Tom Amca’nın Kulübesi romanını dün gece bitirdim. Gözyaşları içinde…
Etkileyici bir metindi. Hem kolay okunan hem de derinlikli. Bu iki özelliği bir arada bulmak her zaman kolay olmuyor. Mesela Ahmet Hamdi’yi düşündüm; çok derinlikli ama okuma keyfi açısından biraz geride kalıyor bana göre. Sonra Dickens’ı düşündüm. Bana göre onun metinleri de hem heyecanla okutuyor kendini hem de düşündürten, derinleştiren şeyler söylüyor. Dickens romanları ile Tom Amca’nın Kulübesi’nde benzer yanlar var. Dickens romanlarının çoğunda yoksulların/yoksulluğun, zayıfların, ezilenlerin, haksızlığa uğrayanların öyküleri yer alır, bir anlamda ‘ötekilerin’ öyküleri; tıpkı Tom Amca’nın Kulübesi’nde olduğu gibi. Bir başka benzerlik, karakterlerin çokluğu. Mesela Kasvetli Ev’in başında romandaki karakterlerin listesi vardı, yanlış hatırlamıyorsam elli-altmış kişilik. Romanın ortalarını geçtikten sonra bile son derece ilginç, iyi oluşturulmuş ve olay örgüsünü etkileyen karakterler çıkartıyordu ortaya Dickens, aynı Harriet Beecher Stowe’un yaptığı gibi. Sonunda hepsi birbirine bağlanan ama kendi başlarına da ilginç hikayeleri olan kahramanlar. Bir sonraki yüzyılın başlarında basılmış olmakla birlikte Martin Eden de öyle değil mi? Bir sürü insanla tanışır yaşamı boyunca, bir sürü hikaye yaşar. Belki de 19. yüzyılda geçerli olan yazım şekli buydu diye düşünerek biraz araştırma yaptım, Stowe ve Dickens’ın adlarına “19. Yüzyıl Gerçekçi Edebiyat” başlığı altında rastladım. 18. yüzyılın ikinci yarısında buhar gücüyle çalışan makinelerin bulunması ile başlayan sanayi devrimi; şehirleşme, işçi sınıfının doğuşu, yoksulluk ve sosyal problemleri de beraberinde getirmiş ve 18. yüzyılın romantik akımları bu yeni yaşantıları anlatmakta yetersiz kalmış. Dickens kendi coğrafyasının ezilenlerini; çocuk ve yetişkin işçileri, öksüz ve yetimleri anlatırken, Stowe Amerika’nın ötekilerini, köleleri konu etmiş gerçekçi anlatılarına.

Adını anmadan geçmek istemediğim, heyecanla, keyifle okunan, karakteri de bol bir tanıdığımız daha geldi aklıma, ama ona derinlikli diyemedik hiç; o bizim cesur ve yenilikçi Ahmet Mithat Efendimiz.
Tom Amca’nın Kulübesi’nde geçirdiğim zamanın sonlarına doğru ‘Yüce İsa adına’ iman getirip Hristiyan olacaktım neredeyse. 19. yüzyılda İncil’den sonra en çok satan kitap oluşuna hiç şaşmamalı, özellikle romanın ikinci yarısı neredeyse İncil’den bölümlerle paralel gidiyordu. Yazar İncil’den bölümleri olay örgüsüne o kadar güzel yerleştirmiş, dilini o kadar dinsel bir tını ve ruhani bir üslupla oluşturmuş ki (çevirinin de payını unutmamalı), itiraf ediyorum Hristiyanlığı merak ettim. Hristiyanlık propagandası için yazıldıysa çok başarılı. Gerçi yazar her fırsatta, acı ve zulüm dolu kölelik sisteminin sürmesinde kilisenin affedilmez payını ve dindar Hristiyanların iki yüzlü ahlakını da eleştiriyor.

Romanda iyi oluşturulmuş birçok etkileyici karakter var. Ama onları her düşündüğümde aklıma ilk gelen ‘Topsy’ oluyor. Köle tüccarlarının büyüttüğü, ne yaşını ne anasını babasını bilen, on-on iki yıllık ömrü boyunca hiçbir ‘iyi’ söz ya da eylemle karşılaşmamış, alınıp satılmış, hep dövülmüş, çalıştırılmış, aç, çıplak kalmış ve bunlara karşı sadece kurnazlık, gözü açıklık, hırsızlık, dayanıklılık gibi özellikler geliştirebilmiş bir kız çocuğu. “Ne zaman doğmuşsun?” sorusu belki de kısacık ömründe bir başka insandan ona doğru kötülük ya da şiddet içermeyen ilk iletişim çabası. Cevabı net ve dayanılmaz. “Ben doğmamışım, hanımım.” İyilikle karşılaşınca hiç tanımadığı korkutucu bir yabancının eline düşmüş gibi şaşıran, bocalayan, ne yapacağını bilemeyen Topsy’nin dönüşmesi/dönüşememesi insanın en derininden çıkarılıp ustalıkla ve içtenlikle kelimelere dökülmüş bir şaheser.
Romanda, çocukları acımasızca ellerinden alınıp satılan köleler var. Sırf bunu yaşamamak için bebeğini iki günlükken öldüren anneler var. Kırbaçlanarak ölesiye çalıştırılan ve ölünce yerlerine yenileri alınan insanlar var; pis barakalarda, kuru ekmeğe talim ediyorlar. Bütün bu sahneleri, günümüzde eti, sütü, yünü, emeği için sömürdüğümüz hayvanları düşünerek okudum. Bu düşünce çerçevesinde en canımı acıtan bölümler de, sömüren sınıfın; kölelerin duygularının olup olmadığını, acıyı, açlığı, anneliği, ayrılığı, yorgunluğu, soğuğu kendileri gibi hissedip hissetmedikleri konusunda kendi aralarında yaptığı tartışmalar oldu.

Neyse ki sömürü düzeninin tüm acımasızlığına, sömürenlerin tüm katılığına karşın düzen değişti, hiç olmazsa yumuşadı diyerek bitirmek isterdim yazımı. Gerçi umut her zaman var, ama biraz da düşünmeye, farkında olmaya, saygı ve özenle yaşamaya ihtiyacımız yok mu? Yoksa biz de gerçekten doğup doğmadığımızı, anlamlı bir ömür sürüp sürmediğimizi bilemeyebiliriz.
Ayşegül Ayman