4 Şubat 1878’de Üsküdar’da dünyaya gelen Zabel Yesayan, o günlerdeki adıyla Zabel Hovhannesyan, eğitimine Üsküdar’daki Surp Haç Ermeni Mektebi’nde başladı. Zabel’in hayatını şekillendiren onu edebiyata yönlendiren, dönemin Ermeni halkının yaşadığı zorluklara karşı bir şeyler yapmak için ona destek olan babası Mıgırdiç Hovhannesyan oldu.

Paris’te bulunan Sorbonne Üniversitesinin edebiyat ve felsefe bölümünden mezun oldu. Ermeni edebiyatının bakış açısı ile Fransız romantizm akımından etkilendi 1895 yılında Gece Şarkısı ve Tsagik isimli ilk şiirlerini Arşak Çobanyan’ın dergisinde yayımlayan Zabel Yesayan, çeşitli dergiler için kısa öykü, edebi makale ile denemeler yazmış ve Fransızca, Ermenice çeviriler yapmıştır.

1937’de Stalin’in kovuşturmaları sırasında tutuklandı ve Sibirya’ya sürülerek 1942’de yahut 1943’te bilinemeyen şartlar altında hayatını kaybetti.

1911 Yılında yayımlanan Yıkıntılar Arasında kitabından kitaba ismini veren anlatısını sizlerle paylaşıyoruz.

YIKINTILAR ARASINDA

Tüm cömertliğiyle gözleri kamaştıran güneşin altında, yerle bir edilmiş şehir uçsuz bucaksız bir mezarlık gibi uzanıyor. Her yer harabe… Hiçbir şey esirgenmemiş, tüm kiliseler, okullar, evler… Hepsi, hepsi kavrulmuş, şekilsiz taş kümelerine dönüşmüş; aralarından yer yer bina iskeletleri yükseliyor. İnsafsız, zalim bir nefret, doğudan batıya, kuzeyden güneye, Türk mahallelerinin sınırlarına kadar her yeri, her şeyi ateşe verip yok etmiş. Ve bu ölümcül ıssızlığın, bu geniş kül yığınlarının içinde iki minare dimdik ayakta, mağrur.

Kan ve gözyaşına bulanmış, paramparça giysiler içinde, dullar, yetimler ve yaşlılardan oluşan bir kalabalık çıkıyor karşımıza; Adana halkından geriye kalanlar… Fırtınadan sonraki durulmuş deniz gibi koyu bir sessizliğe bürünmüşlerdi; onulmaz acı ile keder derinliklerinde gizlenmişti ve bu acı ara sıra su yüzüne çıkıyordu. Yaşamaya, yeniden hayat bulmaya dair umutları katledilmişti; açlık ve susuzluk da bedenlerini uyarıp bu uyuşmuşluktan çıkarmazsa yaşam onlar için tümden sönmüş olurdu zaten.

Maruz kaldıkları tüyler ürpertici muameleye rağmen, sanki hatıralarının izini takip edercesine uzun süre sessizliğe gömülüyorlar, sonra birden, adeta göğüslerini yırtan feryatlar yükseliyor: Aman!

Bazen de hıçkırıklarla ağlıyorlar, o an gözyaşları öyle bir sel olup akıyor ki, yakan ve şikâyet dolu sözcükler bu selde boğulup gidiyordu. Güneşin altında çalışmaktan kararıp kurumuş yüzlerinde derin yarıklar, feci iç sızlatan çukurlar oluşmuş. Tamamen ümitsiz, her türlü teselliden yoksun bir elem buhranı içinde kıvranan topluluktaki her bir bireyin payına düşen acıyı tahmin etmek imkânsızdı.

Gerçekten de insanın düşünce sınırlarını aşan korkunç hakikati ayaküstü algılamak, hissetmek mümkün değil; hatta bizzat yaşayanlar bile bütünüyle anlatamıyor, kekeleyerek, inleyerek, gözyaşları içinde, olayları bölük pörçük, ancak aktarabiliyorlardı. Dehşet ve umutsuzluk o denli büyüktü ki, analar çocuklarını tanıyamaz hale gelmiş, yanan evlerde kötürümler ve kör yaşlılar unutulmuştu. Kana susamış, vahşi bir güruhun şeytani kahkahaları arasında insanlar çıldırarak son nefeslerini veriyorlar, kesilmiş kol ve bacaklar, çocuk vücutları, acılar içinde ve hâlâ canlıyken ayaklar altında eziliyorlardı. Bir yandan üzerlerine yağan kurşunlardan, öte yandan yangından kurtulmak için okul ve kiliselere sığınan çılgına dönmüş kadınlar, çocuklar, yaralılar birbirlerine sarılmış halde kömüre dönüşüyorlardı…

Ancak ne bu anlatılanlar ne o küller içinde debelenen Ermeniler, ne dehşetin sarhoşluğunu üzerinden atamamış, gözlerinde acı ve şaşkınlık okunan yetimler ne kayıplarının acısıyla kıvranan dullar, ne de kolu bacağı kesilenlerin kanlı sancılı yaraları… Bunların hiçbiri yetmez o cehennem günlerinde Adana’da yaşananların karanlık ve gerçek derinliğini tam olarak kavramamıza.

