“Demir sürgüyü açıp girin!

-Sürgü sert; açmak için anlam ister, emek ister.

Ama değil mi ki içerden çağırdık seni, kapıyı kilitlemek yerine.

Dokun, sen sadece dokunmayı dene- hayatımıza.”

Silahtar’ın Bahçeleri

1878 doğumlu Ermeni yazar Zabel Yesayan’ın izinde İstanbul’u keşfediyoruz. Bense, Üsküdar’da Silahtar’ın Bahçeleri’nde, Murat Reis’in tek katlı harap, ahşap evinde yoksunluğu, hayatı, komediyi birleştiren bir hikâyeyle dünyaya gözlerini açan,  evde kimse olmadığı için dondurucu soğukta sarhoş dayısının birkaç kez Haydarpaşa mezarlığında kaybolup eve zor bela getirdiği ebeyle doğduktan sonra, çelimsizliğinden ve onca emeğe değmediği düşünüldüğünden sekiz yaşına kadar evde Hap diye çağrılan yazarın kendi çocukluk hikâyelerini ve Üsküdar’ı anlattığı kitabındaki tek bir anlatısının peşindeyim… “Evdekiler günün büyük kısmını arka odalarda geçirirlerdi, buradaki pencereler art arda sıralanmış bağlara bakıyordu; onların da arkasında Selvi ağaçlarıyla birlikte gökyüzüne yükselen minareleriyle muhteşem camileri bulunan Türk Mahalleleri uzanıyordu. Boğaz, parlak mavi bir kurdeleydi sanki ve karşı yakadaki İstanbul’un silueti sabahları hafif bir pembe, gün boyu altın sarısı, akşamları da mavimsi bir sise gömülü, menevişli renkler içinde yumuşacık titreyen pırıltılarıyla şahane bir periler ülkesi gibiydi.

Bu masal kent benim yıllarımı geçirmek, kendimi tüketmek için seçtiğim kent mi? Hani şu bir öncekinin ötekine kibirle bakmak için vinçlerle tıka basa betona doyurduğu, aslında yaşam hapishanemizi hayattan ayıran duvarların birbiri ardına kendini inşa ettiği, her tarafından ısırılan, örselenen, kanlı gözyaşları üzerinden her gün milyonlarca arabanın lastik izlerinin,  topuklu, spor ayakkabıların ve en çok – ki eminim İstanbul en çok onlar için gözyaşlarını akıtıyordur.- Sadece bir salyangozun izi gibi, hep aynı yerlere gidip dönen, varlığından kendisi bile habersiz, bir kere bile Boğaz’a yukardan bakıp, titreşip birbiri içinde eriyen zamanlarına nefesini tutmamış, bu kutsal kentin kadimliğini iliklerinde hissedip minnet duymamış, hayata sadece yaşam olarak tutunmak için varlığını unutan insanların İstanbul’u mu? Masal olan ne? Ne olmalı?

Çocuk heyecanını kaybetmeden önümüzden koşturan Hakkı Bey yazıyor masalımı, o masalın içine yazarlık atölyesi arkadaşım Bahar,  Zabel Yesayan’ı serpiyor nazik sesiyle. İşte şimdi, Zabel Yesayan sigarasından çektiği keyifli dumanı üflüyor yüzünüze, dumandan Üsküdar’ın göbeğinde Silahtar’ın bahçeleri; işçi evleri, okulları, kiliseleri, insanları ile bir Ermeni mahallesi doğuyor, kent yıllar yıllar öncesine, kendi masalına dönüşüyor.

