Gökyüzü öfkeliydi; kara bulutlar gürültüyle çarpışıyor, çakan şerareler yıkılan sütunlar gibi dağılıp etrafı aydınlatıyor, gözyaşları acıyla sürekli akıyordu.

Tam olarak bu kavganın içine girmemiştik. İnce ve hızlı inen damlalar altında durağa yaklaşmıştım. Önümde yürüyen, yüzlerini göremediğim iki kadın koşarak kalkmak üzere olan otobüse bindiler, zayıf olanın kolunun altındaki siyah renkli el çantası yere düştü. Koştum, otobüs hareket etti yetişemedim. Durakta benden başka kimse kalmamıştı. Şaşkınlık içinde çantayı yerden aldım.

Evime gidince sahibini bulabileceğim belge çıkar umuduyla çantayı açtım. İçinden sadece pembe kapaklı bir defter çıktı.

Kapağı kaldırınca çevirdiğim yazılı sayfalarda sahibinin Ayşe olduğunu öğrendiğim defterde onun yazdığı duygularla dolaştım.

Farklı yönlere giden iki tren, büyük garda durmuştu. Annemle doğudaki şehrimizden batıdaki büyük şehre giderken, inecek ve binecek yolcular için verilen zamanda trenden indik.

On sekizime yeni girmiştim. Beyaz tenli yüzümü çevreleyen siyah saçlarımı garın camına bakıp düzelterek tokayla ensemde topladım, uzun kirpiklerimin süslediği annemin deyişiyle iri siyah üzüm gözlerimle, ilk defa geldiğim burayı ilgiyle izliyordum.

Sakız almak için büfeye yöneldim, elimi tezgaha uzattığım anda gözlerim, aynı sakıza uzanan ele ait yeşil gözlerle çarpıştı. Gözlerimiz birbirine doğru saniyeler, dakikalar, bana göre asırlar boyu öylece kaldı ve bilmediğim dünyaya kanat açtı. Annemin “Haydi gel Ayşe, tren kalkıyor!” sözü ancak beni bulunduğum yere getirdi.

Kompartımana girince camı açtım, etrafa göz gezdirdim, yeşil gözleri ters yöne giden trene binerken gördüm. Trenler aksi yönlere hareket etti. Soluduğum havaya daha o anda hasret kokusu yayılmaya başlamıştı.

Yerime oturdum, sakızın kağıdını açarken, ellerimin, sonra vücudumun da titrediğini fark ettim. Bana ne olduğunu anlayamadım. Korkuyla köşeme sinerken yeşil gözler geldi, karşıma oturdu. O dakikadan sonra geçen günler, aylar boyunca hasret ve sevgisi giderek büyüdü.

Yolculuğa çıkmadan önce arkadaşlarımın hediye ettiği bu defterimle sırrımı paylaşıyor onu kucağımdan ayırmıyordum. Deftere yazdığım satırlarda kendime soruyordum, gözlerin yüzü var mıydı? Saçı ne renkti? Teni esmer, çenesi gamzeli mi? Burnunun, dudaklarının şekli nasıldı? Sorularının hiçbirine cevap veremiyordum. Gözleri unutamıyordum, her zaman benimle beraber, nereye baksam gelip oraya konuyor, bakışlarımı ayıramıyordum.

Bizden önce gelip büyük şehirde iş bulan babam ve annem üzerime titriyorlar ama beni mutlu edemiyor, üzülüyorlardı. Konuşmuyor, bakışlarımı onu gördüğüm noktadan dakikalarca ayıramıyordum. Bana kederle bakan anneme, babam “Buranın havasına alışamadı. Zamanla uyum sağlar,” diyordu.

Geceleri yatağımdan sıçrayarak fırlıyor, uyumuyor, yemek yemiyordum. Annem en sevdiğim böreği, keki yapıyor, ümitle uzatıyor, aldığım lokmadan sonra tabağa geri bırakıyordum. Çünkü kopardığım lokmanın üzerine konan yeşil gözleri yiyemiyordum. Gözümü kapamam da fayda etmiyor onun yine orada olduğunu sadece defterimle paylaşıyorum.

Önceden beri beni çok beğenen aile; oğullarına istemeye geldiler. O gece elimde tepsiyle salonun girişinde, fincanların içinde gözleri görüp, uzun uzun bakarak dönüp gidince annem beni doktorlara götürmeye başladı. Muayene eden doktorlar bana teşhis koyamıyor, “Bir şeyi yok,” diyorlardı. Anlatacaklarımı anlamayacaklarını düşünerek konuşmuyor, tutkumu gösterecek makine olmadığından da hastalığıma teşhis konulamıyordu.

Gittikçe zayıfladım. Artık yataktan kalkamıyordum.

O gün küçük kızıyla ziyaretimize gelen memleketlimiz abla odadan çıkarken “Ah!.. Güzel Ayşe’m! Sana göz değdi!” dedi. Göz sesini duyunca yerimden bir an doğruldum. Kızı annesine “Anne göz nasıl değer?” sözüne abla “Göz değmesi, nazar demektir kızım,” diye cevaplayarak, kızını çekiştirerek gitti.

Babam da havaya alışamadığımı düşünürken durumum kötüleştikçe bu defa bana nazar değdiğini düşünmeye başlamıştı. Anneme “Kızımızın güzelliğine herkes hayran, kim bilir hangi kıskancın gözlerinden yayılan kötülük kızımızı hasta etti?” diyordu.

Komşuların önerisiyle bana kurşun döktürmek için birilerini getiriyor, nazara faydalı denilen otu, bitkiyi, boncuğu eve taşıyordu.

Kurşun döken kadın; kurşunu eritip başıma gerilen çarşafın üstünden soğuk su dolu kabın içine döktükten sonra, nazar değdiğini kastederek “Bak! Bak! Göze bak!” demişti. Merakla bakmış, aradığım gözü göremeyince kendimi derdime teslim ederek, yatağıma uzanmıştım.

Babam ocağın üzerinde yaktığı adını bilmediğimiz otlarla bana tütsü yapıyor, mavi boncukları kilitli iğne ile omzuma iliştiriyor, bazen de kurdeleye geçirip düğümledikten sonra boynuma takıyordu.

Çok bitkinleştiğimde annem hastaneye götürüyor, takılan serumlarla sağlığım biraz düzelince eve dönüyorduk.

Günler, aylar ne kadar zaman geçti, bilmiyorum. Tanımadığım yeşil gözlere hasretim büyüyor. O gözlere öyle alıştım ki, kimseyi almadığım dünyamda onlarla yaşıyorum.

Hiç kimse benim anlatacaklarımı anlamayacak, yazdıklarımı okuduklarında inanmayacaklar biliyorum.

Deftere yazılanlar burada bitiyor.

Ayşe’nin defterinin bulunduğu çanta düştü mü? Yoksa yazacakları bittiği için kasten mi düşürdü? Bilmiyorum. Adresi yoktu, defteri kendisine teslim etmem mümkün değildi.

Ben de Ayşe’nin unutamadığı bakışı anlatabilmesi ve onun halini anlayanların anlayamayanlarla, inananların inanmayanlarla tartışması için öyküleştirdim.

 Nebahat Alptekin