Kendine yasak olan dünyaya tüm haşmetiyle dalan prenses; sayısız koku ve renkteki çiçek tarhları arasında görkemli kıyafetinin uzun kuyruğuyla yeni bir patika yol açarak, gözüne çarpan bir gül tomurcuğunun önünde durdu, kıyafetinin kirlenmesine aldırmadan önünde eğildi ve hayat dolu nazlı yapraklarını okşadı. Melek kadar güzel yüzünde görünmez acılarının berrak gözlerinin gerisine attığı hüzün şimdi göz pınarlarına ulaşmış, iki damla yaş olup güllerin tomurcuklarına kendi kokusunu katmıştı. Gül goncası, prensesin hüznünü anladı ve utanıp taze yapraklarını usulca içine doğru çekti. Prensim doğru söylüyor diye düşündü, her an tanrının taze hayat bahşettiği bu bahçe, bana iyi gelmiyor.

Prenses gelen sesle irkildi. “Prensesim, şeref verdiniz!” dedi bahçe işlerine bakan kadın,  yanındaki gürbüz kıza “Git babana haber ver!” diye seslendi. Prensesin hüzünlü gözleri kızın bir tomurcuk kadar taze yanakları üzerinde gezindi ama hemen kendini toparladı. Bu kadını sevse de acısının yarasına dokunmanın insanları ne kadar mutlu ettiğini sayısız defalar anlamıştı,  hele ki bir peri masalı prensesiyseniz.

Prens sarayının çalışma kulesinde prensesini izliyordu. Gözü ne önündeki perspektifte kaybolan bahçede, ne şahlanan atların sudan doğuşunu gösteren heykellerle, insanın hayal gücüyle bin bir şekle bürünmüş ağaçlarda; ne kurdeleler, saçlar, ipek kumaşlarla süslenmiş markizlerdeydi. O bahçenin içinde şimdi bir nokta gibi gözüken prensesinden başka bir şey görmüyordu. Nefesini tuttu, ona bir çocuk verememişti prensesi ama çocuk sahibi olamadıkları için bir kutlama geçti yüreğinden. Prensesinin sevgisini başka birisiyle paylaşmayı hiç istemezdi. Şu an tamamıyla onun olan kalbi başkasıyla paylaşmak mı?  Allah korusun! Çocuğunu emziren karısının güzel memeleri aklına gelince bu hayali alaşağı etti. Onun olan, onun kalmalıydı!

                                                                           ***

Salondaki koltuğunda dimdik oturup fırfırlı etekleri arasında kaybolan prenses, kolalı kumaşların en az bu saray kadar kendisini sınırladığını düşündü. Uşak, markizin ziyaretini haber verip, prensesi kucağındaki çocuğuyla markizle baş başa bıraktı ve sıradaki emri görevine kadar odayı terk etti. Prenses sahte bir gülüşle yerinden kalktı, zoraki bir coşkuyla “Kimler gelmiş!” dedi. Bu arada eskiden gülüşleri sahte değildi. Her çocuğu gerçekten içtenlikle sever, tombul ellerini koklayıp öperken, “Gözlerini senden almış, ah aynı babası!” gibi yakıştırmaları kalbi neşeli bir oyundaymış gibi kendi kendine oynamaya başlar, neşesi coşkusu herkese geçerdi.

Ne zaman kaybetmişti bu coşkuyu? Kendisinin olmayanların hırsının insanlarda öldürücü olabileceğini ya da kendilerinde olanı bir satranç taşı ustalığında hayata sürdüklerini anladığından beri mi?

Şimdi markiz, çocuğunu okşayan prensesin yüzünde, keyiften sarhoş olacağı ufacık bir huzursuzluk parçası arıyor, günlerdir tadını çıkarmayı beklediği anın yudum yudum hazzına varıyordu.

                                                                         ***

Sonra bir gün pamuktan yapılmış bir bebek prensesçik doğuverdi. Prenses tanrının bu büyük hediyesini vakurla karşıladı. Ona kalsa bu hediye sarılıp sarmalanmalı, kimsenin acısını yeşertmeden gizlice büyütülmeliydi.  Ama bu rakipten rahatsız olan prens ufak pamukçuğu kendi iktidarını görsel şölene çevirmek için kullanmak istiyor, bunu bu kadar abartıyordu ki sadece krallar, kraliçeler, prensler, prensesler, halk değil tüm periler de gelmeli bu kutlamaya! diye diretiyordu.

Sıkıntıyla bunları düşünen prensesin eline batan iğne işlediği turkuaz kapıyı çevreleyen papatyalardan birisinin üzerine damladı ve oraya bir daha çıkmayacak bir gül goncası bıraktı.