                                                                       ***

Şafak vakti diyakoz iki tahta klaketi birbirine vurmaya başladı, yardımcısı insanları sabah duasına çağırmak için ilahiler söylüyordu… Perhiz günlerinde yasakçı denilen görevliler av köpekleri gibi sokakları dolaşırlar ve nerede pişen bir et kokusu duyarlarsa evin reisini tutuklar, kamçılar, pişenlere el koyar ve ceza keserlerdi. Bazen suçluyu sürükleyerek götürür ve kilisenin zindanına kapatırlardı. Karşı koymaya kalkışanlar Patrikliğe götürülür ve nedamet getirene kadar oradaki zindanlarda kilitli kalırdı. İçeri kapatılanlar el ve ayak bileklerinden duvara zincirlenirdi. Dini ayinler sırasında ses çıkarmamaları için kamçılanırdı.”… Derin bir “oh!” çekti. O zaman yeniçeri terörü altında yaşıyorduk, özellikle Rum mahallelerinde ve Haliç civarında zapturapta alınamıyorlardı. Çok güzel olduğum için annemle babam yeniçeriler bana göz koymasınlar diye on dört yaşıma gelene kadar beni dört duvar arasında tuttular ama patrik şiddetli cezalarla tehdit ederek herkesin dini görevlerini yerine getirmesini şart koşuyordu, o sabah ayine gitmek zorundaydım.  Biz o zamanlar Müslüman kadınlar gibi yüzümüzü peçeyle örterdik. Yanımda akrabalarımla kiliseden dönerken birkaç yeniçeri bana saldırmasın mı? Peçemin desenleri yeşil renkteymiş, yeşil İslam’ın kutsal rengiydi bu yüzden bize yani gâvurlara yasaktı; yaşlı kadınlar çığlık atmaya başladılar, imdada koşanlar oldu. Yeniçeriler arasında ansızın çıkıveren kavgadan yararlanarak eve döndük ama yüzünü paganların gördüğü bir kızla kim evlenmek isterdi ki? Artık yeniçeriler her an evi basıp beni kaçırabilirlerdi, ailem böyle rezalete meydan vermeden çöpçatanlar aracılığıyla bana elinden kadın alınması güç olan bir adam buldular. Hagop, ünlü bir kervanbaşların ailesinden geliyordu, kendisinin ismi Şirin, erkek kardeşinin Ferhat’ tı. Üsküdar o zamanlar önemli bir ticaret merkezi ve kervansaraylarıyla, süratli atlar barındıran ahırlarıyla ünlü bir kasabaydı.”

Ve kendi masalımı yazmaya başladım… Belki genlerimle torunum Zabel’e geçen masal benimdir, belki o ileride büyük büyükbaba Şirin ve erkek kardeşi Ferhat’ tan başlayacak Bağdat’a, Basra’ya, İran’a, Hindistan’a, Çinimaçin’e kadar uzanan masalın gerçeküstü güzelliğine İstanbul’u da katacaktır, kim bilir?

Ama benim masalım –belki de hep olduğu gibi- en acımasız gerçeklerle beraber büyüdü. Hagop garip ve karmaşık biriydi. Meyhanelerin müdavimi olduğu geliyordu kulağıma, bazen sanki karşı konulmaz bir dürtüyle beni, on üç çocuğumu bırakır, Çamlıca tepesinin ardında kaybolurdu. Nereye giderdi? Ne yapardı? Bilmezdim.

                                                                   ***

Kayınvalidem sert bir kadındı, ben de öyleyim. Biliyorum, Zabel annesinin daha yumuşak olmasını, sevgimin özgürce içine akmasını isterdi oysa onları yaşatmak için o kadar çok çalışıyordum ki sanki tüm sevgim içimde kuruyup gitti. Yine lodos, Bülbül Deresi’nin çamurlu sularından yayılan pis kokuya alıştık artık ama bugün ölüm kokuyor her yer.

-Zabel kardeşlerini al, içeriye gir! Türkler mezarlıklarına ölü gömmüş olmalı.

Ah bu kız öldürecek beni!  Yine camdan bakıp nelerin hayalini kuruyor acaba? Ben boğaza bakamıyorum oysa. kocam geliyor aklıma.

