Hiçbir şey Tanrı’yı şaşırtmaz!

Demirciden çok hurdacıyı andıran dükkanın etrafında dolanmaya başladım. Her şey mevcuttu. Eski makine ve parçaları, çıkma ev ve bahçe çitleri, ahşap kapı, koltuk, bisiklet, petek(kalorifer) vs. Zayıf, özensiz iş elbisesiyle gelen Şakir Usta samimiyetle karşıladı beni. İnek, keçi ve koyun gibi hayvanların bahçeye giremeyeceği bir kapı aradığımı öğrenince önerilerde bulundu. Fiyatlar beklediğimden fazlaydı, düşünmek için zaman isteyip ayrıldım.

Evimizin deposunda bulunan çıkma demir kapıyla üstüne bir miktar ücret ödedikten sonra takas yapıp yeni kapı alabilmek için tekrar demirci Şakir Usta’nın dükkanına gittim. İşçi; iri vücut yapısı, bir seksen civarında boyuyla kesilmiş demir çubukları, vücudunu öne eğerek dükkanın içine taşıyordu. “Kolay gelsin,” dedim. Ses çıkmayınca Şakir Usta’ya bakınmaya başladım. İşçi, “Usta içerde, işi var,”dedi. İsminin Hüdai olduğunu öğrenince sohbete başladık. Iraklı olduğunu, üç yıldan beri bu kasabada çalıştığını anlattı. ‘Bu günlerde Irak’taki eylemler için ne diyorsun’ deyince heyecanı arttı? “Önceden Amerika hüüüp çekiyordu petrolü, şimdi İran!” dedi. Söylediğinden hiçbir şey anlamadım fakat  başladı anlatmaya, kıt kanaat öğrendiği Türkçesiyle kesik kesik konuştu:

— “Saddam…. ben Saddam’ın Yüzbaşısı, geldim Türkiye’ye.

—Siyasi sığınma mı?

—Muhacirim…Perşembe polise imza için gidiyorum.

—Yüzbaşı demiştiniz.

—Evet…Geldim, bu kasabaya. Şu tepenin arkasında… Çiftlikte çalıştım.   Tavuk, kaz… Sonra koyun, inek, at. Çiftlik büyük. Ben tek başıma. İşçi yok. Patron İstanbul’da… Gitti gelmez. Kış çok zor!

—Sonra çiftlikte ne oldu?

—Bırakıp geldim. İki yıl var, Şakir Usta yanındayım.

—Çiftlik duruyor mu, alacağın var mı?

—İflas…yok, bitti.

Anlattıkları merakımı daha da artırdı. O anda on beş yaşlarında bir çocuk geldi yanımıza, fırsat buldukça elindeki telefonun ekranına bakıyordu. Kalan demir çubukları birer birer getirdi. Seslendi Hüdai,

—Acele Raşit.

Araya girip, fikrimi söyledim.

—Hiç konuşmuyor.

—Çırak… az konuşur, Afganlı.

Hayretle, “Ya!” dedim.

Sonra konuyu Saddam’a getirdim,

—Saddam güçlüydü, büyük bir lider…

—Yok…Ben Saddam’ın askeri.

 Başıyla beraber ellerini gökyüzüne doğru kaldırıp,

—Büyük Allah! Saddam insan. İnsan küçük, hep Allah büyük!

Hiçbir şey Tanrı’yı şaşırtmaz!

Şakir Usta geldiğinde, Hüdai’ye demir çubukları nasıl keseceğini anlattı ve kendi torna makinesinin başına geçip, birtakım kalıplar takıp, çıkardı. Benimle bir süre sonra konuştu,

—Neye karar verdin?

—İşin çok anlaşılan usta…

—Olsun, bizim işler böyledir, senin işi de yaparız. Çayı yeni demledim. İçelim sonra bakarız.

İkimize de çay doldurup tornanın başına tekrar geçti.

—Ustalık zor iş. Hassas milimetrik ayarlar yapıyorsunuz. 

—Evet, benim yıllarım tornanın başında geçti. Hüdai, Raşit çay molası!

—Usta Hüdai…

—Hüdai Iraklı, Tepeköy’ deki çiftlikte çalışmaya başlamış, işler kötü gidince kalmış ailesiyle kendi başına, in cin yok! Kasabada tanıdığı yok! Para yok!

—Usta!

