Bugün babam öldü.

Ve benim gözlerim dünyaya açıldı.

Anlatılanları hayal edebilmeyi öğrenebilmem için ölümü beklemem gerekti. Tam on beş yıldır dinlediğim hikayeler tüm canlılığıyla, elimle gördüğüm her şey gerçekliğiyle karşımda duruyor.

Bugün benim gözlerim dünyaya açıldı.

Çok acılıydı.

Kokusunu hissettiklerimin renklerini görmek, tüm acılarımı bastırdı. Ağaçları, denizi, yediklerimi ve annemi görebileceğim. Babam, annemin çok güzel kadın olduğunu anlatırdı. Güzel ya da çirkin kavramanın ne olduğunu hiçbir zaman anlayamadım. Annem bu köyde yaşayanların dünyada kalan son kabile olduğunu anlattığında ne demek istediğini hiçbir zaman anlayamadım. Evrenin, insanlığın ne kadar geniş olduğu konusunda hiçbir fikrim yok. Şimdi bu tepeden uçsuz bucaksız -babam ölmeden önce “uçsuz bucaksız denizi görmeni isterim,” derdi- denize baktığımda Dünya’nın büyüklüğünü hayal edemiyorum.

Hayal edemiyorum, aslında artık edebileceğim. Suyun dalgalarını, denizde, nehirde, bardakta renginin nasıl değiştiğini, ağaçların gövdelerindeki çizgileri, yaprakların canlı yeşillerini, kurumuş ağaç dallarını, güneşi ve annemi.

Bugün benim gözlerim dünyaya açıldı.

Ve bir kadının aşkla bakamayan gözlerini gördüm.

Kabiledeki kadınların yüzlerine tek tek baktım. Olyeda’yı daha detaylı inceledim. Tenine dokunduğum ilk kadındı. Gözleri, benim dünyayı göremediğim zamandaki karanlıktaydı. O karanlığın renginin ismi siyahmış! Girintileri, çıkıntıları, burnunun eğriliği, göz çukurlarının siyah derinliği, upuzun saçları ve dolgun dudakları. Anneme bakıyorum. Olyeda’yı onunla kıyaslıyorum. Annemin yüzünde çizgiler, göz çukurlarının kenarlarında daha derin oyuklar var. Memeleri karnının biraz üzerinde, birbirine bitişik ve daha pörsümüş durumda.  Aslında pörsümenin ne demek olduğunu elleyerek hiç anlamamıştım ama şimdi ikisi arasındaki farkı görünce daha iyi kavrayabildim. Nenemle annem aralarında konuşurken, “Ah be kocakarı, ben de senin gibi pörsüdüm!” derdi. Bana bu kelimenin anlamını anlattığını ve ellememi istediğini hatırlıyorum. Annemin bacaklarında eğrilik, kalçalarına doğru sanki gölge gibi çizgiler var.

Nehirden balık avlamamı istiyor annem, kenarlara kurulan havuzların içinden daha rahat alabileceğimi söylüyor. Aslında her gün yaptığım işlerden biri, biliyorum, annem her seferinde anlatmaktan vazgeçemiyor.

Suya eğilip balığı elimle almaya çalışırken bir anda çığlık atarak kendimi geriye doğru savuruyorum. Balıkların kocaman gözleri var, suratları da aynı insanlar gibi. Suyun içinden bana bakan o koca kafalı balığı nasıl yakalayacağımı düşünürken ve korkuyla suya yaklaşmaya çalışırken az ileride bir çocuğun balığı avuçlayıp çıkardığını görüyorum. Her gün avuçlarıma aldığım o yaratık küçücük bir şey, kafası insan kafası gibi değil. Gözleri var ama ufacık. Peki suda gördüğüm adam kim? Annem suyun içinde yaşayan bir kabile olduğundan bana hiç bahsetmemişti. Neden? Acaba haberdar değiller mi? Hepsinin gözleri varsa neden onları yeryüzüne çıkarıp gözlerimizi ortak kullanmıyoruz? Aklımı kemiren sorularla koşarak annemin yanına gidiyorum.

