Işın, koştura koştura uçağa yetiştiğinde bir şeyler olduğu belliydi. Meraklı sorularımıza, “Sormayın, tam çıkacaktım ki mutfak radyatörü akmaya başlamasın mı? Ne yapacağımızı şaşırdık. Pazar olmasa tesisatçı bulunur ama,” diye devam ettiği konuşmasından radyatörün altına koydukları leğeni eşinin sık sık kontrol edeceğini anladık. “Işıncığım, evi unut, bak ne güzel bir yolculuğa çıkıyoruz. Üç gün Odessa’nın keyfini çıkaralım. Evdekiler elbet bir çözüm bulur,” sözlerime “Haklısın,” diye yanıt verince edebiyat atölyemiz Neyya üyeleri ile pürneşe uçağımıza doğru yollandık. Işın’la bazı arkadaşlar bilet kontrolünden geçti ama sıra bize gelince bir duraklama oldu. Hayırdır inşallah sözlerimiz, uçağın gecikmeli kalkacağı haberiyle kesildi. Kaptan pilot “Odessa’da hava inişe uygun değil, bekleyelim,” demiş. Işın, koştura koştura uçağa yetişmesine mi yansın yoksa bilet bankosunu geçip uçak kalkana kadar ayakta kaldığına mı? Biz kontrolden geçmeyenler oturduğumuz yere geri dönebildiğimizden şanslıydık. Şanslıydık da daha baştan neydi bu aksilik? Çok üşüyen biri olarak endişelendim doğrusu. Nasıl bir iklime gidiyorduk ki uçağın inmesinde bile sorun yaşanabiliyordu? Aklıma bavulumdaki bilumum kazak, çorap, içlik, eldiven, atkı gelince sakinleştim.
Neyse uçak kalktı. Neşemiz yerine geri döndü. Sanki İstanbul içindeymişiz gibi -İstanbul’da o kadar kısa zamanda bir yerden bir yere ulaşmak imkânsız aslında- Odessa’ya geliverdik. İndik ki bir yağmur, bir kıyamet gidiyor. Tura başlamamız lazım tabii, vakit sınırlı, gezilecek yer çok. Şemsiyeler açıldı, yağmurluklar giyildi. Güvendeydik artık. Yani öyle sandık. Hoş, benim ve gruptaki diğer arkadaşlarımın güvenle bir sorunumuz olmadı. Ya Işın’ın? Sabah İstanbul’da başlayan durumun Odessa’da sıvılarla sınava dönüşeceğini nereden bilebilirdi garibim?
İzak Babel’in heykeli ve evinin olduğu avluyu gezdikten sonra ünlü Potemkin merdivenlerine geldik. Yüz doksan iki basamak ama öyle yapılmış ki en yukarıdan bakıldığında orada merdiven olduğunu anlaşılmıyor, değil o kadar basamak olduğu anlaşılsın. Yalnız Işın gayet güzel anladı bu durumu. Hızlı yağan yağmurun kayganlaştırdığı merdivenler, onu yanımızdan alıp poposunun üstünde zıplata zıplata aşağılara kadar taşıdı. Yanına ulaştığımızda “Yok bir şeyim,” dese de bugün benim başıma bunlar niye geliyor diye bakışlarında soru işaretleri dolaşıyordu. O soru işaretlerinin devamı gelecekmiş meğer.
Arabada şehir turu yaparken rehberimiz, “Burada su, içkiden pahalıdır,” deyince içimden şöyle bir gülmüştüm. İçki sudan ucuz… Hadi canım! Zaten sularımıza uçağa binerken el konulduğundan, iner inmez de hemen tura başladığımızdan ağzımız yapış yapış geziyorduk. Hani bizim o her sokağımızda ikişer ikişer rastladığımız, tüm katkılı abur cubur satan ünlü marketlerimize bile özlem duydum doğrusu. Girer suyumuzu alıverirdik ne güzel. Neyse rehberimiz bize çorba ısmarlayacağını söyleyince suya kavuşacağız diye düşünüp rahatladım.
Oysa su denen mübareği, bizdeki lokantalarda, kafelerde rastladığımız gibi masalarda görmek imkânsızmış Odessa’da. Adeta yüz görümlüğü ister durumdaydı su şişeleri. Daha yemeğin başında kaynar borsch (borş) çorbasının garson kızın elinden kaymasıyla Işın’ın göğsüne inmesini –montunu çıkarmadığı için çok şanslı- iyi ki görmedim. Çünkü ben tuvalette şehrin soğuğundan korunmak için bavulumun içindekilerin yarısını üstüme giymekle meşguldüm o sırada. Masaya gelebildiğimde çorbanın yanındaki avuç içinden küçük ekmekler bittiğinden bir kâse suda banyo yapmış serçe misali tekrar yola çıktık. Ama Işın beni de düşünüp nasıl bulmuşsa büfenin birinden alıvermiş bir şişe suyu. Opera binasının önünde elinden şişeyi kaptığım gibi kafama dikip “Oh be!” dedim. Kavuşmanın ardından mutlu, mutlu güldük Işın’la. O kadar gülmese miydik acaba?