                                                                    ***

Karım çok mutsuz biliyorum onu böyle bir hayata mahkûm etmek istemezdim. “Her sabah güneş doğmadan kalkıp fabrikaya gidiyor, boya malzemelerini hazırlıyor, yaz kış demeden soğuk, rüzgâr demeden yün çilelerini kıyıya indiriyor, orada yıkıyor sonra kan ter içinde, suları akan çileleri omuzuma vurup gerisin geri fabrikaya taşıyorum.” Yoksa kıyar mıydım ben onun tezgâhta kumaş dokuyan ellerine? Onun sitemlerini, kapımıza dayanma tehdidi savuran alacaklıları, borca kömür vermeyi kabul etmeyen kömürcüyü, o sabah uğrayıp da günlük ekmeğimizi vermeyi reddetmiş fırıncıyı ancak altı çocuğumla oynarken unutabiliyorum, hele Zabel, gazetemin üzerine uzanıp küçücük parmaklarını üzerinde gezdirip “Bu ne?” diye bana sorduğu harflerle aniden okumayı çözüverdi.

                                                                   ***

Abilerim, babamın akşamları nemli, yırtık pırtık çorapları içinde ağrıyan ayaklarına nasıl uzandığını görmüyorlar mı? Hadi tamam, derslere girmek onlar için hoşlanmadıkları bir vazife ama ya oyun oynamak için geçirdikleri zaman?

                                                                   ***

Yoksulluğumuz içinde Yeranik teyzemin öykülerine bayılıyorum “Kervanlar yola koyuldular; tüccarlar, yüksek mevki sahipleri, bavullar ve denk dolusu değerli ticaret eşyasıyla birlikte. Çamlıca Tepesi’ ni geçtikten sonra gittiler, gittiler; günler, aylar boyunca gittiler… Tepelerinde gökyüzü, önlerinde kervanbaşıyla…”

Ferhat’ı da anlatırdı Yeranik teyzem “Bazen kar yolları kapatır ve ilerlemek mümkün olmazdı; günlerce beklemek zorunda kalırlardı. Kervanın erzağı tükenir ve sabırla beklemekten başka çare kalmazdı. O zaman Ferhat yolcularını çevresine toplar, onlara ziyafetler, şölenlerle ilgili öyküler anlatır, lezzetli yiyecekleri öyle bir maharetle tasvir ederdi ki dinleyenler açlıklarını unutmakla kalmaz, iyice doymuş, ağırlaşmış hissederlerdi kendilerini. Tehlike baş gösterdiğinde Ferhat, efsanevi kahramanlar ve onların yaptıklarına dair öyle canlı öyküler anlatırdı ki, yolcuların bazıları neredeyse haydutlar saldırsın diye dua ederlerdi; böylece ne kadar cesur olduklarını gösterebilecek fırsatları olacak ve gelecekteki öykülerden birinde yer almayı hak edeceklerdi.

Çocukken evimizin önündeki bize yasak olan gizemli Rum meyhanesi büyülerdi beni. Çekili perdelerimizin ardında dikilir, önüme serilen yabancı yaşamı kendimden geçmiş halde tüm dikkatimle izlerdim. Kızaran balıkların, bazen de her çeşit khorovatsın lezzetli kokuları burnuma gelirdi.

Bazen çingeneler gelir, sokakta dans ederdi. Falcılar tiz sesleriyle bağırarak marifetlerini ilan ederdi: “Falcı, fal bakar, bakla atar!” Sonra hokkabazlar, dervişler, sihirbazlar vardı. Bir keresinde beyaz sakallı bir yılan oynatıcısı bile görmüştüm; sihirli sopasını oynattıkça yılanları boynuna asılı sepetinden dışarı çıkarıyordu. O flütünü çaldıkça yılanlar kıvrılarak kollarından yukarı tırmanıyor, boynuna dolanıyor, hep sopasının devinimlerini izleyerek aşağıya kayıyor, toprağın üzerinde başları havada dans ediyorlardı.

Çingeneler çoğunlukla ayıları ve maymunlarıyla gelirler, teflerini çalarak onları dans ettirir ve çeşitli numaralar yaptırırlardı. Böyle zamanlarda sokak seyircilerle dolardı; meyhaneden çıkan insanlara kısa zamanda komşular ve yoldan geçenler de katılırdı. Her yaştan kadınlar pencerelerinden tehlikeli bir şekilde sarkarak sokakta olan biteni izlerlerdi. Ve nereden çıktıklarını anlayamadığım, bazısı yalın ayak, bazısı iyi giyimli sürülerle çocuk olurdu ortalıkta.