—Bilirsin Tepeköy yayladır, kış yaklaşınca kimsecikler uğramaz, Hüdai de çocukları bırakıp iş aramak için ayrılamaz yayladan. Okullar açılmak üzeredir. Ayrıca buralar kördür, iş zor bulunur.

Usta konuşurken, araya girmek istedikçe sözümü kesip devam ediyordu.

—Ev komşumuz Hüseyin Amca, nereden duyduysa bahsetti bana. Sonra “Sana dükkanda çalışacak işci lazım,” dedi. “Lazım ama bizim işler ağır, kıt; para kazanamıyoruz ki, işci çalışsın Hüseyin Amca!” dedim. Fakat yine de haber gönderdim görüşelim diye.

—Usta, dil önemli nasıl anlaştınız?

—Geldi, demir torna işi yapmamış ama öğrenmeye yatkın, becerikli. Tuttuğunu koparan cinsinden. Gözüm tuttu.

—Usta, Raşit!

—Kasabada Afganlı gençler var.

—Usta, Raşit çocuk yaşta!

—Yanımda kalıyor. Torna işini öğrensin istiyorum, mesleğimiz ölmesin.

Ustanın elindeki iş bitince, sessizleşti.

—Şakir Usta, bahçeye kapı lazım, İstanbul’da işlerim var. Zamanım yok.

Çıkma demir çitlerden yapacağı kapı için anlaşıyoruz.

—Meraklanma. Perşembe günü iş olmaz fazla, yağmur da izin verirse gider takarız. Ha! Hüdai sabah geç gelmezse gideriz.

     Hiçbir şey Tanrı’yı şaşırtmaz!

Perşembe günü sabahleyin dükkana gittim. Hüdai demir hurdalarının arasından saç levhayı çıkarmaya çalışıyordu. Sonra sağ dizini yere destek yapıp göğsü önde, eldivenli eliyle balyozu levhaya tüm gücüyle vurdu. Paslı tozun yükselen güneşte kızıl görünümü dağıldıkça, kahverengi bir hal alarak zeminle bütünleşti. Yüzünde kalan tozlar ise terin etkisiyle yeşilimsi bir renge büründü. Her tek ve tempolu vuruşta çıkan, ‘çan…çan… çan… ‘ sesiyle vücudunu dikleştirip, tozları uzaklaştırmak için başını sağa sola çevirdi, gökyüzüne bakıp göğsünü şişirdi. Sanki bulutların üzerinde gördü kendini, uçuyordu. Yitirdiği annesi el sallıyordu. Kardeşleri ağlarken gözlerinden şapır şapır yaşlar dökülüyordu…Paslı tozların arasında gözleri yaşardı. Yüksek sesle “Şükür” dedikten sonra beni gördü. Gülümsedi. Kapıyı yaptığını, Şakir Usta’nın ise yazıhanede olduğunu söyledi. Ustanın yanına gittiğim zaman üzeri demir kiri bulaşığı olan masadaki defteri eline aldı. Kapının yanına gelirken,“Ben gelmeyeyim, işleri yetiştiremiyorum. Hüdai kuvvetli sağlam adamdır. Saddam’ın Yüzbaşısıymış.”

Usta, Hüdai’ye “Kapıyı minibüse yükleyin, sen takar ayarını yaparsın,” Raşit’e de seslenip, “Çırak sen de gidiyorsun,”dedi.

Hüdai minibüsün kapısından eğilerek şoför koltuğuna oturdu, arabayı çalıştırdı. Yolda konuşmaya başladı. Sonra çocuklarına getirdi sözü.

—Dört çocuk var, hepsi okulda!

Benimse minibüsü ustaca kullanışı dikkatimi çekmişti.

—Şoförlüğünü beğendim Hüdai.

—İstanbul’da iş buldum, kamyon şoförlüğü, “Altı ay sonra başla,” dediler. Dört bin lira maaşı var.

—Ev bulabilir misin Hüdai? Hayat zordur oralarda…

—Çocuklar kalacak kasabada. Burada da iş zor. Sabah saat 08.00 iş başı, akşam 17.00 paydos olmalı. Yok! Usta için gece çalış, gündüz çalış… Paydos yok. Şükür yok!

Hüdai bahçeye ulaştıktan sonra kapıyı ustaca monte etti. Bahşiş verdiğimde gülümsedi, utancından “Sağol, sağol, çok sağol” dedi. Gülümseyerek yüzüne baktım.

Hiçbir şey Tanrı’yı şaşırtmaz!

Muhsin Başaldı