Evimizin mobilyaları kendi sırlarını içinde barındırır. Çocukluğunuzdan beri vişne rengi nahoş rengiyle, -aynı rafları süsleyen antik kılıçlara nazaran hayatınıza sert bir müdahaleden uzak- nazlı nazlı sizi vitrinden seyreden likör takımınızın öyküsünü anlatıverir bir gün anneniz size. “Çok istemiş beni, sonradan duydum, evleneceğimi duyunca annesi getirmişti düğün hediyesi diye…” Siz bu kısacık ama dokunaklı sırdan sonra çocukça bir arsızlıkla, annenizin dadandığınız eşyalarından onu ayrı tutar, bir daha ona ilişmezsiniz. Yemek kitaplarıyla yetişkinliğe adım attığı zamanları ondan çalar, genç kızlığına dokunamazsınız. Vitrini temizlerken daha bir özenle silersiniz o şeffaf cam üzerindeki vişne rengi pütürlü sarmalları. Aşkın kanlı gözyaşları; kurumuş, tortuları vişne rengine dönüşmüş. Onlara her bakışta aşkla göz göze gelirsiniz.
Bu bardakların arkasındaki adam kimdir? Neden merak edip öğrenmek istemedim şimdiye kadar? Öğrenmek ister miyim? Hayır. Ama şöyle bir öyküsü olmalı muhtemelen.
“Küçük bir yerde yetişen bir adamım ben, o ise… Göz kamaştıracak kadar güzel. Tanınmış bir annenin ve ekmeğini taştan çıkaran bir adamın kızı. Ona âşık olmayan var mıydı o zamanlar? Gözleri Kleopatra gibi, saçları Nil Nehri’nin rüzgâr vuran sazlıkları; e benim bilgim bu kadar işte, belgesellerden bildiğim… Gerisini bilmem ben, bilmek istemem. Bilsem ne fayda, onu görünce unuturum zaten her bildiğimi. Aynı mahallede otururduk ama annesi sert bir kadındı, yaklaştırmazdı beni kızının yanına, tam bir Osmanlı kadını. Onunsa, ne bileyim bir saflık vardı sanki üstünde. Belki bu saflık yüzündendi herkesin tanıdığı bildiği, söylesen kimsenin yakıştıramayacağı canını yakan babasına karşı sessizliği. Sevdalanmıştım ona; ama ben kasabamızın yerel aksanıyla konuşan, hayata özeni çevresinde gördüklerinden öteye gitmeyen bir adamdım. Nereden öğrendiğini bilmediğim en güzel Türkçeyi konuşan, etrafındakilere, “hanımefendi, beyefendi” diye hitap eden, kendisine “küçük hanımefendi” denilen sihirli hayalim… Çocukken bazen gizli kaçamak oyun oynadığımız, aynı sokaklarda koşturduğumuz peri kızının sihrini tek bir dedikodu çözerdi. “Anneannesi çok soylu kadınmış, konaklarda, köşklerde hizmetçilerle büyümüş sonra mallar gitmiş, ne oldu kimse bilmez ama bu kız sanki anneannesi!” Bizim evimiz, bir sahanlıktan girilen eski usul bir evdi. Bir odasında ben, bir odasında yaşlı anam… O da böyle bir evde yetişmişti ama varır mıydı bana? Onun umutları vardı, benimse olan ve olacak olan tüm varlığımdı bunlar. Tek hayranı ben değildim bu peri kızının; çok hayranı vardı, duyardım.”
Muhtemelen böyle sıradan bir hikâyesi olmalıydı gizli âşığın, kadehlere bakıp gülümsedim. Sırdaştık.
***
Ben öyle sanmışım.
Ancak bir gün annemden, bizim buraların en zengin ailesinin onu oğullarına istemeye gideceğini duyunca çılgına döndüm. Günlerce gözüme uyku girmedi. Severdim o çocuğu, bana “Abi,” derdi. Zengin olmak onun suçu olmadığı gibi fakir olmak ta benim suçum değildi. O sakin, ağır yapısı bazı insanların onunla uğraşmasına sebep olur; bana sığınır, benden korkularına kimse yanına yaklaşamazdı. Buralardaki insanlar sıradandır; aynı şeyleri yer, konuşur ve kusarlar. Ama o faklıydı; yer, konuşmaz, kusmazdı. Naifliğini eksiklik sananlar onu üzmekten, kırmaktan zevk alırlar, babasının da hasta olmasından cesaret alıp hep bir kavganın içine çekmek isterlerdi. Hayatın vermediklerinin öcünü ondan alır gibiydiler. Birkaç kez onu kavgadan kurtarmışlığım da vardı, ona gelen yumruklardan fazlasıyla nasibimi almıştım. Kimseye kin tutmazdı ama insanlar tanımadan kin beslerlerdi ona.