Akşam, rehberimiz “Otelde bulunan sularla markette satılanın arasında az bir fiyat farkı var,” dese de Işın marketin yolunu tuttu. Öyle az falan değilmiş fark, bayağı varmış. Sevindim tabii. Sağ olsun Işın taşımış odamıza kadar getirmişti hem de. Bol bol içmeye başladık. Fakat suların tadında bir gariplik vardı. Soda desem soda değil, su desem su değil. Bulmaca gibi oldu değil mi? Gazlı derlermiş meğerse o tür sulara. Yola çıkmadan bir gece önce şişelerin kapak rengine göre suların çeşitleri olduğunu öğrendik ama geçmiş olsun. Biz bilmeden hep mavi, yeşil kapaklı şişeler almışız. Meğer beyaz kapaklılar normal suymuş. Ben de yabancı yerdeyiz neme lazım dokunur falan diyerek İstanbul’da olduğu gibi suyu alkali yapmak için yanımda getirdiğim İngiliz karbonatından şişelerin içine döktüğümde oluşan tepkimeye hayret edip duruyordum. Tabii gözlerim ve bacaklarım tepkimeye hemen tepki vermeye başladılar. Bacaklarım tüm gün dolaşmanın yanı sıra bu bileşime şişerek “Hıı!” diye parmak sallarlarken, gözlerim de kahvaltıya inmesem mi diye düşündürecek derecede, evet yaşamımda ilk kez o derece şişti.
Açık büfe kahvaltı yabancısı olduğum birçok yiyecekle doluydu. Hamur işleriyle kaşar peyniri dışında pek bir şey yiyemedim. Ama o ne? Kefir! Ne kadar sevindim bilseniz. Sürahiyi kaptığım gibi bu sevincimi oturduğum masadakilerle tabii ki Işın’la paylaşmak istedim. Herhalde şişmiş göz kapaklarımla örtülen gözlerimin azizliği ile artık sandalye ayağına mı takıldım bilemiyorum elimdeki sürahinin bir kısmı sendelememle birlikte Işın’ın üstüne boca oluverdi. Mahvoldum. Ne yapacağımı şaşırdım. Tamam, çorba gibi sıcak değildi, Işın’ın üstünde montu yoktu ama çok sevdiği özel yapım baykuş figürlü örgü kolyesi vardı. Baykuşların kefir banyosu onlar kadar bizim de canımızı çok sıktı. Beceriksizliğimi çaresiz “Sana nazar değiyor Işıncığım,” diye örtmeye çalıştım.
Odada temizlendikten sonra ucuz aldık diye sevindiğimiz suları çantamıza atarak yola çıktık. Işın, sabah başına gelenlerin siniriyle olacak şişenin ağzını sıkı kapatamayınca çantasına dökülmüş o gazlı sular. Yani Odessa’nın yağmuru hiçmiş; asıl yağmur Işın’ın çantasının içindeymiş meğer. E, Işın’ın çantadaki telefonu benim bacaklarım veya gözlerim değil ki şişip şişip insin. “En sevmediğim şey; hele böyle gazlısının bir damlasına tahammül edemem!” deyip kilitlemiş mi kendini. Çantanın içindeki tek taraflı alışverişten haberimiz olduğunda telefonun sonsuz uykusuna yattığına inanmadık. Zaten Işın ikide bir telefonun pilini takıp kontrol etmekten vazgeçemiyordu bir türlü. Oysa Odessa’dan telefonun cenazesini getirdiğimizi Işın’ın İstanbul’da telefonu pirinç yataklarında günlerce bekletip hiçbir yaşam belirtisi göremeyince anladık.
Tabii fotoğraf çekmenin, internete girmenin, mesajlaşmanın en gerekli olduğu zamanda tüm bu zorlukları Odessa’da yaşayan Işın’ın isyan etmeye başlaması başına gelecekleri daha da arttırdı. Gündüzleri o müze senin, bu müze benim deyip Odessa’nın çarşılarını, restoranlarını, cafelerini gezip ayaklarımıza kara sular indiğinden akşamları yani gecenin bir yarısı kendimizi yatağımıza nasıl attığımızı bilemiyorduk. Geceler, gündüzler kadar kısa geçiyordu Odessa’da.
