Mardinliler tutkuyla bağlı oldukları kentlerini böyle tanımlıyorlar. Eski Mardin, kendine özgü taş mimarisiyle Mezopotamya’nın bereketli toprakları üzerinde kurulmuş medeniyetler beşiği bir şehir. Sırtını Mardin Kalesi’ne dayamış evleri, camileri, medreseleri, manastır ve kiliseleriyle önünde ufka kadar uzanan bereketli ovayı bir kartal gibi yükseklerden seyrediyor yüzyıllardır… Göç vermiş, göç almış ama hep ayakta kalmış.

Gündüzü seyranlık; her ev her mahalle görülesi güzellikte. Çarşıları, apparaları ( kemerli sokaklar ) merdivenli yokuşları, kapıları yüz yüze bakmayan yüksek duvarlı evlerde yaşayan ve  dört dilde konuşup anlaşabilen halkı, Ermeni ustaların taş işçiliğinin şahikası minareleri, kiliseleri, kervansarayları ve konaklarıyla görülmeye değer bir yer.

Geceleri gerdanlık; ovadan yüksekliği bin metre olan kartal yuvası duruşlu Mardin Kalesi’nin gerdanında ışıldıyor şehir. Şehrin eteklerinden başlayıp ufuk çizgisine kadar uzanan ova Suriye sınırına kadar devam ediyor ve gün batıp gökyüzü kararınca, hayal gücünüzün sınırlarını zorlarcasına uçsuz bucaksız bir deniz görünümüne kavuşuyor; gündüzleri bereketli bir ova, geceleri deniz. Nasıl isterseniz…

Tepelerden bakıldığında aşağılarda bir yerde yeni Mardin uzanıyor; yüksek binaları, göz estetiğinize kan ağlatan mimarisiyle artan nüfusa modern yaşam imkânı sunmayı hedeflemiş. Yeni Mardin’i es geçerek Evliya Çelebi’nin satırlarına kulak verelim: “Tarihçi Makdisî ’ye göre kale, bizzat Yunus Peygamber tarafından yaptırılmıştır. Sıcak yaz günlerinde yaylaya çıkıp bu Mardin dağında dinlenip ibadet ederdi. Dağda dev bir yılanın yaşadığı rivayet olunur. Halk, Yunus Peygamberden kendilerini bu Mâr(Yılan) dan kurtarmasını ister. Yunus peygamber iri bir taşla yılanı öldürür. Halk bu dağa Mâr Dağı ve şehre de Mardin der.”

Milattan önce 4000 yıla uzanan tarihi ile onlarca medeniyetin izine rastlamanın mümkün olduğu Mardin Kalesi şu anda turizme kapalı. Hazineye ait olmasına rağmen askerî bölge yapılmış; tepedeki radar, hava sahasını kontrol ediyor. Kalenin burçlarından başlayan şehir, basamak basamak inerek düzlükte son buluyor. Tüm yapılar, coğrafyasının hediyesi sarı yumuşak kalker taş kütlelerinden inşa edilmiş. Akad, Babil, Huri, Mitanni ve Roma, Hamdanîler, Selçuklular, Zengiler, Artuklular, Timurlenk, Karakoyunlular, Akkoyunlular, Safavîler ve Osmanlılar bu topraklardan gelip geçmiş. Hep aynı taşı kullanarak izler bırakmış, kâh inşa etmiş kâh yıkmış ama tamamen fethedilememiş. 1920 de Fransız işgal ordusu gelip ovaya dayandığında Mardinliler Kale yamaçlarına çekilmiş. Evlerinden getirdikleri soba borularını ve benzer aletleri konak balkonlarına pencerelere yerleştirmişler. Fransız ordusu ovadan yukarı baktıklarında, soba borularını top zannederek durumun hiç de parlak olmadığını görüp işgalden vazgeçmiş. 91 yıldır “ Düşman işgalinden kurtuluş günü” olarak kutlanan 21 Kasım, Mardin Belediye Meclisinin 2010 da aldığı bir kararla artık ONUR GÜNÜ olarak kutlanmakta.

