Çeviren : Ayşegül Ayman
NEYYA Yaratıcı Yazarlık Atölyesi olarak mayıs ayından beri Dünya Edebiyatından öyküler okuyor, her hafta bir yazarı inceliyor, öyküsüne paralel öyküler yazıyoruz. J.M. Coetzee’nin birçok romanının Türkçe çevirilerine ulaştık ancak Türkçe yayınlanmış kısa öyküsünü bulamadık. Atölye üyemiz Ayşegül Ayman Coetzee’nin dört kısa öyküsünü İngilizce’den Türkçe’ye çevirdi. 2003 yılında Nobel Edebiyat ödülü alan, yaşayan en büyük yazarlardan biri kabul edilen J.M.Coetzee’nin dört kısa öyküsünün Türkçe çevirisini Pazartesi14’te Türk okurlarla ilk kez buluşturuyoruz.
Yalanlar
” ‘Gerçeğin ta kendisi’: talep ettiği buydu, ya da belki dilediği.
Gerçeğin ne olduğunu gayet iyi biliyor, ben de öyle, öyleyse kelimeleri dile getirmek zor olmamalı. Ve ben öyle yapmama yetecek kadar kızgınım; senin, Helen’in ya da benim, en azından bu dünyada bir teşekkür almayacağımız bir görevi yerine getirmek için bunca yolu gelmek zorunda kalmaktan kızgınım.
Ama yapamadım. Şimdi, sana yazarken hiç zorlanmadığım şeyi onun yüzüne söyleyemedim: gerçek şu ki; sen ölüyorsun. Gerçek şu ki; bir ayağın çukurda. Gerçek şu ki; şimdiden bu dünyada acizsin ve yarın daha da aciz olacaksın ve kimsenin sana yardım edemeyeceği güne kadar bu böyle gidecek. Gerçek şu ki; pazarlık edecek durumda değilsin. Gerçek şu ki; Hayır diyemezsin.
Saatin tik taklarına Hayır diyemezsin. Ölüme Hayır diyemezsin. Ölüm Gel dediğinde boynunu eğip gelmelisin. Bu yüzden kabul et. Evet demeyi öğren. Ben sana, İspanya’da kendin için yaptığın evi geride bırak, tanıdık şeylerini geride bırak, gel ve Guadaloupe’lu bir hemşirenin sabahları seni bir bardak portakal suyu ve neşeli bir selamlamayla (Quel beau jour, Madame Costello!)[1]uyandıracağı bir kurumda -evet- yaşa dediğim zaman kaşlarını çatma, burnunun dikine gitme. Evet de. Kabul ediyorum, de. Kendimi sana bıraktım, de. En iyisini yap.”
Köpek
“Köpek, aldırmazlık maskesine rağmen nasıl biliyor kendisinden korktuğunu? Cevap: çünkü korkunun kokusunu salıyor, çünkü saklayamıyor. Köpeğin ona doğru her atılışında sırtından bir ürperti geçiyor ve derisinden, köpeğin derhal algıladığı bir koku dalgası yayılıyor. Kapının diğer tarafındaki varlıktan gelen bu korku esintisi onu heyecandan kendinden geçiriyor.
Kadın ondan korkuyor ve o bunu biliyor. Günde iki kez yolunu gözlüyor: kendisinden korkan bu varlığın geçişi, korkusunu saklayamayan biri, bir orospunun seks kokusunu saldığı gibi korkunun kokusunu salan biri.
Kadın Augustine’i okumuştu. Agustine der ki; düşkün yaratıklar olduğumuzun en açık kanıtı, kendi vücutlarımızın hareketlerini kontrol edemeyişimizde yatar. Özellikle, bir erkek dölleyebilir organının hareketlerini kontrol etmekten acizdir. Bu organ kendine ait bir iradesi varmış gibi davranır; hatta belki de uzaylı bir yaratığın iradesince ele geçirilmiş gibi davranır.
Evin, köpekli evin üzerinde oturduğu tepenin eteğine varırken Agustine’i düşünür. Bu sefer kendisini kontrol edebilecek midir? Kendisini korkunun küçük düşürücü kokusunu salgılamaktan kurtarmak için gereken irade gücüne sahip olacak mıdır? Ve köpeğin boğazında derinlerden gelen homurtuyu, kızgınlık homurtusu da olabilir şehvet homurtusu da, her duyduğunda, gövdesinin kapıdaki gümbürtüsünü her hissettiğinde cevabını alır: Bugün değil.”