Rumların kutsal günlerinde çiçekler takmış adamlar geçit törenleri yaparlar, pagan şölenleri düzenlenirdi. Sonra Türklerin Şii mezhebinden olanlarının korkutucu kutlamaları olurdu; kanlı gösteriler; göğsünü yumruklayan ve kaymış gözlerle “Ya Hasan! ya Hüseyin!” diye bağıran adamlar. Ramazan gecelerini de hatırlarım, gün ağarırken top atılışına kadar Türk mahallelerinden gelen davul zurna seslerini ve genç adamların sürüp giden huzursuz edici, korkutucu naralarını.”

                                                                      ***

Hakkı bey anlatıyor, öndeki gruba yetişip onu dinlemem lazım, konuştuğumuz konuyu yarıda kesip adımlarımla onun sisli dünyasına giriyorum. “Üsküdar’a Osmanlı döneminde cami yapımı için gelen Ermeni taş ustalarının… Yaşadıkları hala iki katlı sıra sıra evlerden oluşan işçi evleri… Adeta şehrin hücumundan koruyor mahalleyi… Zabel Yesayan’ın yaşadığı ev şurası olabilir.” Gösterdiği yer bir viraneyi hatırlatıyor, boş sokağa bakıyorum; hokkabazlar gülümsüyor sisin arasından, deve kervanları geçiyor sokaktan. Yeranik teyzenin bavulu saçılıyor yere; içinden çıkan eski, yıpranmış Hint şallarının parçalarını, İran ipeğinden kumaşları, Bursa’dan altın zincirleri, ışıltılı, parlak renkli kumaş örneği desenlerini, fildişi ve gümüş liflerden yapılmış incik boncuğu,  kırılan parfüm şişesinden buram buram yayılan amber kokusu sarıyor. Çocuk kahkahaları çınlatıyor her yeri. Birden yeniçeriler basıyor sokağı, pencereden sarkıp çocuklara gülücükler atan Zabel Yesayan babaannesinin peçesini açan yeniçerileri görünce korkuyla perdelerin arkasına sığınıyor. Sokağın sisinde her şeyle birbirimize karışıyoruz; Yeniçeriler hokkabaza dönüşüyor, ben Zabel Yesayan’a ve hep birlikte yerimizi alıyoruz, tüm zamanların şahidi ulu bir Çınar’ ın odunsu hafıza katmanlarının arasında.

                                                                    ***

Hakkı bey anlatmaya devam ediyor; “Okuduğu okul, Ermenice… Ermenice doğu ve Batı Ermenicesi diye ikiye ayrılıyor. Batı Ermenicesi yok olmak üzere… Merak edenler için Ermeni şarkıcıları dinlemenizi öneririm.” Bu öneriyi kendim için askıya alıyorum, çünkü… Surp Garabed Ermeni kilisesine giriyoruz.  Bizim için yanından geçtiğimiz yüksek duvarlardan başka bir anlam ifade etmeyen, ama o sürgüyle başka bir dünyaya açılan kapılar. Tertemiz halıların, devasa avizelerin süslediği, huzurun sütunların arasında gezindiği kiliseler. Vaftiz odalarının çığlıkları kendini de yıkamış kutsal sularında… Çıkarken ayin saatlerini soruyorum, “Pazar günleri bekleriz.” diyorlar, “kutsanmadan ayine katılamazsınız ama bu oturma sıraları sizler için.” Camilerde var mı?

Özel Kalfayan Ermeni okulunu açan görevli “Sizi içeride gezdiremiyorum, çünkü okullar tatil ama ne zaman isterseniz gelip gezebilirsiniz,” diyor, “Nisan ayında yöresel bayramımız var, lütfen gelin.”

İşçi evlerinin sarmaladığı, ortasında Çinili caminin mavi çinileri ve kırmızı tavan süslemeleriyle tüm şirinliğiyle bizi karşıladığı, Çinili hamamının kömür kokuları arasında, uzun süredir kullanılmadığı anlaşılan çocuk kütüphanesinin kapalı kapısının önünde birikmiş posta paketlerinin üzerinden atlayarak biraz daha yürüyoruz ve Ermeni Mezarlığı’nda sonlandırıyoruz gezimizi.

