“Biten bir aşk için
Söylenecek söz şu olmalı:
-Güzeldi yine de”
AHMET TELLİ
O beni görmek isterdi. Neden mi görmek isterdi, durun size onu da anlatayım. Yıllar önce bir hafta sonu Zafer Çarşısı’nın önünde buluşup, Dilek Türker’in Ankara Sanat Tiyatrosu’nda oynadığı, “Mutlu Ol Nazım” adlı oyuna gitmiştik. Tiyatrodan el ele çıkıp Sakarya Caddesi’ne doğru yürümüş, gittiğimiz barda oturup biralarımızı yudumlarken, gelecek güzel günlere dair hayaller kurmuştuk. Göz göze gelip Nazım’dan aşk şiirleri okumuş, hiçbir zaman ayrılmayacağımıza dair iddialı sözler etmiştik.
Aradan yıllar geçmiş, ikimiz de üniversiteyi bitirip başka şehirlerde iş bulmuştuk. Bilge’nin Ankara’da benimle kalmasını istemiştim o zaman. Ayrılmayacağımıza dair verdiğimiz sözleri hatırlatınca hüzünle bakmıştı yüzüme. Onu çok sevdiğimi, ayrılmak istemediğimi söylemiş; kazandığım paranın ikimize de yeteceğini, böylelikle mutlu bir hayat yaşayacağımızı belirterek aldığı karardan vazgeçirmeye çalışmıştım. Bilge beni dinlemek yerine ideallerinin peşinden gitmeyi tercih etmişti. Onu kaybetmek istememiştim ancak yaptığımız esaslı bir kavganın ardından ayrılmamız kaçınılmaz olmuştu. Artık başka şehirlerde yaşamaya başlamıştık.
Bilge’nin Ankara’dan ayrılması benim için büyük bir yıkım olmuştu. Artık hayat dolu, canlı ve enerjik bakışlarım gitmiş, yerine somurtkan bir adam gelmişti. Bu ayrılık ikimiz için de yıkım olmuştu aslında. Bir süre telefonlaşsak da zamanla arama sıklıklarımız azalmış, küllenmeye başlayan aşkımızın bittiği günler gelip çatmıştı. Telefonda söylediğimiz yalanları çeşitli bahanelerle süslemekten usanınca tamamen kopmuştuk. O süreçte nereye sürüklendiğimi hiç sormayın, bu sorunun cevabını aradan geçen yıllara karşın halen verebilmiş değilim.
Birkaç ay sonra yeni bir ilişkiye yelken açmış, Bilge’yle birlikte olduğumuz günlerde yazdığımız mektupları çoktan dolapların en uzak köşelerine atmıştım.
***
Aradan yıllar geçti. Otuzlu yaşlarımızın sonlarına gelmiştik artık. İkimiz de eskisi gibi uyumlu ilişkileri yaşamaktan uzak bir hayatın içinde kendi yalnızlıklarımıza gömülmüştük.
Günlerden bir gün çalan telefonun tiz sesiyle irkilip, okuduğum kitabı elimden bıraktım. Ahizeyi kaldırınca Bilge’nin hâlâ gençlik kokan o sımsıcak sesini duydum.
“İhsan, nasılsın? Özledim seni!”
“…”
“Ne çabuk unuttun beni!” dedi Bilge. Sustum, sadece sustum. Sessizliğimden ürkmüş olabilir miydi?
Sonra yeniden konuşmaya başladı:
“İhsan! Bir haftadır teyzemde kalıyorum. Çengelköy’de evi var teyzemin. Özledim seni. Mutlaka görüşelim!”
Bir an için de olsa gerçekten görüşmek isteyip istemediğimi düşündüm. Tiz ve derinden gelen bir sesle konuştum. Konuşan ben miydim? Emin olamadım.
“Olur, görüşelim,” dedim sadece, hepsi bu.
Sonra telefonu kapattım. Kafamda binlerce düşünce cirit atıyor, Bilge’nin o duru ve canlı sesi hâlen kafamda yankılanıyordu. Telefonum yeniden çalmaya başladı. Açtım. Bilge’ydi yine.
“İhsan, telefon numaramı almadın ki” dedi bu kez de. Ev telefonundan aramış olmalıydı. Şaşkınlığım devam ediyordu.
“Haklısın, almadım. Bunca yıl sonra neden?..” diyebildim sadece.
“Her şeyi anlatacağım İhsan, bana bir şans ver. Buluştuğumuz zaman her şeyi…”
“Tamam öyle olsun Bilge, anlat…” diyebildim sadece. Sesim öncekinden daha öfkeli çıkmıştı sanki. Yılların bende yarattığı yıkımdı belki de bu öfkeye neden olan şey.
Ertesi gün Çengelköy’deki Çınaraltı’nda sabah kahvaltısı yapmak üzere sözleştik. Telefonu kapatınca yeniden Bilge’yle yaşadığımız mutlu günleri, kavgalı ayrılığımızı, umutlarımızı ve özlemlerimizi düşünmeye başladım. Yıllar sonra Bilge’yi bana getiren neydi? Merak ediyordum.