Kuzey Mezopotamya’nın bu eşsiz şehri, gezgin grubumuzu Ekim ayının ortalarında, sabahın erken saatlerinde uçaktan iner inmez aniden bastıran otuz dereceye yaklaşan sıcaklığı  ve alışık olmadığımız nemsiz bir hava ile karşıladı. Ayağımızın tozuyla ilk durak: Hasankeyf!

HASANKEYF

Yaklaşık 12000 yıl önce kurulduğu sanılan bu mağaralar beldesine ulaştığımızda heyecandan yerimizde duramıyorduk, karşımızda Raman Dağı( hani ilkokuldan beri adını duyduğumuz o petrol kaynağımız!) aşağımızda efsanevi Dicle Nehri ve yüzyıllara meydan okuyan yarı yıkık Artuklu Köprüsü. Rehberimiz Ali, tüm manzaranın kuşbakışı seyredildiği bir çayevine götürdü önce. Kimse konuşmuyor gözlerini manzaradan alamıyordu. Ali doğma büyüme Mardinli. Önce turizm eğitimi almış ikinci üniversite olarak şimdilerde Açık öğretimde sanat tarihine devam ediyormuş; durmadan anlatıyor sözünün kesilmesinden pek hoşlanmıyor. Bense manzaranın büyüsüne kapılmış yakın zamanda sular altında kalacak bu doğa harikasına kilitlenmiştim. Yükselip alçalan sesi  derinlerde bir yerlerden geliyor gibiydi, dinlemiyordum; sadece gözlerimin hafızasına bu manzarayı nakşetmeye çalışıyordum. Bir ara şöyle dediğini duydum: “Bu gördüğünüz yarı yıkık Artuklu köprüsünün iki kıyıdaki ayaklarında birer aile yaşıyor. Bir tanesi evini terk etti gitti fakat diğeri direniyor, elinde Abdülhamit mühürlü tapu var. Devlet,  tahliye davası için beş kez mahkemeye verdi adamı fakat beşinde de davayı kazandı. Onu çıkarmadan baraj gölü su tutamayacak! ”

Bu kadim köprüyü ve daha nice tarihi eseri bir daha göremeyebilirim. İyi bak ama ağlama diyorum kendime. Garson çocuk durmadan dibek kahvesi ve çay servisi yapıyor. Grubumuzdaki herkes bu güzelliği  son kez kaydetmekle meşgul, fotoğraf çekiyor. Önünde sonunda baraj gölü tüm bu tarihi yutacak(mı?).  Devlet bundan emin olmalı ki ötelerde yamaçlara TOKİ eliyle villalar yapmış. Göl manzaralı lüks villalar(!) tanesi yüz kırk bin liradan satışta. Allah’ım aklımı koru!  

Ali, işin turizm dışında başka bir yönünün de var olduğunu bunun göz önünde tutulması gerektiğini, önümüzdeki yıllarda suyu elinde tutan ülkenin avantajlı konumda olacağını söylüyor. Hep dilemma!

Grup, az ötedeki Zeynel Bey türbesine gidiyor. Sular altında kalmaması için yeri değiştirilen Akkoyunlulardan kalma bu medyatik türbenin tarihini dinleyecek halim kalmayınca grubu otobüste  beklemeyi tercih ediyorum. Sonraki durak Midyat.

MİDYAT/ MOR GABRİEL MANASTIRI

mardin

Yol boyunca rehberimizin Süryani tarihi ve sosyal yapısıyla ilgili verdiği ön bilgiler ışığında ilerlerken  bir kaç güvenlik çevirmesinde kaybedilen zaman nedeniyle Mor Gabriel Manastırındaki randevumuza ucu ucuna yetişebiliyoruz.  Dünyanın, ayakta kalan en eski Süryani Ortodoks manastırı olan bu mekân, ancak ibadet saatleri dışında kalan kısa zamanda ziyaretçi kabul etmekte.

