2018 yılı Man-Booker Uluslararası Ödülü ilk kez, özgün dili Arapça olan Celestial Bodies (Sayyidat el- Kamer) adlı romanıyla Ummanlı kadın yazar ve akademisyen, Jokha Alharti’ye verildi.

Man-Booker Edebiyat Ödülü Nedir ?
2016’ya kadar, eserlerini İngilizce kaleme alan veya eserlerinin İngilizce çevirileri yapılmış olan yazarlara, iki yılda bir verilen ödül, 2018’den itibaren ‘her yıl’ olarak değiştirilmiş bulunuyor. Dünyanın en saygın edebiyat ödüllerinden biri olan Man-Booker Uluslararasının önemini yakın geçmişte bu onura lâyık görülen birkaç yazar ismi vererek vurgulamak isterim: Alice Munro, Philip Roth, Chinua Achebe, İsmail Kadere, Olga Tokarczuk.
Jokha Alhardi Kimdir?
Jokha Alharti Ummanlı bir kadın akademisyen-yazar. Britanya’da eğitim gördü. Doktorasını Edinburgh Üniversitesinde klâsik Arapça dalında yaptı. Üç kısa öykü koleksiyonu ve üç romanı var. Halen Umman’da, Sultan Kaabus Üniversitesi Arapça bölümünde doçent olup Man-Booker kazanan ilk Arap kadın yazardır.
Ödül töreninden sonra gazetecilere, zengin Arap kültürüne böyle bir kapı açıldığı için büyük heyecan duyduğunu söyleyen 41 yaşındaki Al-Harti’nin kitabı, jüri tarafından; “zengin bir hayal gücünün sürükleyici ve şiirsel ürünü” olarak değerlendirilerek ödüle lâyık görüldü.
“Ben Umman’dan etkilendim ama eminim okurlar kitapta yer alan özgürlük ve sevgi gibi değerlerle ilinti kuracaklardır.” diyen yazarın en kısa zamanda Celestial Bodies (Ay Kadınları diye çevirmeyi uygun buldum şimdilik) adlı romanını dilimizde okuyabilme fırsatına kavuşmayı bekleyerek devam ediyorum.

Romanı ilginç kılan bir diğer özellik ise, birçok yayıncının basmayı reddettiği kitabın, Sandstone Press adlı sadece dört çalışanı olan küçük bir yayınevinin; “kitabı okuduğumuzda özel bir şeyle karşı karşıya olduğumuzu anladık ve hemen basmaya karar verdik” mesajı. Kitabı İngilizceye çeviren Marylin Booth da bu onurdan payını alarak ödüllendirilmiş.
Celestial Bodies (Ay Kadınları)
Kitap, Umman’da sömürge sonrası dönemde (post-colonial) yaşanan kültürel değişimi, el-Awafi adlı köyde yaşayan üç kuşağın anılarından yola çıkarak anlatırken aynı zamanda 1970’lere kadar süren KÖLELİK durumuna da dikkat çekiyor. 1900’lerden başlayıp hemen hemen 2000’lere gelen hikâyede üç kuşak, değişik karakterlerin ağzından kâh zamanda geri- ileri giderek kâh ilk ağızdan konuşarak bizce bilinmeyen coğrafyalardaki insan hallerini tanımamıza fırsatı veriyor.
Kısaca söz etmek gerekirse; 1950’lerde doğan Abdullah’ın köle Zarife tarafından nasıl yetiştirildiği ile başlayan kitap Umman’da, kölelerin ancak 1970’lerde özgürlüklerini elde etmesine rağmen nasıl ve neden zengin ailelere bağlı kaldıklarının psikolojik alt anlamlarını deşifre ederken o köleci yaşam tarzından bir türlü çıkamayışlarının ağırlığını, baba-oğul çekişmelerini, eski kuşağın ( 1900’lerin ilk çeyreği) sevgisiz ceberrutluğunu, otoriterliğin etkisini üstünden atamayan orta kuşağın çelişkilerine şahit ediyor bizi… Ülke tarihinde bir travma olan Cebel Ahtar (Yeşil Dağ) savaşının tüm izlerini bu kuşakta görmeyi mümkün kılıyor.