                                                                         ***

Şato bu akşam ışıklarla donatılmış, gökyüzünde yüzer gibi aydınlatılan minik kuleleri sanki davete çağrılan perilere merdiven olurcasına yükselmişti. Periler bu davete ellerinde davetiyeleriyle, tılsımlardan yapılan eteklerini toplaya toplaya icabet ettiler. Kimisi başına yıldız tozları takmıştı, kimi şatolarının yakın olduğu gezegenlerin değerli taşlarını.  Sadece bir kişi cehennem ateşiyle yanıyordu. Bütün çekmecelerine tek tek baktığı alev şatosunda davetiyesini bulamamış, son ana kadar davet edilmeyi beklemiş, bundan emin yüzü zamanla solmuş, sonra içini yakan kızıllık gözlerine yerleşmişti. En tepedeki alev kulesinden, davete katılan perilerin adeta yıldızlarla uçan şatodan ipek eteklerini nazlı nazlı merdivenlere sürüyerek inişlerini izledi.

“Bıçaklar, iğneler adına!” diye kükredi.

“Canı yanan, can yakmalı. Öyledir soyumun kuralı!”

Bir şimşek gürleyerek, kendi varlığını şatosunun alevlerine ekledi. Zalim bir kahkaha attı,”İntikamım ince ve acı verici olmalı!”

Periler bütün gece altın tabaklara konan nar gibi piliçlerin, billur zümrüt kırmızısı içkilerin tadına bakıp, kendi ipekleri içinde kayboldular. Küçük prensesçiğe sevgilerini sundular,  o da partinin sonunda yaptıkları peri dansına gülücüklerle cevap verdi. Sadece peri Elis biraz huzursuzdu. Etrafındaki perilere tedirginlikle “Patya nerde?” diye sordu. Periler “Olmadığı için bu kadar mutluyuz,” deyip, gülüştüler.  Elis yine de tedirgindi, Patya’nın büyülerini çok iyi bilirdi. Kendi yıldız tozundan üfledi minik bebeciğin üzerine. “Yüz tane yıldız tozu üfledim sana,” dedi, “Güzel bebecik, sana zarar verenlerden yüz yıl seni korusun.”

Patya tüm ölümcüllüğünü ufacık bir iğne üzerine odaklamış çalışıyordu. Daha önce bunu bıçakla, baltayla yapmıştı ama bu iş özen isterdi. Ağrıyan belini doğrulttu, şatosundan aşağıya baktı. Artık periler yavaş yavaş daveti terk edip, kendi şeffaf gökyüzü şatolarına dönüyorlardı. Keyifle gülümsediği an, başını kaldıran Elis’le göz göz geldiler. Elis selam Patya diye selamladı onu içinden,

“Kötülüğün sana dönsün, yıldız tozlarım yüz yıl sonra yine bana!”

                                                                             ***

Prenses elini acıtan iğneye çok kızmıştı, saraydaki bütün iğnelerin ortadan kaldırılmasını emretti. Eğer keyif almak için yaptığım iş bu kadar canımı yakıyorsa- zaten iğne dediğin nedir ki? Bu dünya için ne kadar gereksiz bir şey!

Patya’nın üzerindeki sonsuz gökyüzü şatosunda oturan Tanrı’nın yaveri aldığı nota inanamadı, bir daha baktı. Prenses böyle bir şey söylemiş olamazdı,  O ki çok iyi bilmeliydi, toplu iğne kadar bile olsa bu dünyada her şeyin gerekli olduğunu.

Tam bu ufacık notu karalayacaktı ki, Tanrı’yla göz göze geldi, kurallar kesindi. Yapılan her şeyin bir bedeli vardı ve bedel ödenmeliydi. Tanrının geleceği belirleyen meleği yaverin elinden defteri sertçe aldı ve prensesin “iğne ne kadar gereksiz bir şey” sözüne kırmızı bir yıldız koyup kader masasına gönderdi.

                                                                        ***

Küskün küskün prensese bakan prens, “Çocuğumuz doğduğundan beri benimle ve sana aldığım hiçbir şeyle ilgilenmiyorsun,” diye sitem etti. Hizmetçilerden çok bebeğiyle kendisi ilgilenmek istiyordu, prensin bu anlamsız kıskançlığına sinirlendi ama eşini kırmayı da istemedi. Ona nasıl anlatabilirdi bebeciğiyle geçirdiği saf, içten zamanların verdiği keyfi başka hiçbir şeyin vermediğini. Prensin ona verdiği kutu içinden çıkan ışıl ışıl broşa sahte bir sevinç gösterdi, tam alıp konsolun üzerine bırakacakken aynı kırgın bakışı bir kez daha gördü gözlerinde. Broş kutusuyla prensin önünde hafif bir reverans yaparak kalktı onu dantellerin kapladığı göğsünün yanına iliştirdi. Prensin gözleri ışıldadı, artık karısının göğüsleri yine kısmen kendisinin sayılabilirdi. Göğüslerdeki kendi mührünü memnuniyetle seyretti.