Manastır, Süryani toplumunun anayurdu olarak bilinen Tur Abdin platosunda ve Midyat’ın yirmi üç kilometre güneydoğusunda yer alıyor. Yaşadığımız bilgi çağında her şeye ulaşmak mümkün ama ziyaret yerlerinde her bir gezgin kendi gerçeğini yaşıyor. Badem ağaçları, üzüm bağlarının ortasında yıllara meydan okuyan bu manastırın bahçe ve tuvaletlerinin temizliği dikkatimi çekiyor. Toplumlarına ve inançlarına olan saygının küçük bir işareti.

Süryaniler bölge topraklarının en eski halkı. Hz. İsa’nın dili olan Aramîce( bazı kaynaklara göre Aramca)  konuşup yazıyorlar. Kilise duvarlarında gördüğüm kadarıyla bu dil, Arapça ve İbranicenin kaynaşmasından oluşmuş ve ‘Süryani olunmaz, Süryani doğulur’ diyerek kendi aralarında bu dili devam ettiren ama yöredeki diğer halklarla sadece Arapça iletişim kurmayı tercih eden cemaati, İsveç ve ABD’ne verdiği sürekli göç nedeniyle çok azalsa bile varlığını korumaya devam ediyor.

SAVUR

Dönüş yolunda Savur ilçesine uğradık. Ali, terkedilmiş Süryani köyü olan Kıllıt(Dereiçi)’ı göstermek istiyordu. Kıllıt, Süryanice ‘azalan’ demekmiş.  Yolda güvenlik çevirmesi ve tek tek kimlik kontrolüne maruz kaldığımızdan köye hava kararırken ulaşabildik ve maalesef çok kalamadık. Bölgeye has sarı kunt taşlardan yapılmış kimi tek kimi iki katlı yüzyıllık evler, üç mezhebe ait küçük kiliseler (Protestan, Katolik, Ortodoks) boştu, mezarlığı sessizdi. Köyde sadece on bir kişi yaşıyormuş artık. Kimi  terk eden kimi de terke zorlanan halkın, zaman zaman yurtdışından çocukları ile geldikleri ve genç kuşaklara, ait oldukları toprakları unutturmamaya çalıştıkları söylendi. Ayakta kalan ve halen faal olan küçük kilisesinin papazından çok kısa bilgi aldık, sanırım acelesi vardı biraz baştan savma gibime geldi… Savur’dan ayrılırken gece enikonu bastırıyordu. Mardin’e girmeden önce Savur’da doğup Nobel kimya ödülünü alan bilim adamı Aziz Sancar’ın köyüne uğramadan geçmek istemedi şoförümüz… Büyük ve modern mimarisiyle yapılmış Lise’ye adını vermiş yöre halkı…

Gördüklerimiz ve dinlediklerimiz o kadar güzel bir o kadar paradoksal ve o denli hüzünlüydü ki çelişik duyguların, sabah saat dörtte Sabiha Gökçen Havaalanında başlayan günün ağırlığı altında yarı uykulu bir şekilde eski Mardin’deki otelimize vardığımızda her şeye rağmen,  zaman tünelindeki yolculuğumuzun  bitmesini istemiyor gibiydim.

DOĞU’NUN EFES’İ, DARA ANTİK KENTİ

Zaman tünelindeki yolculuğumuz elbette bitmemişti. Ertesi sabah, otuz kilometrelik kısa bir yolculuktan sonra  sapsarı otların bürüdüğü alçak tepelerden oluşan küçük bir yerleşimde durduk: Dara köyü.

Milattan sonra beşyüzyedi yılında Romalılar tarafından Sâsâni’lerin saldırılarından korunmak için kurulmuş bu garnizon kenti, tarihçiler tarafından imparatorluğun en doğu sınırı olarak kabul ediliyor. Yakın zamana kadar toprak altında olan bu muhteşem kentin sadece nekropolü açığa çıkabilmiş. Agora, burçlar, kilise, saraylar hâlâ toprak altında. Su kanalları, maksem (ana su dağıtıcısı) ve taşınıp getirilmiş olduğu açıkça belli olan gelişigüzel sıralanmış insan kemiklerinin saklandığı mezarlar ziyarete açık.