Bir Kadın Yaşlandıkça
“ ‘Yaşlandıkça ürkütücü bulduğum,’ dedi oğluna, ‘dudaklarımdan bir zamanlar yaşlı insanların söylediğini duyduğum ve hiçbir zaman söylemeyeceğime yemin ettiğim sözcüklerin dökülmesi. Dünya -nereye- gidiyor- şeyleri. Mesela: artık kimse ‘yapabilmek’ fiilinin geçmiş zamanı olduğunu bilmiyor gibi- dünya nereye gidiyor? İnsanlar sokakta pizza yiyerek ve telefonla konuşarak yürüyor- dünya nereye gidiyor?”
Oğlanın Nice’te ilk günüydü, kadının üçüncü; açık, ılık bir Haziran günü, her şeyden önce aylak, varlıklı İngiliz insanlarını uzayıp giden bu kıyıya getiren günlerden biri. Ve işte buradalar, ikisi birlikte, yüzyıl önce İngilizlerin, Mr. Hardy’nin son çabalarına elem duyarak, Boerlere elem duyarak küçük güneş şemsiyeleri ve hasır şapkalarıyla yaptığı gibi Promenade des Anglais’de geziniyorlar.
“Elem,” diyor kadın; bugünlerde pek duyulmayan bir kelime. Aklı başında hiç kimse elem duymaz, alay konusu olmak istemedikleri sürece. Yasak bir kelime, yasak bir faaliyet. Öyleyse kişi ne yapmalı? Hapis mi etmeli tüm elemlerini, başka yaşlı kimselerle yalnız kalıp hepsini ortaya dökmesi serbest olana kadar?”
Gençlik
Geç oldu, gece yarısını geçti. Güney Afrika’dan getirdiği solmuş mavi renkli uyku tulumunun içinde, arkadaşı Paul’ün Belsize Park’taki tek odalı evinde kanepenin üzerinde uzanıyordu. Odanın diğer tarafındaki normal yatakta Paul horlamaya başlamıştı. Perdedeki açıklıktan, morla karışmış sodyum portakal rengi bir gece göğü parıldıyordu. Ayaklarını bir minderle örtmüş olmasına rağmen hala buz gibiydiler. Olsun; Londra’daydı.
Dünyada hayatın tüm yoğunluğuyla yaşanabileceği iki, belki üç yer vardır: Londra, Paris, belki Viyana. Birinci Paris gelir: aşk şehri, sanat şehri. Ama Paris’te yaşamak için insanın Fransızca öğretilen üst sınıf okullara gitmiş olması gerekir. Viyana’ya gelince, Viyana doğal haklarını talep etmek üzere geri dönen Yahudiler içindir: akla uygun pozitivizm, on iki tonlu müzik, psikoanaliz. Geriye Güney Afrikalıların evraklarını yanlarında taşımaları gerekmeyen ve insanların İngilizce konuştuğu Londra kalıyor. Londra donuk, labirent gibi ve soğuk olabilir ama korkunç duvarlarının arkasında erkekler ve kadınlar kitaplar yazmak, tablolar yapmak, müzik bestelemek üzere çalışmaktadırlar. Meşhur ve takdire şayan Britanya ketumluğu yüzünden insan her gün, sırlarını tahmin etmeden sokakta yanlarından geçer.
Bir oda ve gaz ocağı ile soğuk su çeşmesinin bulunduğu bir ekten oluşan (üst kattaki banyo ve tuvalet tüm eve hizmet eder) tek odalı evi paylaşmak için Paul’e haftada iki pound ödüyor. Güney Afrika’dan yanında getirdiği tüm birikimi seksen dört pound. Bir an önce bir iş bulmalı.
[1] Ne güzel bir gün, Madam Costello!
*Orjinal metindeki noktalama işaretleri ve büyük harf kullanımlarına, mümkün olduğunca sadık kalınmıştır.
Kaynakça : Öykülerin İngilizce metinlerine nothingtherulebook.com’dan ulaştık.