Her yeni yıl öncesi içimde umut yeşerir, yeni yılın yenilikler getireceğine inanırım. Uzun zamandır geleneksel hediyelerim, eldiven atkı ve çoraptır. Bu sene de ritüelimi tekrarlamak istediğimden çarşıda buldum kendimi. Bayramlık mendil misali sayısızca almışım çorapları…

Son günlerde sosyal medyada; sokaktaki yaşayanlar için arabanızın torpidosunda çorap, şapka  bulundurun sloganı dolaşıyordu. Ben de arabaya binince hemen fazla olanları koydum torpidoya. Evden çıktığımda soğuk ama güneşli bir gündü ama birkaç saat içinde fırtına koptu, tipi başladı. Silecekler yarış halinde yine de önümü zor görüyorum. Trafik gıdım gıdım ilerlerken ışıklarda durduğumda camı biri tıkırdatıyor. O da ne! Mendilci kız, mendillerini gösteriyor bana. Mendil alıp parasını veriyorum tam camı kapatırken “Arabaya niye almadın ki?” diyor içimdeki ses. Kıza sesleniyorum, utanarak korkulu gözlerle bakıyor.

–Korkma gel, hava çok soğuk.

Çekine çekine biniyor arabaya. Üzerinde eski bir kazak ve yırtık pırtık bir hırka, altında incecik pantolon. Kucağında tuttuğu mendillerin bir kısmı ıslanmış, kıpkırmızı elleri, sanki ağaç kabuğu gibi kupkuru.

–Adın ne senin?

–Ünzile.

–Kaç yaşındasın Ünzile?

— Dokuz abla.

— Ailen nerede?

— Arka mahallede, onlar da mendil ve su satıyor.

— Okula gidiyor musun?

—Hayır.

Nutkum tutuluyor, başka şey soramıyorum. Kendi çocuklarımı düşünüyorum.

–Eviniz nerede? Seni evine bırakayım.

–Bilmiyorum ki.

–Ee, seni birileri mi alıyor nasıl dönüyorsun peki?

–Hava kararırken, analığımla köşe başında buluşuyoruz.

–Abla beni götürme, bizimkilerin beni alacağı yeri bulamam ki ben!

–Tamam, önce şurada sıcak bir çorba içelim, seni aldığım yere bırakacağım.

Arabadan inince fark ediyorum, ayağındaki ıslak keten ayakkabıyı.

Onu lokantada sandalyeye oturtup,  arabaya dönüyorum, torpidodaki çoraplardan elime ilk geleni kapıp  Ünzile’ye giydirme çabasındayken,

–Abla yazık olur bunlara, kirlenmesin.

“Olmaz canım, senin ayakların ısınsın,” diyorum. Bir yandan da gözlerimdeki nemi görmesin diye çabalıyorum. Sıcacık çorbalarımızı yudumlarken, neler yapmalıyım diye düşünceler içindeyim, onu aldığım yere bırakmadan önce ayakkabı mağazasına uğramalıyız.

–Kaç kardeşsiniz?

–Annem beni doğururken ölmüş, babam da üvey annemle evlenmiş, benden küçük iki tane var.

–Üvey annen iyi davranıyor mu sana?

–Evet abla.

Ayakkabı mağazasına varınca, “Beğendiğini alabilirsin,” diyorum, şaşkın ve utangaç bakışlarla pembe fermuarlı botu işaret ediyor. Onun ayakları sıcak ya ben de ısınıyorum.

Günler kısa, hava artık kararmaya başlıyor, bir an önce köşe başına götürmeliyim Ünzile’yi. Neyse trafik de açılmış. Sokağın köşesinde kucağında bebeğiyle bekleyen bir kadın.

–Hah, annem orada işte!

–Tamam canım indireceğim seni.

Ben de arabadan iniyorum, analığının yanına kadar birlikte gidiyoruz, poşete elimdeki eldiven atkı ve çoraplardan koyup kadına veriyorum. Kadın şaşkın bakışlarla teşekkür ediyor, durumu anlatarak yanlarından ayrılırken Ünzile’ nin mahzun bakışları yol boyu gözümün önünden gitmiyor.

Birkaç gün sonra semt pazarının içinden geçerken gözüm yerdeki ayakkabılara takılıyor. Ünzile’ye aldığım ayakkabının aynısı, pembe fermuarlı. Ünzile, analığı ile tezgahın başında, ayaklarında yazlık terliklerle. Konuşmalarına fırsat vermeden hızla geçiyorum yanlarından.

Hayat, adaletsizliğini yine gösteriyor tüm çıplaklığıyla. Kimileri prensesler gibi yaşarlarken kimileri yalın ayak sokaklarda.

ÖZLEM GEMİCİ