“2010 yılına kadar biz bu kalıntıların gömülü olduğu yerin üstünde futbol oynuyorduk” diyor  bölge rehberi Mehmet ve gülerek ekliyor: “Hatta penaltı atışı yaptığımız beyaz küçük tümseğin, bir kuru kafanın tepe kemiği olduğunu bilmeden…” Mehmet, Artuklu Üniversitesi Sanat Tarihi bölümünden mezun. İşini severek ve coşkuyla sürdürüyor. Türkçe, Kürtçe, Arapça konuşuyor. Roma’dan kalan derin su sarnıcının merdivenlerini iniyoruz, ışıklandırılmış, bakımlı. İnsan elinin ve aklının marifetleri karşısında büyüleniyoruz. Suyu depolayan Roma, zaferi de kazanmış! Soluklanmak için tekrar yeryüzüne çıktığımızda bizi köyün âşığı ile sevimli sıpası karşılıyor, hayatımızda hiç eşek görmemiş gibi, hiç âşık ezgisi duymamışçasına dinliyoruz adamı; elindeki kutu bozuk paralarla doluyor ve abartılı bir sevgiyle okşuyoruz sıpayı…Gruptan bir kadın, susamış galiba diyerek avuç avuç su veriyor, kana kana içtiğini görünce hepimizi bir neşedir alıyor, gördüğümüz dokunduğumuz her şey, çöl tozuna bulanmış kavruk asma yaprakları, susuzluktan büyüyememiş sardunyalar, gölgesi ürkek bodur ağaçlar, eğreti çardağın sahibi  Şehmuz ve karısının dokuduğu el emeği örtüler birdenbire farklı bir anlam kazanıyor. Rengine desenine bakmadan hepsini satın alıyor gruptakiler, boynumuzda rengârenk eşarplarla  otobüse doluşuyoruz. Bir sonraki durağımız olan Deyrulzafaran Manastırına gitmek için hareket ederken, muhteşem kanatlarıyla bir şahin, gökyüzünde daireler çizerek bizi uğurluyor.

Deyrulzafaran Manastırı, Mardin’in üç km doğusunda, tüm ovaya hâkim bir tepede beşinci yüzyılda  yapılmış önemli bir dinî merkez. Efsaneler coğrafyasında,  ziyaretçilerini tarihin derinliklerine götüren bir yerleşim. Süryani kadim Patrikliği’nin merkezi altıyüzkırk yıl boyunca Mardin iken uzun zamandır Şam… Bölgede sürgünler, ölümler yaşanmış. Acı hatıralarla dolu bir geçmiş. Tüm manastırlar, çevrelendikleri  topraklarında üretim yapabilmekteler; badem ağaçları, şaraplık bağlar ve diğer ürünleri yetiştirip satmakta, yurtdışından gelen bağışların yanı sıra bu şekilde kendi  yağlarıyla  kavrulmaya çalışmaktalar.

MARDİN SOKAKLARI VE ÇARŞILAR

Öncelikle belirtmek gerekir ki merdiven çıkmak ve inmek sizi zorluyorsa veya eklem probleminiz varsa, Mardin size çok da uygun olmayabilir zira basamakların rıht yüksekliği kolay çıkıp inmeyi zorlaştıracak mertebede. Gelgelelim bu dar sokaklar arasında gizlenen sürprizlerden geri kalmayı kimse istemiyor. Yürüyoruz. Yürüdükçe içimiz garip duygularla doluyor. Örneğin ahşap kapıların yan taraflarındaki saksılar ve içlerinden sarkan rengârenk çiçekler, şarkı söyleyerek dilenen çocuklar ve aniden bir apparada karşımıza çıkan dükkan; ‘Sinekli Bakkal’.