“Abi, ne zamandır görüşemedik, gel kahveye,” dediğinde içim huzursuzlandı bir an. “Boş ver kahveyi,” dedim. Beynim zonkluyor, düşüncelerimi bir arada tutamıyordum. Benim hayalim, onun gerçeği olmak üzereydi. Elimin titremesini zor engelledim, aslında onu görmeyi hiç istemiyordum. O ise diretiyordu.
-Haberlerim var sana.
Neden ona daha önce gizli sevdamdan bahsetmemiştim. En azından mutluluğunu paylaşacağı kişi ben olmazdım şu anda. Fakirliğime söverek evden çıktım. Ayağıma takılan minik taşlar hayatın engebeleri gibi acımasızdı bu sabah. Evlenirlerse hemen yanımızdaki sokağa gelin gelecekti. Buralarda artık yaşayamazdım, dayanamazdım onu görmeye ama nereye gidecektim, bensiz yaşlı annem ne yapardı?
Niye beni çağırmıştı sanki? Kesin kızın ailesi bu zengin, iyi huylu, naif adama verirlerdi kızlarını. Babalar bu ufacık yerde birbirlerini yıllardır tanıyorlardı zaten, benimse babam yoktu. Burası için en iyi kısmetti. Onun gibi güzel bir kızın yanına benim gibi hırpani birisi değil, o yakışırdı elbet. Belki vermezlerdi ona, ama bu umut daha yeşeremeden, kökünde yıkılıverdi. Şehirden bir kısmet şu an için olanaksızdı; yaz kış buradaydılar ve pek yabancı gelmezdi o zamanlar buralara.
“Merhaba!” diyen sesiyle kendime geldim. Düşüncelerim sonuçlanmadan hazırlıksız yakalanmıştım.
-Dalgın gibisin abi.
-Yok, anneme canım sıkıldı da, keyifsiz bu gün, yalnız kalmak istemedi.
-Gidersin abi, fazla zamanını almam. Bir sen kıskanmazsın beni bilirim, kimseye söyleyemedim. İçim içime sığmıyor bu sabah. Kahve dedim ama dolaşalım mı abi? Sanki yüreğim ağzımda, oturamıyorum hiçbir yere. Dağ bayır koşmak, bağırmak istiyorum.
-Seni ilk defa böyle görüyorum, -gülümsemeye çalıştım- meşhur sakinliğine ne oldu?
-Daha önce âşık olmamışım abi! İstettim, eğer verirlerse buraların en güzel düğününü yapıcam ona. Hatta şahidim de sen olmalısın! Emeğin çoktur bana. Görsen onu, enseme bi tokat yapıştırır, helal olsun oğlum dersin. Hem -bir sırrı paylaşırcasına gülümsedi- sen de tanıyorsun zaten!
Mutlulukla gülüyordu şimdi. “En güzel düğünü yapıcam ona!” diye hülyalı hülyalı tekrarladı.
Gerisini dinlemek istemiyordum. Bir şey olmalı ve susmalıydı, ne olursa olsun.
Beynim, midem ve dilim farklı çalışmaya başlamıştı. “Kim bu şanslı kız?” kelimesini dilim benden bağımsızmış, sanki farklı bir şey duyacak dedikoducu bir komşu merakıyla sorarken, ruhum sıkışıyor, vereceği cevapla kendi ölümünü hazırlıyordu. Tüm hayatımı kusmak istiyordum, artık kasabanın kurak toprağından uzaklaştıkça artmış, yeni yeni hayat fışkıran yemyeşil otlara.
Birden sesi endişelendi, benden uzak diyarlara gitmiş gibi söylediği şeyleri beynim bölük pörçük algılıyor, duygularım artık hiçbir şeye tepki vermiyordu sanki.
