyorum. Umreye giden teyzelerden terfi ediyorlar. Ev hanımından, eczacısına, öğretmenden, kuaförüne her meslekten, ellisinden yetmişine yaşamış, liseden beri kopmamış bu kadınların içinde kayboluyorum.
Bizi açık alışveriş merkezi kıvamında bir kapının önünde bırakıyorlar. Yürüdükçe Tuzla marinanın içinde ilerlediğimi hissediyorum. Önünden geçtiğim bir sürü yemek dükkânından sandviç yapan bir yeri gözüme kestiriyorum. Çat pat ingilizcemi yokluyorum. Domatese alerjim var, nasıl söyleyeceğimi düşünüp Google translate aklıma geliyor, bakmak için telefonu elime alıyorum. Sonra yaşamak için gerekli hevese sahip olmadığımı anlayıp vazgeçiyorum
Son düzlük ve sahile geldik. Beyaz kumlar, parlayan güneş ve sakin deniz… “Nerede?” diye sormadan edemiyorum. “Üstüne türküler yakılan çılgın Karadeniz.” İçimden söylemeye başlıyorum.
“Çırpınırdın Karadeniz
Bakıp Türk’ün bayrağına
Ah ölmeden bir görseydim
Düşebilsem toprağına
Ah ölmeden bir görseydim
Düşebilsem toprağına”
“Burası Odessa, artık başka topraklardayım,” diyorum. Bir ucu kendi kokum olan toprakların diğer ucundan kendimi salmaya iskeleye doğru gidiyorum. Kömür kokulu kendi sahilimi düşünüyorum. Çocukken annelerin topladığı denize dökülen kömürlerin hikâyesi geliyor aklıma. Tam karşısı Zonguldak, yüzersem ulaşır mıyım? Yeniden denize dalıp kömürleri toplar mıyım? Babamın, annemi dövüşü geliyor gözlerimin önüne. Her adımda yalnızlığım, kaçıp giden kız kardeşim, babamın elinde ölen annem… Ardından okul için arkama bile bakmadan çıkıp gittiğim ev geçiyor gözlerimin önünden. İçi küçücük, ıslak kömür dolu çuvallar geliyor avuçlarımın içine.
-Deli kız, şarap vakti geri dön.
Hanife Hanım’ın sesi kulaklarımdan esip geçiyor. Deli kızın yüzerek kömür sahillerine gitme, annesine varma vakti geldi. Ardıma bakmadan yürüyorum. Yüzmeden ne kadar dayanabilirim? Üzerime ağırlık alsaydım, diye düşünüyorum. Ardımdan gelen teyze seslerine aldırmıyorum. Şimdi ölme vakti.
İskelenin ucunda oturup, cebime sokuşturduğum konyak şişesini dikiyorum kafama. Vakti geldi. Babamın annemsiz geçen gecelerini atlatmak için içtiği uyku ilaçlarını içiyorum teker teker, bekliyorum.
Uyuşana, uykum gelene, kendimden geçene kadar bekliyorum. Uzun sürmüyor. İkinci kadehleri bitmiş üçüncüye geçen teyzelerin sesi geliyor. “Son şişe yetiş.” Soyunup suya bırakıyorum kendimi. Şimdi ölme vakti. Annemi öldüren babamın son nefesini aldığımdan beri ölmekten başka bir şey geçmiyor aklımdan.
Suyun içine çekilip, uykuya dalacağım. Anneme kavuşma zamanı. Çıpır çıpır gelen seslere kulak veriyorum. Kafile başı teyze yanı başımda bitiyor.
-Haydi deli kız yarışalım mı?
Ölmeyi beceremiyorum. İlaçlar, karnıma ulaşmadan boğazımdan geri çıkıyor. Ağzıma dolan kusmuk daha çok karnımı acıktırıyor.
-Gelirken sandviç yapan bir yer gördüm.
-Ben de gördüm.
-Acıktım dönelim.
-Haydi Deli kız, karnımızı doyurma vakti.
Kıyıya yüzdükçe ayılıyorum. Ayıldıkça dökülüyorum. Kafile başı teyze, ağzımın içinden iplik çeker gibi çekiyor hayat hikâyemi. Az önce iskele ucunda aklımın bana söylediklerini ona anlatıyorum.
-Taze ölü, diriyi çeker evlat, güçlü durmalısın.
Gülümsüyorum. Merak dolu gözler sorularını sıralamaya devam ediyor.
-Neden buraya geldin?
-Biz çocukken televizyon yoktu evde. Radyo dinlerdik.
-Konu komşuya gidilirdi eskiden, siz gitmez miydiniz?
-Gidemezdik, televizyonsuz ev yoktu ki, utanırdık. Hatta yeni kanallar bile çıkmıştı.
-Radyo, diyordun.
-Radyoda, şehirlerin isimleri yazardı. Dedem almış radyoyu, çok eskiydi. En çok Odessa’yı merak ederim. Aslında Zagreb’i de düşünürdüm.
-Oraya gittin mi?
-Hayır. Radyo’da frekanslar karışırdı. Odessa radyosu…
-Niye durdun anlatsana?
-Dinlerdik işte, hatta hoşumuza giderdi. Anlarmış gibi yapar taklit ederdik ablamla.
-Ne güzel, dil bile öğrenir insan öyle.
-Bizim pek vaktimiz olmadı. Babam, birkaç kez duyunca sinirledi. “Gavur mu olacaksınız?” diyerek bizi dövdü hatta sırtımızda radyoyu kırdı.
-O günden beri burayı görmek tek hayalimdi.
Yeniden kadın sesleri yükseliyor. Daha fazlasını anlatamıyorum. İskele ucundan elbiselerimi getiren Hanife Hanım’a bakıyorum. Kıyıda uyuz bir köpek gibi sularımı silkeliyorum.
Geriye dönüp Zonguldak sahilini görmeyi çalışıyorum. Gökyüzünden bakan annemle göz göze geliyorum. Af diliyorum.
-Bugün de ölmedim anne!
Çantamdan Ahmet Erhan’ın kitabını çıkarıyorum. İmzaladığı sayfaya dökülen gözyaşlarımı elliyorum. Beceremedim Ahmet Abi. Şimdi sıra senin şiirinde! Bağıra bağıra son dört dizesini okuyorum.
Bana böylesi garip duygular
Bilmem niye gelir, nereye gider?
Döndüm işte; acı, yüreğimden beynime sızar
Bugün de ölmedim anne.
Hanife Hanım’dan karşılık geliyor. Hasan Hüseyin Korkmazgil’in dizeleriyle sesleniyor.
Gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
üstüm başım elim yüzüm gazete
vurmuşum sokaklara
vurmuşum karanlığa
uy anam anam
haziranda ölmek zor
Bugün 1 Haziran Deli Kız, benim doğum günüm. Yeniden doğalım mı hayata?
Zeynep Pınarbaşı