Ona gördüklerimi anlattığımda sesinde bir titreme, yüzünde genişleyen bir ifade var. Ne hissettiğini çözemiyorum. Sadece duyduğum günlerde sesindeki titremenin korkunun ardından gelecek yalanı işaret ettiğini düşünürdüm ama yüzünde beliren o ifade neyi gösteriyor? Merakım uzun sürmüyor.  Attığı kahkaha, annemin beni komik bulduğunu işaret ediyor.

-Suda yaşayan insanlar yok.

-Gördüm.

-Evet, aslında kendini gördün.

Anneme daha fazla konuşma imkânı vermiyorum. Koşarak en yakın su birikintisine gidiyorum. Kendimi detaylı incelemeye çalışıyorum. Yüzümün pürüzsüz haline, burnumun küçüklüğüne, dişlerimin çarpıklığına bakarken suyun içinde dalgalanan yüzümü daha fazla inceleyemiyorum. Denizin gökyüzünden yeryüzüne dalgalar halinde indiğini düşündüren yağmur, yerdeki su birikintisini sallıyor.

Eve sığınıyorum. Annem ocağı yakmaya çalışıyor. Verev dizdiği odunların altında oluşan boşluğa sıkıştırdığı küçük kağıtları tutuşturuyor. Odun parçaları önce alt taraflarından yanmaya başlıyor. Kırmızı kızıl alevler var, bunu da babamdan öğrenmiştim. Ama altında görünen rengi çözemiyorum. Anneme sorduğumda mavi olduğunu söylüyor. Gerçekten mavi mi?

-Başka neler mavi?

-Deniz, gökyüzü.

Gün içinde gördüğüm gökyüzü ve denizi gözümün önüne getirmeye çalışıyorum. Ateşin içinde arada yükselen diğer rengin mavi olduğuna inanmıyorum. Annemden sessiz bir sızı yükseliyor.

-Eskiden gözlerimin rengiydi.

Yeniden annemin yüzüne, göz boşluklarına bakıyorum. Derin, siyah çukurdan başkası yok.

Bugün benim gözlerim dünyaya açıldı.

Ve ben ölümü düşündüm.

Tam on beş yıldır beni göremeyen annemin bu güzelliklerden nasıl vazgeçebildiğini anlamaya çalışıyorum. Neden gözlerini babaanneme verdi? Bu kuralları neden koydular? Neden evin yaşlısı göz sahibi olmalı? Her işi annem yaparken, babaannem oturduğu yerden nasıl olur da dünyayı izleme lütfuna sahip olabilir? Yıllardır cevabını aldığım sorular kafamda dönüp duruyor.

Ağlama seslerinin gülmek de olabileceğini gördüğüm andan itibaren annemden yaşadıklarını yeniden anlatmasını istiyorum. Zorluyorum. Kabul etmedikçe haykırıyorum. Sesinin tınısından tanıdığım duyguları, bedeninde görerek anlamaya çalışıyorum.

Bugün benim gözlerim dünyaya açıldı.

Ve ben duyguları görmeyi öğrendim.

En güçlü duygusuyla başlıyor annem. Karşımda oturan kadının titreyen sesini duyuyorum. Aslında sadece titreyenin sesi olmadığını, bedeninin oynadığını, bacaklarının sallandığını ve derin çukurların kenarlarının ıslandığını görüyorum.

Çocukken annemden ağlamanın ne olduğunu öğrendiğimde bana göz pınarlarının küçük bir delik olduğunu ve içinden yağmur damlaları gibi suların çıktığını anlatmıştı. Şimdi o suların geldiği yeri izleyebiliyorum. İstemsizce dolan gözlerimin kenarından yüzüme akan yaşları siliyorum. Annem çukurlarına dolan yaşları eğilip, elindeki mendile doğru akıtıyor. Donakalıyorum. Acıyorum. Daha önce ağlarken ne yaptığımı düşünüyorum. Hayal edemiyorum, aklımın ucuna getiremiyorum. Annemden kaçıp kendime sığınmaya çalışıyorum, geçmişimi göremiyorum.