Kafamda binlerce düşünceyle uyur uyanık geçirdiğim gecenin ardından sabah erkenden kalkıp, Çengelköy’ün yolunu tuttum. Taksiyle yaklaşık yirmi dakikada ulaştık Çınaraltı’na. Yolun sağında inip, karşıya geçtim. İki yanında sıralanmış binaların arasındaki o daracık taşlı yoldan deniz tarafına doğru yürümeye başladım. Etrafa bakınıyordum bir yandan da. Masalarda kahvaltı yapan ya da çay içen birçok kişinin arasından geçip, Bilge’nin oturduğu masaya yaklaştım. Saçları iyice uzamış, kahkülü sağ gözünü biraz kapatmıştı. Bilge’ye yakışıyordu uzun saç. Geldiğimi fark edince ayağa kalkıp, bakışlarıyla tepeden tırnağa süzdü beni. Kendimi çırılçıplak hissettim bir an da olsa.
Sonra omuzlarımı kaldırıp, kendimden emin olmaya çalışarak,
“Merhaba Bilge, çok değişmişsin,” dedim. Gülümsedi. İşte o zaman anladım, iki yanağını çukurlaştıran gamzelerinin ona ayrı bir güzellik kattığını.
“Merhaba İhsan, sen de değişmişsin. Gençleşmişsin biraz,” dedi.
Sadece tebessüm etmekle yetindim. Çünkü geçen yıllarla birlikte saçlarımın neredeyse tamamı dökülmüş, yüzümdeki kırışıklıklar giderek artmıştı. Nezaketen söylüyor olmalıydı bütün bunları. Çınar ağacının altındaki sandalyelerden birine oturdum. Bilge’nin sırtı denize dönüktü. Rüzgârın esintisi saçlarını savuruyordu. Bilge’nin gözlerinin ta içine bakarken hiç konuşmadım bir süre. Eski güzel günlerimizi düşünmekten kendimi alamıyordum. Bilge de suskun kaldı bir an için. Sanki görüşmeye çok istekli değilmiş gibiydi. Bir süre hiçbir şey söylemeden sessizce oturduk.
Garson masaya menüyü getirdiğinde kahvaltı yapacağımızı söyledik. On beş dakika içinde bütün masa garsonlar tarafından donatılmış; peynir, zeytin, bal, maydanoz, reçel, ceviz, yumurta ve ekmekle dolu masada çaylarımızı yudumlamaya başlamıştık. Havadan sudan konuşarak kahvaltımızı bitirdik. Bilge, çantasından çıkardığı üzeri kahverengi kaplı defteri masaya bırakıp konuştu:
“Bu günlüğü hatırladın mı İhsan, her gün birbirimize karşı hissettiklerimizi bu deftere yazardık.” Hayal meyal hatırlıyordum günlüğü. Demek saklamıştı bunca yıl. Hâlâ bitmeyen bir şeyler var mıymış yoksa aramızda diye düşünmekten kendimi alamadım. Güzel günler yaşamıştık o zamanlarda. Ben ona mektup yazardım bir akşam, bir başka akşam ise o bana cevabını yazardı. Hemen hemen her gün görüşsek de hiç bıkıp usanmadan yazdığımız mektuplara aylarca devam etmiştik. Bizi birbirimize yakınlaştıran bu defterin kapağını yıllar sonra yeniden kaldırdım. Tanışmamızdan bir ay sonra Büyükada’da çektirdiğimiz fotoğraf sayfaların arasından yere düştü. Ne kadar da genç görünüyorduk. Geçmiş güzel günlerimizi hatırladım bir anda. Aradan geçen yıllar sanki hiç yaşanmamışçasına birbirimize sevgiyle bakmaya başladık.
“Hadi İhsan, yeniden başlayalım! Eski günlerdeki gibi…” dedi Bilge. Yıllar sonra bitmiş bir ilişkiye yeniden başlayabilir miydik? Bilmiyordum. Başlamalı mıydık? Bu sorunun cevabını da net olarak veremezdim. Suskun kaldım bir süre. Bilge’nin masmavi gözlerinde de bir tedirginlik hali belirdi. Birbirimizi kırıp ardından ayrıldığımız günleri düşünmeye başlamıştık ister istemez. Aramızdaki mesafeleri bu kadar kolay aşıp, yeni bir hayata başlayabilir miydik gerçekten? Emin değildim. Birbirimizi ne kadar iyi tanımıştık ki yıllar boyu, bundan da tam olarak emin olamadım. Bilge de dalıp gitmişti bir süre sonra. Gözlerindeki ifade sürekli değişiyordu; tedirginlik, ürkeklik ve korku doluydu bakışları. Ben de Bilge’den farksızdım. Yıllar öncesinden gelen bu defter bizi kendi yalnızlığımızdan kurtarabilecek miydi gerçekten? Yeni bir ilişkiye başlayabilir miydik, emin olamıyordum. Birbirimize bakarken yaşadığımız coşku da sönüp gitti. İkimiz de farkında olmadan yerimizden kalktık. Kafenin çıkışına doğru yürümeye başladık. Bakışlarımız hipnotize olmuş biri gibi donuk ve hareketsizdi. Caddenin kenarına geldiğimizde yalnızlık dolu bakışlarla birbirimizi süzdük bir anlığına da olsa. Sonra farklı yönlere doğru yürümeye başlayıp, kalabalığa karıştık.
Hakan Kizir