Sanırım, bu ancak bir an için bile olsa dehşet ve kasvet dolu gözlerde fark edilebilirdi. Ah o gözler! Bazıları körleşip güneşin keyfini sürmekten ilelebet vazgeçmişçesine, dipsiz bir uçurum gibi bomboş gözler; bazıları sana bakıp da seni göremeyen gözler, çünkü onların görme alanına asla silinmeyecek tek bir resim çakılı. Bazıları tüyler ürpertici alevlerin rythmeini bakışlarında saklıyorlar; bazılarının ise kıpır kıpır gözbebekleri, kan ve ateş görüntülerinin sürekliliğinden bezmiş bir halde, kör olup huzura ermeyi arzuluyorlar sanki.

O kalabalıkta, Misak’ın annesinin perişan hali ilişti gözüme; oğlu asılmıştı, bu kâbusla kahrolmuş, giysilerini parçalıyor, göğsünü döve döve şehit oğluna övgüler düzüyor ve acıyla haykırıyordu: “Gözlerim kurumuş çeşmeye döndü… Evlatlarımı yüreğimin ateşiyle kurudum… Evlatlarımı Aman!”

Orada, cıyaklamaları gizlendikleri yeri ele vermesin diye bebelerini boğan analar gördüm; kadınlar gördüm orada, felç olmuş dilleri çenelerine sarkmış, yürek acılarını anlatmaya haykıramayan kadınlar. Orada aklını yitirmiş insanlar gördüm, yaşadıkları zulmü unutacaklarına o korkunç anı tekrar tekrar yaşayanlar, art arda düşen yakınlarının hangi birine ağlayacaklarını bilemeyenler: “Sırayla dizdiler oraya, yan yana, vurdular, vurdular, vurdular! Hepsi de şöyle bir sallanıp düştüler! Onlar babamdı, kocamdı, evlatlarımdı; şimdi yalnızım, viraneleri mesken tutan baykuş gibi… Aaah!”

Bazen kayıtsız gözüküyorlar, acının şiddetiyle taşlaşmışçasına, yüzlerinde tek bir sinir dahi oynamadan sakin bir ifadeyle o korkunç olayları anlatmaya koyuluyorlardı, sarf ettikleri her kelime ağızlardan taşan kandı sanki. Ve birdenbire duruyorlar, gözleri, çılgın gibi çakmak çakmak yanmaya başlıyor. O an zihinlerinde neler canlanıyordu kim bilir… Ve kendilerinden geçip bağırmaya başlıyorlardı; üzüntümüze sığınıyor, gözyaşlarımızdan, hislerimizin yakınlığından medet umuyorlardı…

Virane şehirde… Virane yüreklerde… Her şey yok olmuştu. Bir an, çılgına dönmüş bir köylü kızının yaptığı hareket canlanıyor zihnimde; tüm köyün akıbetini anlatırken eliyle geniş bir yay çizerek habire tekrarlıyordu: “İster inan, ister inanma, her şey maf oldu maf!”

Ve bu tarifsiz felakette telafisi mümkün gibi gözükmeyen şey, kül olmuş evler, yıkılmış bağlar değildi, ne de ölenlerin sayıca çokluğuydu; onulmaz olan şey, tüm zavallılığı ve umutsuzluğuyla hepsinin gözlerine yansıyan o hüsran dolu iç duyguydu ve bu, ayaklar altına alınmış, vahşice çiğnenmiş bir halkın duygusuydu. Özgürlük ve aydınlık hasretiyle bir ara insanca doğrulmuş olan başlar, şimdi gözü kara bir acımasızlıkla ezilmişti. Bu düşünceyle kahrolmuş bir halde, yıkık şehri seyrediyorum; kül yığınları gittikçe daha korkunç, daha farklı anlamlar kazanıyor ve işte yine de tüm bu sefil, aciz umutsuzluğun içinden bir umut gülücüğü tomurcuklanıyor.

Yıkıntılar içinde, kadınlar yarı yıkık duvarların gölgesine sığınmış ve yanı başlarında bir duvardan diğerine kurulu bir salıncak hafif hafif sallanmakta. Kim bilir, acımızın şiddetini yansıtmayı imkânsız kılan şey belki de halkın yeniden doğuşunun cevval ve bilinçsiz dehası için mümkün olabilir. Çünkü o zavallı bebenin gösterişsiz salıncağı, dört bir yanı saran felakete kayıtsız, hayatın yenilmez çekiciliğinden aldığı güçle bu dev mezarlığın üzerinde salınırken hem şehit edilen halkının yerlerde sürünen sefaletine hem de katillerin canavarca zorbalığına meydan okuyordu.

Daha önce sitemizde yayınlanan Zabel Yesayan’a ait yazılar:

Hazırlayan: Zeynep Pınarbaşı