Yola çıkmadan hediyeleri ayarlamak lazımdı. Siparişler de vardı. E, sudan ucuz olunca ne alınır? Votka, şarap tabii. Benim onlarla hiç işim olmaz. Bu yaşıma geldim, geçenlerde bir yudum şarap içeyim dedim o neydi öyle; öksürük şurubu halt etmiş yanında. Bir daha tövbe!
Son gece market alışverişi uzun sürdü. Düşünün; yirmi üç yabancı kadın, bir gece yarısı, bir markette şişelerce içki alıyor. Kasiyerlerin, Odessa’lı müşterilerin bakışları hâlâ gözümün önünde. Örneğin; zavallı bir adam eline birkaç parça almış girmiş sıraya ama önünde arkasında ellerinde koca koca şişelerle yabancı dil konuşan çoğu orta yaşlı- ki turun bizim grubun dışındakilerin küçük kızı “Anne bu kadınların hepsi yaşlı ama,” diye yüreğimize oturtmuştu yaşımızı- kadınlar sıralanmış. Aslında biz de mağdurduk. Yaptığımız iş, tüm günün yorgunluğunun üstüne hiç çekilecek gibi değildi ama ne yapalım; Odessa’ya gidip elimiz boş dönecek değiliz memlekete diyerek sabrettik. Odamıza girene kadar… Işın, odamızın kapısını açar açmaz içki şişelerinin olduğu poşeti yatağının tarafındaki komodinin üstüne bırakıverdi. Poşet, Işın’ın komodini ile benim komodinin arasına düştüğünde çıkan sese aldıracak halimiz yoktu inanın. Birbirimize iyi uykular dediğimizi bile zannetmiyorum.
Sabah zorlanarak kalktık. Benim bacaklar, gözler balon ama kahvaltının ardından yetişecek programla yoğun bir gün bizi bekliyordu. Tuvaletten çıktığımda Işın’ın yüzü düşmüştü.
– Şarap şişesi kırılmış.
– Ne eyvah! Nasıl olur ya?
– Akşam bir şangırtı oldu ya düşünce…
– Aa evet olmuştu değil mi?
– İşte o zaman kırılmış şişelerden biri.
– Neyse canım sağlık olsun. Ötekiler duruyor ya.
– Öyle ama baksana.
Bakmaz olaydım! Şarap şişelerinden biri o düşme sırasında boynundan kırılmış meğer. Belki de intihar etti Odessa’dan ayrılmaya dayanamayıp diye şimdi espri yapsam da poşetten sızan şarabın o kalın tüylü halının içine sinmeye nasıl meraklı olduğunu görünce panikledim. Çünkü kahvaltıya inmemiz gerekiyordu. Ortalık bana göre leş gibi şarap kokuyordu. Ayrıca Işın’ın torbayı yerden kaldırmasıyla şişeden tekrar akmaya başlayan şarap pencere boyunca halının üstünde yol alıyordu. Gel de panik olma. Hemen tülleri uzağa çektik ki onlara bulaşırsa yanarız diye. İkide bir çalışıyor mu kontrolü yapılan su gazisi telefona bir de torbadan şarap dökülmesi ne talihsiz telefonlar var dedirtti. Yine de şişede kalan şarabı tuvaletin sularına karıştırmada, şarapla adeta yıkanan poşeti eski haline getirmede, tuvalette oraya buraya sıçrayan, bulaşan şarap damlalarını yok etmede işlediği cinayetin kanıtlarını ortadan kaldıran bir katil titizliğinde başarılıydık doğrusu.
İlk temizlikten sonra sıra asıl sorun olan halıya geldi. Halı krem rengi üstüne verev kahverengi, Allah’tan bordo çizgili ama bu çizgiler zeminde oldukça aralıklıydı. Yani krem rengi yoğun olan bir halıydı. Verev bordo kısımlardan sanki damlalar etrafa sıçramış gibi bir görüntünün olması kaç gündür dikkatimi çekmek için şarap dökülme olayını bekliyormuş demek ki.
Bir şeyler yapmalıydık. Hem de vakit geçirmeden. Birden ta İstanbul’dan taşıdığım tuvalet kâğıtları geldi aklıma. Ben öyle yanımda taşırım tuvalet kâğıdımı. Zaten Odessa’da adım atsanız para. Yanlışlıkla sokakta bir güvercin falan görüp ellerseniz ve bir de telefonunuzla görüntü alırlarsa yandınız. Dünya kadar grivna isteyerek adeta yapışıp peşinizi uzun süre bırakmazlar. Grup arkadaşlarımın başına geldi, zor kurtuldular. Ayrıca aynı arkadaşlar ne kadar kadersizlerse artık; otel tarafından bir havlunun olmadığı iddia edilerek havlu parası ödemek zorunda kaldılar ayrılırken.