Pamuk kızı boynuna atlıyor, neşeli gülüşlerle parmaklarını saçlarına daldırıyordu. Gözleri, gülüşü “Cennetim!” diye kokladı prenses onu. Oraya buraya atlayan beyaz ellerini yakaladı, yakaladı öptü. Tanrının hediyesi dedi. Ama bu hediyenin bedelini asla unutamam. Bana yapılanları asla kimseye yapmam. Kadınlar! Acıtmayı ne iyi bilirler. Deriye saplanan bir iğne gibi; incecik, kararlı, zarif ve tam yerine. Düşüncelere daldığı bir an bebeğinin çığlığıyla kendine geldi. Minik parmakları reçel gibi yapışkan bir kızarıklıkla kaplanmıştı, şimdi bu kızarıklık kendine yeni yollar açarak üzerine bulaşıyordu. Birden hiç olmadığı kadar yorgun olduğunu hissetti, yumuşak bir iç geçişe yavaş yavaş teslim oldu ve onunla birlikte derin bir uykuya daldı.

Avcı, on altı yaşlarında toy bir çocuktu. Şatonun ismini ve hikâyesini duymuştu. Orada kuş avlamak hoş karşılanmazdı. “Uyuyan kuşlara ateş edilmez,” derlerdi. Uyuyan şato ve kuşlar yıllarca avcıyı merak içinde bıraktı,  uyuyan kuş ağaçtan düşmez miydi mesela?

Yemyeşil ormanın içinde doğasıyla, her şeyiyle uyuyan şatoyu bulmak için günlerce yürüdü. Dallarda uyuyan kuşları görünce büyülendi, hepsi donmuş gibiydi ama işin garibi hepsi sanki tek bir yere bakıyorlardı. Bir tanesini aldı, gözlerindeki donmuş yaşı gördü. Bir acı onları uyuşturmuş, yüzyılların gerisinde hislerini mühürlemişti. Kuşun gözyaşlarına dokundu ve bir daha avcılık yapmamaya yemin etti.

Sık ormanlardan sonra şatoya varıp artık korunmayan kapılarından rahatlıkla geçti. Ama hiç ummadığı bir şeyle karşılaştı. On altı yaşındaki bir erkek çocuğu için burası cennet gibiydi. Birbirinden güzel binlerce prenses muhteşem kıyafetleriyle derin bir uykuya dalmışlardı. Tek bir seçim seçeneği varsa bunca prenses varken bir çocuğu öpmek, aklı uyuştu. Prenseslerin vişne rengi dudakları, hafif kapalı gözleri, ince uzun parmakları, her birinin asla birbirinin benzeri olmayan saçları ve kıyafetleri arasında gezindi. Tenlerine dokundu, soğuktu ama her biri sonsuzluğu ve aşkı vadediyordu. Oturdu; düşündü, düşündü… Kuşlar bunun için ağlamış olamazdı, Tanrı’nın vadettiği cennet bu olmamalıydı. Markizlerin, markilerin, leydilerin, prenseslerin uyuyan bitkilerin, hayvanların arasından geçti. En güzel odada, en güzel kucakta buldu prensesçiği. Alnından öptü ve “Yaşatmak için seni seçtim güzel kız” diye tekrarladı. “Tanrı’nın saflığına en yakın olanı.”

Şaheser Yılmaz

Başka bir kadın dili

Kıyafetimi değiştiren hizmetçiden dün geceki şehvet izlerimi sakladım ama dün gece, dün gecede kalmıştı. Benim için yeni ve korkunç bir gün daha başlamak üzereydi. Bugün saraya gelen her leydiyi, her markizi gözlerimle en ince ayrıntısına kadar tarayacak, prensesimi döllemek için bir dişi seçememesi için dua edecektim bitmez yakarmalarışlarımla Tanrıya. Kimi göğüsleri küçük olduğu için elenecekti büyük bir mutlulukla tarafımdan, kimisi kalçaları dar olduğu için ama yine de yüzlerce kişi kalacaktı anne adayı. Prensimin gözüne girmek için görüş alanı dışına çıkmayan, ben bu alanın içinde hiç yokmuşum gibi her türlü cilveyi gözümün önünde yapan kadın haleflerim fırlattıkları kıskançlık oklarıyla rahmime kibirle bakacaklardı. Prensesimin çok göstermek istediğim halde gösteremediğim diş izleri elbisemin altında; aşk saklı, ihanet her yerde mübah! Hele o prensim için daha yeni yetme kızlarını getirmeleri. Kocamın çocukları okşadığı ellerinin şehvet hissetmesi için yakarmaları beni bu duruma getiren tanrıya. Ne zaman öğrenmişler bu çocuklar kendilerinden yaşça büyük evli bir adamın altına yatmayı; o cilveler, o bakışlar. Süt emen ağızlarda vadettiklerinin iştahı!

Şaheser Yılmaz