-Abi.. geçen gün … arkanda, hani bana saldır… sen
…
“Abi,” diye sokuldu bana.
Elim bilinçsizce cebimdeki çakıya gitti, ellerim titriyordu, hala bilincim yerine gelmemişti. Kendimi toparladım evet artık kesinlikle düğünden bahsetmiyordu. Elim çakıma dokunur dokunmaz karşımda gördüm onları, üç kişiydiler çakılarının ışıltısı gözümü kamaştırdı bir an. Geçen gün ağızlarının payını vermiştim onlara ama son anda kahveden yetişip ayırmışlardı bizi, “Ayıp, ayıp! Ordu getirseydiniz bari, bu nasıl adil dövüş?” diye bi de üstüne rezil etmişlerdi ufacık kasabamıza. Sonra birkaç büyüğüm uyarmıştı beni,
“Bunlar pisliktir! Ömür boyu huzur vermezler sana.”
Şu anda tek dostum, sırdaşım çakımdı. Ama karşımda üç değil, dört kişi vardı sanki. Aslında, ben sadece kaderimin farklı farklı yüzlerine çakımı acımasızca saplıyordum.
Ben hepsinin kurbanıydım, ortak eseri. Ve bu kez hayat benden kendi yontumu yapmamı istiyordu. Kestim, biçtim onunla önüme gelen her şeyi, ne olduklarına bile bakmadan. Hiçbir şey bırakmadım geçmişten. Yarattığım esere baktım, beynimdeki her şey susmuştu, beni bekleyen geleceği silmiştim. Onun şaşkınlığını, ölümün dondurduğu gözleri hâlâ aklımda.
“Meşru müdafaa,” dediler bizi ve onları tanıyanlar. En çok arkadaşım, kardeşime üzülüp onun gibi bir insanı öldürenlere lanetler okudular. On yıl yattım içerde, vicdan azabı duydum mu? Bazen beyninizin sesi, vicdanınızın sesinden daha çok sızlatıyor içinizi. Ben sadece iki ses arasında seçim yaptım. Çıldıracağıma, öldürdüğüm adamı pamuklara sardım, kanları katmer katmer kurudu, gül oldu gönlümde. Diğer gülümün yanında. Ne garip kalbimde birleştiler bu kez. Hayat kesinlikle düşüncelerimizden daha kurgusal, bu lafları etmeyi hapiste öğrendim. Ben kendi hayatımı çaresizlik sanırdım; öyle hayatlar gördüm ki, sustum derviş gibi. Bazen ibadethanedir burası, çaresizlik sesleri ney gibi ruhunuza işler.
Beni ziyarete gelen annemden haber aldım, güzel denizkızının akrabasına vardığını, uzak, kurak diyarlara gelin gideceğini. “Ben paraya, pula önem vermem,” demiş. “Sevsin beni, evimde huzurum olsun yeter, istemem başka hiçbir şey!”
Dolabın köşesine kendim için para sakladıydım, “Git, ona şöyle hoşuna gidecek bir düğün hediyesi al ana,” dedim. Yüzüne bakmadan utanarak ekledim. “Onun görgüsüne uyan bir şey olsun.”
Bir ziyaretime geldiğinde söyledi, çok bilirmiş gibi vişne rengi likör takımı almış ona. Şaşıran gözlerime utanarak cevap verdi,”Modaymış, ben bilmem oğul, öyle dediler.”
Hapisten çıktıktan sonra da ona yakın olma kaderimden kurtulamadım. Ara sıra gelir buralara, ailesinin yanına. Sokağa çıkmam; hayatın bedenim, aşkın ruhum üzerindeki acımasız izlerini görsün istemem. Gizli gizli seyrederim onu. O hâlâ güzel ve duru, aşkı hiç tatmamışçasına.
Vişne rengi ölümü serdim sevdiğimin gözlerine. Sevmek uğruna, can dostumun kanını içmek, bunu bilmesi şart mı? Hiç bilmediğim, hiç içmediğim likörün tadını hediye ettim ona.
Kanın tadı benim, sevgimin rengi onun olsun.
***
Şaheser Yılmaz
Toz alırken gülümserim vitrine; bu romantik bir aşk olmalı, başka ne olabilir ki? Tozunu alırım ve canlanır her şey.
Ben öyle sanmışım.