E, biz tuvalet kâğıdı isteseymişiz demek ki ona da kim bilir kaç grivna ödeyecektik? Zaten tam yola çıkacak müşterilerin tuvalet kâğıdı istemesi biraz garip kaçmaz mıydı? Onun için yanımda tuvalet kâğıdımın olmasına sevinen benim gözüm bir şey görmez oldu. Heba edecektim mecburen ruloları. Aceleyle tuvalet kâğıtlarını koparıp koparıp halıda ezerek şarabı emdirmeye başladım. Başladım da bitecek gibi değildi. Allah’tan cam önünde uzanıp giden şarap sülalesi, tuvalet kâğıtlarını çok sevip hemen hemhal oldular da ilgimi komodinler arasına verebildim. Bir buçuk tuvalet kâğıdı rulosu harcadım bu uğurda. Aman Allah’ım o tuvalet kâğıtları nasıl güzel bir renge bulandılar. Üstelik ayağımla ileri geri bastırdığımdan onları boy boy incecik silindirimsi hallere sokmuştum. Aklıma tuvalet kâğıtlarını artık şarapla mı olur, narla mı, kırmızı lahanayla mı yoksa vişne ile mi bilmem ama o forma sokup çok güzel çiçek çalışmaları yapmak geldi. Gelecek yıl katılacağım erguvan sergisine yönelik bana sunulan bir mucize miydi yoksa bu olay? Bunları söyleyince Işın bu arada sanatı nasıl soktum olaya diye hayret ederek bir yandan bana bakıyor bir yandan da umutla halının eski haline gelmesini gözlüyordu. Geldi de. En son şampuanla silince şaraptan eser kalmadı. Camı da açık bırakınca oda, kahvaltıdan döndüğümüzde bize teslim edildiği haldeydi. Yoksa bir havluya yüz yirmi grivna fiyat biçen otel yönetimi, o boydan boya halıya acaba kaç grivna değer biçerdi; düşünemiyorum. Artık biz Odessa’da kaç ay rehin kalır belki de önümüzde önlükler, parmaklarımızın ucu muhallebi üstü görünüşünde otelin bulaşıklarını yıkayıp dururduk.
Son gün, Odessa’nın ünlü Privoz pazarına gitmeden olmaz dediler. Gittik. Sabah sabah pazara girer girmez bizi karşılayan kesif çiğ balık kokusu midemi bulandırsa da bir balıkçı kadının balıkları temizledikten sonra döktüğü suyun nasıl Işın’ın ayaklarına denk gelebildiğine üzülmem o bulantıyı bastırdı. Otele ayakkabıların çıkardığı çolk çolk sesleriyle dönüp lobiye bıraktığımız bavulları tekrar açan Işın’ın çoraplarıyla yedek ayakkabısına kavuşması bizi rahatlattı. Artık, bu içme suyu ortada görünmeyen ülkeden, edebiyat adına doyarak ama sıvılarından illallah diyerek ayrılmak zamanıydı. Havaalanına geldik. Elimizde kalan son grivnaları harcamamız gerekiyordu yoksa boşa gidecekti. Yedi, sekiz kadın kahve sırasına girdik. Sıra biraz uzundu. Önümüzdeki Ukraynalı futbolcu gençler sanırım İstanbul’da bir karşılaşmaya gidiyorlardı. Odessa’dan “Pahalı da olsa alacağım,” dediği baykuşlu çantasını sol omzunda taşıyan Işın’la göz göze geldik. Işın’ın iki gündür yüzünde taşıdığı endişeli ifade kaybolmuştu ne güzel. Keşke böyle düşünmez olsaydım. Biraz sonra futbolcu gençlerden birinin kahvesinin o güzelim çantayı giderayak boydan boya ziyaret edeceğini hiç tahmin etmedim.
Artık dayanamadı Işın. “Buraya kadar!” diye ağlamaya başladı. Ben onun yerinde olsam o kadar da dayanamazdım herhalde. Sarılıp “Ağla arkadaşım,” diyebildim sadece
Ama onun hâlâ sıvılarla başı dertte. Geçen gün çayını eline alıp neşeyle derse gelmişti ki çay bardağının burası İstanbul falan demeyip yeri boylaması bir oldu. Bilmiyorum artık Işın’ın sıvılarla sınavı ne zaman biter?
Sevgi Ünal
N.İ.