Annem kendini toparlıyor. Titrek sesiyle anlatmaya başlıyor. Yumruk yaptığı sol elini sağ avucunun içine alarak sıkıyor. “İnsanlar kısa zamanda birçok uzuvlarını kaybetmeye hatta ölüp yok olmaya başladılar. Bedenleri kalanların da çoğu gözlerini yitirdi.” Lafa giremediğini anlıyorum. Beni görememenin acısını, sıktığı avucuna geçirdiği tırnaklarından hissediyorum ve elinin üstünden sızan kanın kalbimin içinden geldiğini düşünüyorum. 

Dikleşiyor. Koltuğa yaslanıyor. Bacaklarını sallamayı durdurmak için ellerinden yardım alıyor. Dizlerinin üstüne koyduğu elleriyle şimdi onları ovalıyor.

 “Süt kokuyordun. Bir hafta koklayamadım seni. Doya doya bakmam gerekti. Gözlerimi ailenin en büyük kadınına vermeliydim. Kendi gözlerine sahip çıkmayan, dünyanın güzelliklerini görmeyi beceremeyen insana gidecekti. Kurallar böyleydi.”

Bugün babam öldü.

Ve ben gerçeği öğrendim.

Dizlerinden hışımla kaldırdığı ellerini, saçlarının arasına sokuyor. Kafası iki avucunun içinde; saçları sağa sola oynarken, bedeni onlara eşlik ediyor: Bir öne bir arkaya, bir sağa bir sola. Ayağa kalkıp ileri geri gelip giderken, yükselttiği sesi evin her yanını kaplıyor. Ruhunun gözleri her yerin buz gibi olmasını sağlıyor.

“Bedenim konuşuyor, görüyorsun değil mi? Sana mutlu olmadığımı anlatıyor. Artık seni kandırmama imkân yok. Ben de bu durumda olmayı sevmiyorum. Dünyanın bize verdiği ikinci şansı kaçırmak istemiyorum. Gözlerini babaannene vermeseydim, yaşama şansım olmayacaktı. Kurallar kesindi. En doğru yolun bu olduğunu düşündüler. Bazılarımızın fedakârlık yapması gerekliydi.”

Başımı döndürüyor Dünya: Annemin artan ritmi, uzakta oturan ama keskin kulaklarıyla bizi dinleyen babaannemin ellerini kollarına sürtmesi, kedinin ayaklarıma dolanması, dışarıdan gelen rüzgârın uğultusu.

“Görmeyi unutmuştuk. Baktığımızı göremiyorduk. Gökyüzü maviydi, bildiğimizi söylüyorduk. Maviydi evet, halbuki gökyüzü dünyadan vazgeçip grileşmeye başlamıştı. Deniz maviden siyaha dönmeye, erkekler kelleşmeye, kadınlar kısalmaya, balıklar çürümeye, geyikler morarmaya, toprak yeşilini kaybetmeye başlamıştı. Görmeyi unuttuğumuzda kim bilir başka neler yok olmuştu?”

Bugün babam öldü.

Ve ben cinayeti düşündüm.

Dünya insanlığa bedenini doğru kullanmayı öğretiyordu. Bu evin gören kadını annem, gören erkeği ben olmalıydım. Aklıma babaannemin ölümünden başka çare gelmiyordu. Görmenin cinayetini işlemeliydim. Anneme söylemeyecektim. Sessizce, duymadıkları, dokunmadıkları anda bu işi bitiriverecektim.

İnsanın içini görmek için gerçek bir göze ihtiyacımız yokmuş.

“Öldürmeyi seçen ellerin, bir gün yok olmaya mahkûm olacaklar. Tıpkı gözlerimiz gibi.” Annem bunu da öğretti.

Bugün babam öldü. Ve ben sabretmeyi öğrendim.

ZEYNEP PINARBAŞI