‘Sinekli Bakkal’,  Murat Basut’un işlettiği bir bakkal dükkânı. İçerideki raflara yiyeceklerin arasında kendine yer açmış kitapların dizildiğini görünce şaşırmadan edemedik. Murat Bey ilkokuldan sonra okuyamamış ama daha sonra eline geçen romanları yutarcasına okumaya başlamış. Romanlar başka bir pencere açmış ona. Ne bulsa okumuş okumuş… Babasından devraldığı dükkâna Sinekli Bakkal ismini vermiş, müşteri olmadığında kitap okuyormuş. Kitaplar çoğalınca rafları çoğaltmış. Bunu gören mahalleli öğrenciler gelip Murat Bey’den ödünç kitap almaya başlamış sonra dükkân kütüphaneye dönüşmüş. Kitap alan, okuduktan sonra muhakkak geri getiriyor dedi sahibi… Murat’ı keşfeden İstanbullular koli koli kitap yollamaya başlamış. Yolu düşen şair ve yazarlar  kitaplarını imzalayarak Sinekli Bakkal Kütüphanesine bırakmaya başlamış. Kitaplar çoğalırsa kimse boş dönmez bu dükkândan diyor Murat Bey, bakkaliyeden az para kazanıyor ama şükretmeyi tercih ediyor. (Şar mahallesi, 239 Bademli sokak no 68 Artuklu- Mardin).

Devam ediyoruz yürümeye. Herkes binalara minarelere  vitrinlere bakarak ilerliyor çarşı caddesinde. Bundan doğal ne olabilir diyorsunuz ama; beş on metre aralıkla kaldırım taşlarının arasına yerleştirilmiş ünlü şairlerin   dizelerinin üzerine basıp geçtiğinizi farkında olmuyorsunuz. Kimler yok ki: Edip Cansever, Sezai Karakoç, Refik Durbaş… Taşın ve inancın şiiri Mardin’e bir kez daha hayran oluyorum. Bir dükkân daha var ki söz etmeden geçilmez: “ Mardin’in Marilyn’i. Sabun ve hediyelik eşya satıyor. Magazin programlarına konu olmuş bu cesur kadın, Marilyn Monroe’nun tıpkıbasımı görünüşüyle müşterilerine güleryüzle hizmet veriyor. Dükkân iyi iş yapıyor! Uzun  bir yemek ve kahve molasından sonra Ulucami’ye geliyoruz akşama doğru… Ali, onikinci yüzyılda Artuklulardan kalma olduğunu fakat dillere destan minaresinin onyedinci yüzyılda son şeklini aldığını söylüyor. Caminin kapılarından bir tanesinin buğdayın bereketine, diğerinin pirincin sabrına, bir diğerinin tevekküle ve sonuncusunun da cömertliğe açıldığını öğrendiğimiz bu asırlık mekânın serin avlusunda dinlenirken taş ustalığının şaheseri olan minareyi seyrederek düşünüyorum: Tevekkül, sabır, bereket, cömertlik. Beşinci de benden olsun; hoşgörü!

Mardin’deki ikinci günümüz bitti bile. Otele dönme vakti. Grubumuz ağır ağır tırmanıyor merdivenli sokakları.  Tek tük ışıklar yanmaya başlıyor kalenin eteklerinde. Gökyüzü silme yıldız… Mardin gerdanlığını kuşanıyor.

Akşam yemeğinden sonra otelin terasında dibek kahvesi içerken sırtımı kaleye yüzümü ovaya vererek, geçen yıl sonsuzluğa uğurladığımız şair Refik Durbaş’ın dizelerini mırıldanıyorum; Mardin’e güzel bir veda olsun…

Ben, Mardin kenti…

Kalker ve lâvlarla bezeli, teninden başka giysisi

   olmayan çıplak dağların anayurdu…

Taşın ve toprağın ve doğum yerini unutmuş

      suların,

      hammaddesi alın teriyle karılmış

      kerpicin

  ve mavi bedenli bulutların anası…

Meşe ve sakız ağacı, dişbudak, söğüt ve çınar ve kavak.

Bir de çayırlar süsler kapısı karanlığa

               kapalı göklerimi…

Gecemi ve gündüzümü, çöl ve çölleri kuşatan

                                        bozkır rüzgârları donatır.

Ayaklarımın ucunda uzanır tarihin babası

Mezopotamya…

( ‘Taşın ve inancın Şiiri Mardin’/ Tarih Vakfı yay.)

       Gönül JİLANİ