Bu kuşağın erkek karakteri olan Abdullah’ın eşi, sessiz fakat ilginç bir kadın. Kızının adını Londra (London) koyuyor, evinin duvarlarına İngiltere kırsalını yansıtan resimler asıyor. Okur bunun sessiz bir tavır koyuş mu, yaşadığı çevreden kaçmak arzusu mu yoksa modern Avrupa hayali mi olduğunu anlayamıyor. Galiba yazar bunu biz kadınların derin iç görüsüne teslim ediyor. Kendimize ayna tutmamızı hatırlatıyor sanki. İki arada bir derede kalmış toplumların sancısını dile getiriyor belki de… Abdullah’ın, karısının sevgisini yeterince kazanamamış koca halleriyle, şefkatli baba hallerini, kızına taparcasına sevgi besleyen ve down sendromlu oğluna gereken ilgiyi pek de gösteremediğinin ezikliğini içinde taşıyan anlatımlar samimiyetle verilmiş.
Tüm insan halleri bir film şeridi gibi okura yansıtılırken arka planda ülke tarihi ve yaşanan travmaların ağırlığı hikâyeyi güçlendiriyor. Bu ikinci kuşağın arada kalmışlığı, neo-liberal döneme geçişte kaybolan eski değerleri özleyen Abdullah’ın (erkeklik, aile reisinin tartışılmaz otoritesi v.s) çelişkisine, kadınların yavaş yavaş toplumda konuşur olmasına şahit oluyor okur. Bir geçiş dönemi.
Üçüncü kuşak; kızı London tıp fakültesinde okuyor. Kocasından şiddet görüyor sürekli, damadına karşı çıkıyor Abdullah ama kâğıt üzerinde kaldırılan köleliğin zihinlerden kolay kolay silinmediğini üzülerek görüyoruz. Yazar bu bölümde, bir yandan “Dubaileşmiş” Umman’da ana sorunların değişmediğini, kadına bakışın geleneksel yargıları aşamadığını vurgularken köleliğinin sona ermiş görünse de bitmediğini, zengin Umman’a çevre ülkelerden göç yoluyla gelen işçilerle devam ettiğini anlatıyor.
Umman’ın tribal ( kabile) geçmişini, sosyal hayata etkilerini, insan ve özellikle kadın hallerini mercek altına almayı başarabilen kitap, ilgi alanımıza girmeyen(!) hatta ne yazık ki örtülü veya açık zaman zaman küçümseyerek baktığımız bazı coğrafyalarda olup bitenleri hikâyeleştirerek sunarken kadının toplumdaki yerinin, en geri sosyolojik birimlerde dahi aslen ne kadar sağlam olduğunu etkili bir masalsı gerçeklikle görünür kılıyor; romana ironik olarak adını veren Kamer (Ay) etkileyici bir kadın olarak karşımıza çıkıyor. Kırklı yaşlarında. Çölün özgürleştirdiği, kabilesine sahip çıkan bir bedevî. Doğadan öğrendiğini, doğaya geri vererek ruhunu baskılardan arındırmış güçlü bir karakter.
Yazar, kendi insanının hallerine, Anglofon dünyaya ve Arap halklarının kültürlerini küçümseyen, onları gericilikle eş tutan anlayışlara bir nevi karşı duruş, bir bilge-kadın tavrıyla yaklaşıyor. Cümlelerini süslemeden, söz oyunlarına girmeden yalın bir dille anlaşılır olmayı öne çıkararak dünyanın tüm kadınlarına ve tüm erkeklerine sesleniyor: Biz de varız!
Kitap, tüm dünyanın ne yazık ki gitgide uzaklaşmakta olduğu hümanizm açısından değerli bir kazanım olduğu gibi farklı sanılan çoğu durumların özde aynı olduğunun altını çiziyor.
Türkçeye çevrildiğinde Neyya’nın okuma programına dâhil olacağı günleri sabırsızlıkla bekliyorum.
Gönül Jilani
N.İ.