                                                                  ***

Zamanı pazar sabahı, erken saatte kalkmaya ayarlamak zor, hele hava kapalı ve yağmurluysa ama kararlıyım bir kere, Surp Garabed Kilisesi’nin Pazar ayinine gidip yarı açık demir kapıdan içeri süzüleceğim, bu arada Batı Ermenicesi ile ayinde tanışmak ve onun kulağımdaki sesini tarif edebilmek için özellikle Ermenice şarkılardan uzak duruyorum. Hakkı bey ve grubumla buluştuğum yere gidip bir hafta önceki yürüyüş güzergâhımızı beynimde canlandırmaya çalışıyorum. Sokaklar boş, parkı süpüren temizlik işçisi, Çin malı terlikleri özenle dizen bir milyoncu sabahın köründe ekmek derdindeler. Bir iki yanlış ara sokak kaybolmasından sonra kilise tüm ihtişamıyla gözümün önünde beliriyor. Geç mi kaldım acaba? Başımı örtmeli miyim? Kalabalık mı? Kapıda sürgü yok. Başımı örtüp arka sıralarda yerimi alıyorum. Papazın ettiği tüm dualar boyunca neredeyse tek cemaati benim, ayin bir ninni gibi buraya koşturmak için yorulan bacaklarımı rahatlatıyor. Ermenice yumuşak ama sanki pütürgeleri olan bir dil. Kilisenin içi karanlık ve kasvetli sokaklardan sonra masal kentine benziyor. Tek koltuğu tarafımdan doldurulan belki üç yüz sırası boş bu devasa kilisenin apsis kısmı alttan aydınlatılmış sütunlar üzerinde yükselerek ortası daha büyük kenarları küçük altıgen sanki bütün pencereleri perdeliymiş hissi veren süslemeleriyle tam da bir şatoya benziyor. Bu şatonun üstü haçlı altıgen çatıları yarım kubbesiyle  mavi,  yıldızlı gökyüzü sarıyor. Duman duman tütsü gelip tüm sıraların arasına yayılıyor… Papaz duaları arasında “Haleluya Haleluya,” diye bilmediğim bir kelimeyi ritmik olarak tekrar edip edip, duruyor. Yirmiye yakın devasa muhteşem avizenin ışığı yanan mumlarla yumuşayarak yere iniyor. Kilisenin oturma yerlerine bakarak Hıristiyanlığın bireye önem veren bir din olduğunu düşünüyorum, en fazla diz çökersin dua ederken ama Müslüman olmak için başın secdeye gelmeli yaratan karşısında. Bir kadın giriyor hoyratça içeriye, ayinin ortasına ve girmemiz hoş olmayan alana dalıp çıkarıyor cep telefonunu, girişteki Telefon yasaktır uyarısına aldırış etmeden çıkarıp bir güzel video çekiyor ve aynı hoyratlıkla çıkıp gidiyor mistik dünyamızdan. Ayin bitince gidip bir mum alıyorum ve saplıyorum diğer yanan mumların içinin simlerine parlaklık kattığı kuma, geçmiş yaşamları kutsuyorum ve anlamını henüz bilmediğim kelimeyi tekrarlıyorum, Halleluya…

Sonra hemen kelimenin anlamına bakıyorum.

Halleluya:

Şükürler olsun!

–yaşama-

Şimdi şarkımı dinleme zamanı… Ermenice şarkı dinleme isteğim Halleluya diye bir şarkısının varlığından haberim olunca yön değiştiriyor. Ama bu benim Shrek filminde en sevdiğim şarkıymış! Hayat ne kadar masal, ne kadar gerçek? Kimin umurunda! Damağımda yaşananlar ve şimdinin tadı.

Şaheser YILMAZ

* Alıntılar, Zabel Yesayan’ın çocukluk anılarını yazdığı Silahtar’ın Bahçeleri adlı otobiyografik romanından aktarılmıştır.